Bu sıcak Ilkbahar günüüde kahve- çi, masaları, İskemleleri” dışarıya, ağaçların altına çıkarmıştı, Beyazıt havuzunun fskiyesinden fırlıyan su- Jar güneşin ışığında göze renk renk gözüküyordu, Masaların arasında do- lâşan kahvecinin çırağı arasıra içeri- ye bağırıyordu: — Çay bir... Kahve iki. Caddeye yakın bir masada oturan dört arkadaş öteden beriden konuşu- yorlardı. Bir aralık söz tavla, dama, satranç oyunlarına intikal etti, İçle- rinden biri küçük küçük parlak ka- Şıkla, ince belli, kenarlâtı kırmızı kü- çük benekli çay fincanini şıngırdata çınıgırdata karıştıran Şerefe sordu: — Kuzum Şeref, eskiden sen âdeta dama oyununun tiryakisi idin, Çok güzel de dama oynardın. Çoktanberi damadan bahsettiğin bile-yok. Ne ol- du sana? Şeref gülümsedi: —Yemin ettim. Dama oynamama» ga yeminliyim... Merakla doğruldular: — Sebep? Şeref cevap verdi: — Bu, tuhaf olduğu kâdar garip bir hikâyedir. Bakınız anlatayım. Bundan beş sene evveline kadar be- nim en büyük zevkim dama oyna- maktı. Bu oyunun tiryakisi olmadan evvel işitirdim: Filânca dama merak- bsı bir gece sabaha kadar dama başından kalkmamış, Falan damacı bir arkadaşile başladığı dama müsa- bakasına bir haftadan beri devam ediyormuş. Bütün bunlara pek inanmazdım. Lâkin bende de dama merakı alıp yü- rüdükten sonra buna iyiden iyiye inadım. Az zaman içinde damanın üs- tadı olup çıkmıştım, Akşamları gitti- gim kahvede artık meharetimin dere- cesinde rakip bulamıyordum. Kimse karşıma çıkmağa cesuret edemiyor du. Buna canım sıkılıyordu. Şöyle dehşetli bir damacı bulup ta zevkli bir oyun oynamak için âdeta aşeri- yordum... Fakat hiç öyle bir üstad damacı ile karşılaşmak imkânı olmuyordu. Bunun için çoktanberi dama tah- tasının başına oturmuyordum. İşte bu sıralarda idi, Bir sabah bir iş için Karaköye inmiştim. Dönüşte Köprü- den yürüye yürüye geçerken, önümde gayet biçimli vücudlu, uzun boylu bir kadının ilerlediğini gördüm. İçimden: «Ne güzel vücudlu kadın: dedim, Ya | nından geçerken şöyle bir baktım. Ben bu çehreyi tanıyacaktım, Bu iri siyah gözler, bu küçük etli dudaklar, bu sivri çene, bu zeki bakışlar bana hiç te yabancı değildi. Genç kadın da bana bakınca du- rakladı. Şimdi ikimiz de karşı karşıya biribirimize bütün dikkatimizle bakı- yorduk. Bu, uzun sürmedi, Onu he- men tanıdım. Bu genç kadın, benim yirmi yaşımdaki ilk sevgilimdi. Heye- Cunla; — Mürüvvet!... dedim... O da yanaklarını çokurlaştıran bir gülümsemeyle bana; — Şeref... Sen misin?... diye elini uzattı. Mürüvveti senelerdenberi kaybet. miştim, Onun evlendiğini, sonra da kocasının öldüğünü işitmiştim, Der- hal bir otomobil çevirdim. Atladık. Onu büyük bir dikkat ve heyecanla tedkik ediyordum. Eskiden, genç kızlık za- manımâs dâ güzeldi. Fakat şimdi da- ha gelişmi;. daha olgunlaşmış, kadın- ık onü büsbütün £ gücelleştirmişti. Gözlerine daha baygın, daha derin ve , insam çileden çıkartıcı bir mâna gel- mişti. Sonra eskiden bana karşı o ka- dar baindi ki sormayınız. Halbuki şim- di ondan son derece iltifat görüyor- dum. Bir aralık; — Bugün sana rasgelmem o kadar > Ayi oldu ki sorma, dedi, eğer Köprü üzerinde olsaydık bir daha seni belki de dört beğ sene göre- / miyecektim. Heyecanla sordum; — Neden? — Çünkü bu gece İstanbuldan ay- riliyordum. Uzun bir seyâhate çıkaca- om. Belki de dört beş sene İstanbula dönmiyeceğim. — Sahi mi söylüyorsun? — Tabii... Bütün