Bereket nehri Yazan: MEBRURE SAMİ Korkulan günler de geldi çattı: Bütün yiyecek tükenmişti Ne olacaklardı? Ellerinde sade ağ- Yarı kalmıştı Lâkin nehir bu baskının durgun sularına iri balık yollamıyordu artık, Yalnız çamurlu kabartıların üzerine doğru ağır ağır sürünerek tımanan tekeler çaganos- Jar vardı. Herkes ayni haldeydi. Elde kalan seri lokma yiyeceğin üstüne titrenilijor, kimse (Kendisindekini ölekine belli etmemek için çabalıyor, sinsilik ve emniyetsizlik başlıyordu. Kıyısında, kenarında âzıcık ihtiyat bir şeyisi kalan da, bunu öleki aç paylaşmamak için, gizliden gizli celeyin yiyordu. Am bu son lokma- lar da çabucak tüketi da yakacak tahta parçası, tezek de bittiğinden, çiy yedikleri tekeler- le çaganoslardan bâşkâ hiçbir * kalmadı, Önceleri Ayşe Gül; bir tür. Yü buna râzı olamadı. «— "Açlıktan ölürüm de yemem!» diyordu, Babası ses çıkarmadı ve bü- tün bir günlük oruçtan sonra kızcağız | önünde duranların içinden bir Xi- mıldamayanını seçip alınca da, sade acı acı gülümsedi. Yavrucuk: — Bari sağ sağ, oynaya oynaya ye- mem ya! diye mırıldanıyordu. Günler ardarda gelip geçtiler. So- guktan rüzgârları, gece İnsanın fis tüne inen buz gibi nemi ile kış yaklâ- şıyordu. Yağmur yağdığı zaman, iliklerine kadar ıslanarak koyunlar gibi birbirlerine sokuluyorlardı. Be reket versin sik sik rahmet yağmı. yordu da, ertesi günü sırtlarındaki çulları kurutabiliyorlardı. Ayşe Gül çok zayıfladı, öyle zayıfladı ki, dar ma üşüyordu, içi titriyor, donuyor- du sanki! Kardeşlerinin haline bakı- yordu: Onlarda o derece sıskalaş. mışlardı ki, ne konuştukları, ne de oynadıkları vardı. Sade ağabeysi, babaları teke av- larken, «bir yol yardım ediversin» diye çağırdıkça, ağır ağır kalkıyor, dermansız adımlarla yürüyordu, Ay- $c Gül, anasına bakıyordu; Avurtla- rı çökmüş yüzünün ne fena sarardı- ğını, bir zamanlar tombul tombul olan ellerinin gitgide iskelet ellerine döndüğünü görüyordu. Lâkin zava'h kadın dişini sikiyor, güler yüzlülü- ğünü kaybetmiyor, onlara gayret vermek için de sık sık: — Şu tekeleri (o bulduğumuza da şükredelim! Elhamdülillah gücümüz yetip bugüne kedar dayanabildik ya! 'diyordu. Yalan değildi. Şu taş köprüye can- larını atanlar arasında ölenler de ol muştu. Artık eskisi gibi kalabalık, Tefrika No. 3 ve en sonun- | hastalıktan yeni çıkmışlar gibi, ta- 938 Nobel ede! mükâfatını kazanmış olan Pearl Buck'un bir hikâyesinden mülhemdir. yer sıkıntısı yoktu. Genişlemişlerdi. | Hâlâ görünürlerden bir imdat çık- mamıştı, «Ayse Gül; alışganlıkla yi- ne otürüp, Uzun uzun suyun yüzüne bakıyor ve balık ağlarına gözcülük ettiği günlerde önünden gelip geçen salları düşünüyordu. Sanki bütün es- ki gördüğü şeyler başka bir dünyada kalmış gibi idi. Acaba sahiden o iyi günleri geçiren kendisi mi idi? Ömründe şuralardan başka yerler de görmüş bilmiş mi idi? Bütün dünyasından kala kala şu sular arasındaki bir avuç İnsan- dar başka ne kalmıştı ki? Bazan erkekler, sanki uzun bir katsız bir sesle aralarında, usul usul konuşuyorlardı; hiçbirinin de sesi, eski seslerine benzemiyordu. «Sular çekilince ne edeceğiz; Sa: | pana nereden hayvan bulup da koşa- cağız?» diye söyleşip dertleşiyorlar- dı. «Ayşe Gül, ün babası da o çatkın yüzü ile, hep şöyle tekrarlıyordu: — Hayvanı ne edeceğim? Ne güne duruyorum ben... Sapanıma kendi. mi koşarım, ihtiyar karım bile yük- sünmez... O da bir yol olsun sapanı çeker, anıma sürmek ne işe yarar? Toprağa verecek tohum olmadıktan sonrâ... Onu nerede bulacağız? Bir tek tohum kaldımı elde...» Ayşe Gül «gemiler bir gelse» diye düşündü, Bunu kurmağa başladı. Elbette dünyanın bir köşesinde, elle. rinde tohumluk kalmış insanlar da olacaktı. Bir «gemi» çıkıp gözükü- versel... Her gün sulara bakıyordu... | Dört gözle bekliyordu. «Ta şu öte- lerden bir tane gözüküverse.. Elbette | içinde bir de insan bulunacaktı. Ay- şe Gül olanca kuvvetini toplayarak: «Canımızı kurtarın, kurtarın bizi, | açlıktan ölüyoruz... Ne vakittir sade | çiy çiy teke yiyoruz!: diye bağıracak- tı. Hiç olmazsa o adam tek başına önları kurtaramasa bile geri döne- cek, birine, bir yere haber verecekti. Bundan başka umud yoktu. Her gün dua ediyor, Allaha yalvarıyordu. amma yine de kimseler gelmiyordu. Bir kere, sade bir kere, şu sari su- yun, mavi gök çizgisi knarında, Xv- Yulaşır gibi olduğu yerde, ta ufuk- ta, aklındakine benzer bir şey gör- müştü amma, bu hayal de gökle be- raber eridi ve yaklaşmadan kaybol- du gitti. Amma nedeolsa görmüştü yı. Adeta içine su serpildi, Demek ki aklına gelen, hiç de olmayacak bir şey değildi. Korka korka babasına: — Bir «gemi; geliverse... dedi, | SEViLEN KADIN Büyük macera romanı h . yerlar. — daha iki pa — Dünkü tefrikanın bulâsası: Mihrinur hanımefendi gayet zengindir. Torunu Necile'yi sevgilisi Cemjl'den kaçi- Farak İstanbul civarındaki çifliğine getir- miştir. Şimdi Mihrinar'la Necile konuşu” Yerinden kalktı. Büyükannesinin dizlerine sarıldı. Yalvarmâğa başladı: — Büyükanneciğim... Bana merha- met et... Bana acı... Biliyorum, dün- yanın en affedilmez hatasını İşle dim... Amma olan oldu. Sevdiğim adâm iyi bir insandır... Namuslu bir genç. Sonra soluk yüzü kıpkırmızı kesilerek kekeledi: | — Hem... Hem... Çocuğumun ba- bası!... Merhamet et! Gözlerinden oluk oluk yaşlar boşa- niyordu. İhtiyar kadının bu halden mü: teessir olduğu sesinin helecanından belli idi. . — Növlle! İstikbal senden çok | keşfettiğim içindir ki böyle bak: | Nakleden : ( Vâ - Nü) sız görünen bu hükümlerimi âtide anlıyacak, bana teşekkür edeceksin. Kalk yavrum, kalk! İskemlene otur beni dinle... Kızcağız perişan bir halde emre itaat etti: | — Dinle beni, yavrum. Bizim gibi böyle . bir aile için asıl tahammül- fersa acı, mevkiinden sukut etmiş olmaktır. Bunu Cenabı Hâk ne bana, ne de sana göstermesin! O herif ser- vetine gözkoyan serserinin biri... — Büyükanne! Kadın devam etti; — Matmazelini elde ederek hırsız gibi sana hulüi etti. Kimbilir hangi romanlardan kopye ettiği mektuplar- Ja aklımı çeldi. Bağın tenha köşele- rinde her gün buluştunuz. Sen zayıf davrandın, o alçak ta istifade etti. Bense burnumun dibinde cereyan eden bu vakadan zerre kadar şüp- | helenmemiştim... Nihayet her gün artan halsizliğin, meyusiyetin gözü“ Adam lâfının tamam olmasını bi- le beklemedi, acı acı; — Bizim burada olduğumuzu Al lahtan başka kim bilecek a yavrum! dedi, Kız fazla bir şey demedi amma, yine de ümidini kaybetmedi ve hu su örtülü koca ovada, bütün dikkati- le, «hayalindeki imdat gemisini; gözledi durdu Günlerden bir gün, ta uzaklardan göle yaslanmış gibi duran bir karar. tınm belirdiğini gördü. Belki ilki gi- bi bu hayal de silinip kaybolur kor- yordu, duruyordu, hatta büyüyordu işte; gilgide daha iyi görünmeğe başladı. Ayşe Gül yine de sabretti, Nihayet, içinde iki de adam oldu- ğunu seçince, kız uyuyan babasının yanına gitti. Açlıktan içleri sızım sı- nm çekilenler, hiç olmazsa bu âzâ- bi unutmuş olmak İçin, ellerinden geldikçe, yani dalabildikçe, kıvrılıp uyuyorlardı, Kız babasını