hazırlıklarımı ta» mamladım. Bu gece saat tam onda hareket ediyorum, — Öyleyse bugünü beraber geçi- yemeğinde şart... Oradan kendi evime saat dört- te filân döneceğim. Hemen atıldım: — Peki, ondan sonra... özlerini yere indirerek cevap verdi: — İstersen tam dörtte bana gel... Sana oturduğum m adre sini vereyim, Saat dokuza kadar otu- Turuz. Adresi not ettim, Mürüvvet, Gala- tasarayda otomobilden indi. Ayr- lırken: — Saat tam dörtte... Unutma... Cevap verdim: — Peki... Tam dört... Mürüvvetten ayrıldığım zaman he- nüz pek erkendi. Bunun için ben tek- rar eve döndüm. Elbiselerimi değiş tirdim, Yeni yaptırdığım kostümleri- mi giydim. Sokağa çıktım, Daha Mü- Tüvvetle buluşmağa o kadar çok za- manım vardı ki, kendi kendime: — Haydi biraz kahveye uğrıya- yım!... Zaten dün gec de kahveye gitmedim... dedim, Her zaman gittiğim kahveye girer girmez, etraftan bana: — Aman, dediler, seni her taraftan arıyoruz. Buraya İzmirden müthiş bir damacı gelmiş. Dün gece kahveye uğ- radı. Yenmediği insan kalmadı. Şim- | di beş dakikaya kadar buraya gele | cek... Otur, bekle ... Daha zamanım vardı. Bunun için | şu damacıyı bir kere göreyim, dedim. | Biraz sonra geldi. Bu zatın etrafında bir sürü de iddiacı insanlar vardı. Bunlar: — Muhakkak bizim dama üstadı Şerefi yener... diyorlardı, Rakibimin bana: — İsterseniz, kendinize güvenirse- niz, bir maç yapalım!... dedi, Saate baktım. Daha epeyce vakit vardı, Ne zamandanberi böyle bir da- macı da bekliyordum. Sonra kendime o kadar güveniyordum ki, muhakkak bu adami pek kısa bir zamanda yene- ceğimi ümid ediyordum. — Peki oynıyalım!... dedim, Başla- dık. Hakikaten dehşetli bir oyuncu idi. Onun karşısında aklımı, fikrimi damaya vermiştim. Kendimi tamaml!- le unutmuştum. Bu, son zamanlarda oynadığım en heyecanlı oyundu. O kadar dalmış, o kadar kendimden geç- miştim ki, saatlerin nasıl ilerlediği ni fark bile etmedim. Gece olmuş, lârmbalar yanmış, ben kendimde değilim. Bir aralık aklım başıma geldi. Bir de gözlerimi kaldırdım, Ne göreyim? Saat ona beş var... Yerimden deli gi- bi fırladım. Fakat beş dakika sonra Mürüvvetin İstanbuldan ayrılacağı aklıma gelince, tekrar kahveye dön- düm. Zehir zemberek olmuştum. Ertesi günü Mürüvvetin adresime yazdığı bir mektubu aldım, Mürüvvet bana ön derece kırılmıştı. Bir daha da yü- züme bakmıyacağına mektubunda ye- min ediyordu. İşte o günden sonra ben de darhaya yemin ettim. Hikmet Feridun Es / AKŞAMN Abone ücretleri AKŞAM Türkiye yer DALGA UZUNLUĞU 1639 m. OIsKen 120 TAG Im ISIM Ken 80 TAP. Som. #85 Kes ANKARA RADYOSU Salı 18/4/919 SAATİLE 1230: Program, 1236: Türk müsiği - Pİ, 13: Memleket saat ayarı, ajans ve meteo- roloji haberleri, 1315: Müzik (Karışık program - PL), 1345 - 14: Konuşma (Ka- dın saati - Ev hayatına ald). 1830: Program, 1846: Müzik (Oda mü- ziği - PL), 19: Konuşma (Türkiye posta- m), 1915: Türk müziği (Fasıl heyeti) Tahsin Karakuş ve arkadaşları, Hakkı Derman, Eşref Kadri, Hasan Gür, Hamdi Tokay, Basri Üfler, 20: Ajans, meteoro- loji haberleri, zirast borsası (fiat), 20,15: Türk müziği Vecihe, Reşnd Erer, Rüşen Kam, Cevdet Kozan. Oku- | yanlar; Muzaffer İlkar, Safiye Tokay. 