dürttü, helecandan nefesi tikana tıkana adamcağızın elini tuttu, sarstı. Ba- yılacak gibi bir hal gelmişti üstüne, © kadar dermansızdı Ki, bağıramıyor- du. Nihayet baba gözlerini açabildi; kız zoruna nefes alarak: — Gemi geliyor, bir gemi... bildi. Adam ayağa kalktı, o da öylesine lakalsızdı ki, adeta “ sersemlemişti, diye- | senedliyordu. Suyun boyunca uzak. Jara baktı. Sahiden bir şey geliyordu; yaklaşıyordu. Baba, mavi mintanını çikardı ve deli hareketlerle onu sal- ladı, savurdu. Çıplak kaburga ke: mikleri, tıpkı bir iskelet gibi dışarı fırlamıştı. İmdada gelenler seslendiler. Amma taş köprünün üstündekilerden hiçbi. rinde de, karşılık verecek hal kalma- mıştı. Dermansızlıktan sesleri bile çıkmıyordu, — Ayşe Gülün açlıktan her şeyi başka ve daha mübalâğalı bir şekilde gören hayaline «gemi» diye aldana- rak çarpan o şeye, ne çıkar, gelin biz de onun gözüne bakarak «gemi» diyelim!.. Evet «gemi; yanaştı... İçindeki adamlar su üstünde kalmış bir ağaç dalına halat attılar ve taş köprüye atladılar, Ayşe Gül bu adamların yüzlerine afal afal bakakaldı, Ne va- kittir, böyle tombul, renkli, yüzler; karınları tok insanların. yüzlerini görmeğe hasretti, Ne de neşeli neşeli konuşuyorlardı. Ne diyorlardı. aca- ba? (Devamı 10 uncu sahifede) iş işten geçmiş bulunuyordu. Kabul edersin ki seni lüzumu kadar hırpa- lamadım. Bir bahane bulup matma- | zelini koğdum ve seni alıp buraya getirdim... İkimiz de kabahatliyiz... Sen bu derekeye kendini düşürdü- günden, bense fazla gafil hareket et- tiğimden... Neyse şimdi olan oldu Ben artık yapacağımı biliyorum... Senden de beklediğim bir vazife var. Necile, yaşlarla dolu büyükannesine doğru kaldırarak sor- du: — Benden beklediğiniz vazife ne- i dir efendim? — Önce verdiğim karardan bahse- deyim: Seni eskisinden . çok daha fazla muhafaza etmeğe mecburum ve bundan böyle bir daha o herifin yü- zünü görecek değilsin. — Hiç mi? — Hiç... İsmi Cemil galiba! — Evet... — Merhum halanın eski kâhyası- pin oğlu değil mi? — Evet... — Mühendislik tahsli ediyormuş... — Evet... — İyi tahkik etmişim... — Çok kibar ruhlu bir çocuktur... Bu sözler genç kızın dudakların- dan titreyen bir cümle halinde dö- küldü. Mihrinur hanımefendi ac acı | MB ak rülün iri gözlerini | “Göksu şelâlesinden istifade etmek kabildir Göksu 60 değirmen çevirecek ve geniş bir araziyi sulayaçak kadar kuvvetli ve bereketlidir Küraman (Akşam) — Karaman- da bugüne kadar ihmal edilmiş bir servet ve medeniyet kaynağı vardır. Bu muazzam servet kaynağı Göksu şellâlesidir. Karamana 40-50 kilo- metre mesafede Yerköprü mevkiin- deki bu şellâle tahminen 50.60 met- re yüksekliğindeki kayalıkların üç yerinden dökülen bol sulardan hasıl olmaktadır. Umumi Harp arifesinde bu çok kuvvetli şellâleden elektrik istihsali- ni üşünen Karamanlı bazı eşhas iş- letme imtiyazı almak üzere ecnebi bir mütehassısa projesini yaptırmış ise de Umumi Harbin başlamasile bu teşebbüs yarıda kalmıştır. Yaptınlan proje Karaman beledi- yesindedir. Ancak devlet sermayesile ehemmiyetli bir gelir kaynağı hali- ne getirilmesi .