1 - Puselik peşrevi, 7 - Itri Buselik ms- kamında beste - Her gördüğü, 3 - Sakir ağanın - Puselik makamında şarkı-Sün- bülistan etme çtrafı, 4 - Reşad Erer - Keman taksimi, 5 - İshakın - Puselik makammda şarkı - Gönül vermez, 6 - Üçüncü Selim - Puselik makamında şar- kı - Bir pür cefa, 7 - Puselik saz semaisi, 8 - Neşet Kürin - Mahur şerkı - Gücen- dim ben sana, 9 - Falzenin - Nihavend şarkı - Kız sen geldin Çerkeşden, 10 - Sa- deddin Kaynağın - Nihavend şarkı - Kirpiklerinin gölgesi, 21; Memleket saat ayarı, 21: Konuşma (Hukuk İlmi Yayma kurumu), 21,15: Esham, tabvilât, kambi- yo - nukud borsası (flat), 21,25: Neşeli plâklar - R, 2130: Müzik (Radyo or- kestra - Şef: Praetorlus): 1 - Henry Ra- baud - Eglogue op. 7, 2 - W. A. Mozart - Senfoni sol minör, op. 183, 8) Allegro can brlo, b) Andante, ©) Menuetto - Trio, & Allegro, 3 - Jan Brandts - Buys - «Salburge serenatı, op. Gi, a) Allegro molto, b) Largetto, c) Adaglo asssi, d) Allegro molto, 2210: Müzik (Opera ar- yaları - PD, 23; Müsik (Cazband - PL), 33,45 - 24: Son ajans haberleri ve yarınki program. sağa: 1 — Gammaslık. 2 — Rasgelme - Bayağı, 3 — Alçak - Şehir. 4 — Münezzeh - Filim gösterilen yer. 5 — Kumla fala bakan - Eymekten emir. 6 — Susta ile. 7 — Gelecek zaman. 8 — Âdet olduğu gibi - Sonuna «Se ge- Mirse ırz olur. 9 — Suni deniz boğazı - Bal, 10 — Beygir - Kerih rayiha. Yukarıdan aşağı; 1 — Ezan okunan kule - Eski bir Türk beyi. 2 — Sıkılmış meyvanın suyu - Âdetler. 3 — İlâveten, 4 — Çocuk doğurtan - Tekdir. 5 — Almanyanın muahedenin akdolunduğu şehir - Yüksek. 6 — Malâmat alma. 71 — Ağız duvarının dış tarafı, 8 — Hayvan cösedi - İskambil birlis. 9 — Devam ettirmek. 10 — Bir ilkbahar meyvası - Büyük. 18 Nisan 1939 TURAKINA TARİHİ Yazan: İSKENDER FP. SERTELLİ Teirika No.115 ROMAN Samo, Geyik kızartmasını yedi, fakat bir tutam kadın saçını tanıyamadı. Acaba bunları kim göndermişti ? Samo nişanciydi. Onun kadar hiç kimse isabetli ok atamazdı. O gün avda Can Beyin vuramadığı avları Samo kolaylıkla vurup yere düşürü- yordu Can Bey o gün Samoya fena hal- de kızmış, kin bağlamıştı. Kendi kendine: — Bir daha ava çıkarsak, ya o ge lecek. Ya ben, diyordu. Samoyu çok kıskanıyordu. Samo kıskanç bir adam değildi. Böyle şeylere omuz silkip geçerdi. Hattâ bazan başkaları da marifetle- rini göstersin diye, kendisi geri çeki- lir ve hanın gözünden uzaklaşırdı. Samo, Çok temiz yürekli bir er- kekti.. arkadaşları için canını feda eder, hiç kimsenin hakkını yemez, dostlarını kardeşi gibi sever ve esir- gerdi. Can bey - bir tesadüf eseri ola- rak - bir gün de orman boyunda bir kadına avcılıklaki meharetini gös- termek istemiş, fakat attığı oklar boşa gitmişti. O sırada atla o civar. dan göçen Samo, bir ağacın tepesin- de, Can Beyin bir kaç ok attığı hal de düşüremediği bir atmacayı bir okla yere devirip geçmişti. O zaman Can Beyin yanındaki güzel kadın: — Ben çocuk değilim. Can Bey be- nim eski arkadaşımdır, Ben bilerek onu kırmak istemem. Der ve kendisine olan bağlılığını dalma ve her yerde söylerdi. Can Bey, Samonun halk tarafından fazla s6- vilişine de tutulurdu. — Ana yurdda Samodan başka kahraman yok mu? Diye söylenir ve kendisine fazla muhabbet ve bağlılık gösterenlere kızardı. Can Bey, Semonun Çinden çağırıl- dığın duyunca, sarayın eşiğini aşın- dırmağa ve imparatoriçenin zihnini çelerek, onun yerine geçmeğe çalışı- yordu, Gerçi, vezir Çutsay her sefe- rinde bu dedikoduları önliyerek: — Can Bey, Samoyu çekemiyor. Diye, iknan çalış mıyor değildi. Fakat, Can Bey son günlerde kendi mevkiini iftira