çok mümkün olan merkür şellâleden istihsal olunacak elektrikin orta Anadolunun birçok şehir, kasabanın fabrika ve imalât- hanelerini tahrik edecek kadar kuv- vetli olduğu söylenmektedir, dan sonra yüksek ve yalçın kayalık- Jar arasından bulduğu büyük mec- Talarla Göksu nami alarak Silifke. | den Akdenize dökülen bu büyük su- | yun civarında .bulunan Bozkır, Ha- dim, Karaman, Çumra kazalarile Konya vilâyet merkezi zerre kadar is- tifade etmemektedir. Uzun senelerdenberi mühim. bir | mevzu teşkil eden Konyanın susuz- Yuk derdini izale için en iyi çare bu suyun faydasız bir şekilde akıp git- tiği sahanın muhtelif .yerlerinde mevcut yalçın kayalıklardan istifade edilerek baraj yapmak, bu suretle bilhassa Karaman ve Karapınar ka- — Söylediğin gibi kibar ruhlu bir insan olsaydı on yedi yaşmdaki bir kızdan istifadeye Kalkışmazdı, — Vallahi, büyükanne... — Sus... Bu işleri ben senden İyi bilirim... Annesi arka sofrada kalfa- larla yemek yiyen, babas: karşımız- da elpençe divan duran adamların çocuğile evlenmeği nasıl göze alabili- yorsun? Sen ananeye bağlı mağrur bir kızdın... Bu JK buhran geçer geç- mez pişman olacağına eminim... Öyle bir kayınpederin elini öpemez- sin... Bir ânın gafletine kurban git- mene razı olamam. Kurtulmana kadar burada kalacağız... Vaziyete bakılırsa pek te uzun sürmiyecektir. Burada kimse seni göremez... Adam- larımı da zaten bu yüzden getirme- dim; Bu suretle dedikodunun - önü alınmış -olur. Felanetle Suzinâkin sadakatlerine eminim, onlardan sır sızmaz. Ondan'sonra da inşallah ar- tak aklını başina toplarsın. Mihrinur hanımefendi bu sözleri | sükünetle söylüyordu. Lâkin gerek sesinin ahenginden, gerek bakışın- dan bunların keti birer emir olduğu aşikârdı. Bu odanın dört duvarı ara- sında mukadderatının tayin edildi- ğini Necile anladı. Korkak korkak sordu: , onu, bir daha güöremiye- GE a Bun- | zalarının çok geniş ve kurak arazi- sini sulamaktır. Göksu altmış değir- meni normal şekilde çeviredek ve yüz binlerce önüm araziyi sulayacak ka- dar bol ve berektlidir. Karamanın geniş ovası bu bol suya kavuştuğu takdirde Anadolunun zümrüd gibi yeşil ovası tevsifine lâytk olacaktır. Bu havalinin çalışkan sakinleri bu dertlerine karşı cümhuriyetin şifa kâr elinin uzandığını dört gözle bek- lemektedirler. Tramvaydan atlarken 72 numaralı tramvay arabası Be- şiktaştan Eminönüne gelmekte iken Fındıklı karakolu önünde 321 doğum. lu Ordulu Veli oğlu Mehmed, tram- vaydan atlamak istemiş ve beyni üs- tü düşerek başından ağır surette ya&- ralanmıştır, Taşra gazete bayilerinin nazarı dikkatine Bazı taşra bayilerinden aldığı. mız mektuplardan «AKŞAMsı mutlaka şu veya bu mutavassıt- Yardan tedarik etmek hususunda kendilerini mecbur addettikleri anlaşılmaktadır. Bu zehab hakikate uygun de- Eildir. Binaenaleyh taşra bayile- rinden arzu edenler her zaman «AKŞAM; idarehanesine müra- caatla doğrudan doğruya mMua- meleye girişebilirler. Bu hususta «AKŞAM» idaresine mektup ya- zarak bayi şartlarını öğrenebi- Jirler, — Hayır... Kati kararım bu... Ben- ce, ven âdi bir mahlüktur. — Kendisini tarısanız böyle dü- şünmezdiniz... — Hacet yok... bellit — Asıl kabahatli ben olduğuma ye- min etsem... — İnanmam! — Ah! Sizi nasıl ikna edebilirim? Genç kız' elini göğsüne soktu. Bir kaç mektup çıkarıp uzattı. — Alın bakın... Doğru söylediğimi anlarsınız. İhtiyar kadın kendisine verilen kâ- ğıdlara göz bile gezdirmeden hepsis ni ocağa attı. — Okumağa ne hacet?... Boş Jâflar... Bu kıymetli saşk mektuplarını kurs tarmak için Necile yerinden fırladı; Fakat büyükannesi asabi parmakla» rile, zavallıcığı tutup yerine oturltu: — Birak... Yansınlar... Saklama” ğa değmez!... — Ne kadar yalvarsam demek razı olmuıyacaksınız?... — Asla! — Pekâlâ!... Size itaat edeceğim... Lâkin şunu bilin ki beni mahvediyor, öldürüyorsunuz... Mihrinur hanımefendi kalktı, Tununun basımı göğsüne bastırdı; i (Arkası var) Hareketlerinden to-