atmağa, yalanlar uydurmağa ve Turakinayı bu suretle aldatmağa da başlamıştı. Vezir Çutsayın bunlardan haberi yoktu. Can Bey bir gün, imparatori- çeye: — Samoyu Tünayâ gönderirseniz, ilk işi Sebutay Bahadırı öldürmek olacak. Çünkü, Samo onun eski düş- manıdır, onu çekemez. Onun yerine geçmek ister... demişti, TTurakina bu sözlere inanmamış değildi. Fakat, Samoyu Tunaya gön- dermek fikrinden bir türlü vaz. geçemiyordu. Sebutay Bahadır ar- tık ihtiyarlamıştı. Prens Batu ancak olduğunu söylüyorlar. Eğer bu doğru ise Samoyu Tunaya göndermek fay- dasızdır. Dedi. Çutsay, taşı gediğine koy- manın sırası geldiğini anlayınca: — Ben böyle bir şey duymadım, dedi, bunu Can Beyden başka “ bir kimse söylemiyor. Samo kinci bir adam olsaydı, ilkönce Can Beye düş- man olurdu. İmparatoriçenin Çutsaya itimadı vardı: — Samonurn Can Beyle arasi açık mı? Diye sordu. Çutsay bildiklerini anlattı: — Samo, çok temiz yürekli bir er. kektir, imparatoriçem! Ve o Can Bey- den daima üstündür. Cesurdur, kuv- vetlidir, akıllıdır... Yurdseverlikte de onu geçmiştir. Akınlarında Can Bey- den fazla muvaffak olmuştur. Can Bey onu daima kıskanır. Sözlerime inanmazsanız, bir kere Can Beyi de- neyiniz... Ona: «Samonün yerine 88- ni göndereceğim. Tunaya gidecek- sin!» deyiniz. Göreceksiniz ki; «Bu işi zaten benden başka kimse yapâ- mazdı.» diye öğünmekten çekinmi- yecektir. Halbuki, İran sınırlarında ihtilâl koptuğu zaman Samo size Can Beyi tavsiye etmişti. Çünkü Can Bey o havaliyi çok iyi bilir. Eğer o zaman Samoya: «İran ihtilâlini sen bastıracaksın!> deseydiniz, hiç şüp- he yok ki: «Can Bey varken, ben ora- ya gidemem. diyecekti. Samo bu kadar iyi ve temiz kalbli, bu derece hakkı seven bir kahramandır. — Pek âlâ... Can Beyi bir kere de- nemek isterim, Çutsayi O da yabana atılacak bir kahraman değildir. Can Bey olmasaydı, İran sınırlarında çok uğraşacak, çok kan dökecektik, Can Beyi de darılımağa gelmez. . ”» Bir tutam kadın saçı.. ve bir geyik kızartması. 'Turakina, Can Beyi deneyedursun. Samo bu sırada ihtiyar amcasının evinde oturuyordu. Evde ne genç, ne ihtiyar bir kadın yoktu. Samonun yengesi ölmüştü. Amcası bir uşak tutarak evde hizmetini bu uşağa gör- dürüyordu. Samonun bu evde oturduğunu herkes öğrenmişti. Samo akşam üstü eve gelirken, Karakurum kızları pencerelere üşü- şerek, Samoyu at üstünde geçerken seyrederlerdi. e Samoyu osevmiyen, onun bakışlarından, akınlarından, yürüyüşünden hoşlanmayan bir ka- dın yoktu. Samo bir akşam eve gelince, amcasının uşağı, Samonun önüne bir geyik kızartmasile bir tutam kadın saçı koydu. — Bunları size getirdiler. Evde yoktunuz, ben aldım. Buyurunuz. Samo birdenbire hayrbtle uşağın yüzüne baktı: — Kim getirdi bunları? — Genç ve güzel bir kadın... — Adını sormadın mı? — Sordum. Söylemedi. Saçından bir tutam kesip bıraktı; «Bunları kendisine veriniz, saçımın renginden ve kokusundan benim kim olduğu- mu anlar!» dedi. Samo saçı kokladı ve kaşlarını kal- dırarak güldü: — Tanıyamadım. Koyu kumral, yumuşak telli bir saç. Çinlilerin kul Jandığı bir koku... Evet, bu koku burnuma yabancı gelmedi. Fazla düşünmeden, saçları koynu- 14 evlenmedin! Ne zaman bir yuva kuracaksın sen? Samo güldü: — Atmacalar, bıldırcın kovalamak» tan vazgeçer mi, amca? O gece gülüşerek, konuşarak vakit geçirdilre. Samo, bu hediyeleri geti- ren kadını bir türlü hatırlıyamadı. (Arkası var)