Sami memnun bir tavırla avucu- nun içini kaşıdı; — Gene işim iş, dedi, sağ avucum kaşınıyor. — Ne olacak sağ âvucun kaşmı- yorsa? — Ne mi olacak? Muhakkak bir yerden para alacağım... Tecrübe et- mişimdir, ne zaman sağ arucum ka- şınsa mutlaka hiç ümid etmediğim Sami bir yandan avucunu kaşıyor, bir yandan da dükkânların came kânlarını seyrediyordu. Bir mağaza- ya girdik, Arkadaşım en pahalıla- ından tamam on tane kravat aldı. — Canım Sami... dedim, paraları- ri har vurup hatmân sâyuruyorsun. Böyle en pahalılarından ön tane kravat almanın sanki nelüzumü vardı? Sami: ; — Allah Allah... dedi, ne olacak sanki? Avucum o derece kaşınıyor ki muhakkak elime bir yerden müt. hiş bir para geçecek... Artık ben bundan sonrasını düşünür mü- yünı?... Gün bugün, saat bu saat... İstediğim şey? alırım. Nâsil olsa eli- me bir yerden para geçecek... — Yahu sen çıldırdın mı? Böyle şeye güvenilir mi? «Sağ avucum ka- - şmıyor!» diye böyle su gibi para harcedilir mi?.. Fakat o beni dinlemiyor, dükkân- lara girip çıkıyor, avuç dolusu para harcediyordu. Ben: —- Yâpma.. dedikçe Gövab hazır: — Avucum kaşınıyor birader... Bu ne demektir bilir misin? Merak etme sen... Nihayet yorulduk. Beyoğlunda bir pastahaneye girdik. Camın yanında sokağa bakan masalardan birine oturduk. Bir aralık içeriye Şemsi is- minde uzaktan tanıdığım bir adam girdi. Sami derhal gülümsiyerek kula- ğıma eğildi: — Ben sana hiç timid etmediğim bir yerden para alacağım demedim mi? İşte para ayağımıza geldi. Şu Şemsiden elli lira alacağım var, Bir buçuk sene evvel ona bu parayı ver- miştim. Aradan bunca zaman geçti, Kendisini ilk defa bugün görüyorum. Ben âdeta o elli lirayı unutmuş git- miştim. İşte şimdi o parayı alacağım. Tevekkeli sağ avcumun içi kaşınma- di. Azizim sen benim avucumdaki keramete inan... Bu sirada Şemsi gülümsiyerek bi. #im masaya doğru ilerliyordu. Saml bana bir daha fisildadi; — Ben sana söyledim birader... Bu Çocuğun parası vardir. Borcunu ge- hık Sami, Şemsiye elli lirayı hatır. latmak için: — Ehh... İşler nasil ' bekalım?... İstediğin kadar para kazanabiliyor musun? diye sordu. Şemsi güldü: — İşlerim gayet iyi gidiyor... Ha bak aklıma geldi. Sana elli lira bor- 'cum var değil mi? , Sami sağ avucunu tatlı tatlı ka- şıyarak, mâmalı mânalı yüzüme bak- tı. Gözlerinde: «Nâsıl? Ben sana de- medim mi?» gibi bir mâna vardı, Şemsi devam: etti: — Evet... Sana elli lira borcum yar... Fakat bugün başıma bir iş gel di. Dehşetli parasız kaldım. Sen ba- na 10 Tira borç daha ver de sana alt. mış lira vereceğim olsun... Ben O * Sami ile gözgöze geldik Ben gü İümsedim. Saminin, kendisinden borç para istiyenlere karşı hiç yüzü tut- maz. Onun için hemen cüzdanım çi- kardı Şemsiye istediği on Hrayı uzattı. Cüzdanmı kapattı, cebine soktu; Sonra gene sağ avucunu ka- “siyarak: ” — Tuhaf şey... dedi, söğ kadar ke Neydi asi Şemsi gülümsedi: — Mutlaka eline bir yerden para geçecek... Samiciğim, bak şimdi ha- tırma geldi. On lira bana yetişmi- yecek... Gel sen bana beş lira daha ver... Bak hazır sağ avucun da ka anıyor, Nâsıl olsa sen bir yerden Sami beş lira daha verdi. Şemsi pa- raları aldıktan sonra bizden ayrıldı. Pastahaneden çıkıp gili. Ben alay ederek Samiye: — Buişe nedersin Samiciğim.. Hâlâ avucundaki keramete inanayım mı? diye sordum. Sami inatçı bir tavırla cevab verdi: — Tabii . Tabii... Sen bu küçük hadiseye ne bakıyorsun?... Daha ak- Şşama kadar epey zaman var... Hele şuradan bir çıkalım. Biz de paslahaneden çıktık. Sami mütemadiyen sağ avucunu kaşıyıp duruyordu? — A... Hayatımda sağ avucum hiç bu derece şiddetli kaşınmamıştı. Mutlaka müthiş bir para elime gt- çecek,.. Çünkü öyle bir kaşmıyot ki... Gülümsüyor, sesimi dum. O benim güldüğümü gördükçe kızıyor, sağ avucundaki kerameti bir an evvel bana isbat etmek için sa- bırsızlanıyordu Bir aralik arkamızda tatlı bir s6- sin: ” :— Samil... diye bağırdığını duy- duk. İkimiz birden dönüp baktık: Neciâ... Bu gneç ve güzel kadını , ben de tanırdım. Neclâ ile Sami bir | müddettenberi sevişiyordu. Neclâ ba- | na selâm verdikten sonra arkadaşı- mın koluma girdi. Ben kendilerinden ayrılmak istedim. Fakat Neclâ bana; — Camm nereye gidiyorsunuz? dedi. Ben Samiyi bir dakika görüp trezime gideceğim... Genç kadın bundan Sonra Samiye döndü: — Samiciğim, dedi, terzime gidi- yorum. Yanıma para almamışım... Bana 25 lira verir misin? Bunu çök tath söylüyordu. Son- rez Saminin Neclâya o derece zaafı vardi ki arkadaşım hemen cüzdanını çıkardı. Genç Kadına is- tediği parayı verdi. Neclâ paraları ai- dıktan sonra Samiye: — Oruvar şekerim... Zaten ter- zime geç kalmıştım!... diyerek bir ceylân çevikliğile yanımızdan uzak- Jaştı. Saminin haline kahkahalarla güleceğim gelmişti: — Nasıl? dedi... Yirmi beş lira da- ha gitti... Sami , — Ne çıkâr?... dedi. Nasıl olsa | dehşelli bir para alacağım... Avucu- mun nasıl kaşındığını bir bilsen. Böyle bir zamanda yirmi beş liranın | lâfimiolur?... Biz böyle Beyoğlunda bir aşağı bir | yukarı dolaşırken yavaş yavaş akşam oluyordu. Arkadaşım: — Gel, dedi, sana. bir bira ziyafeti çekeyim. OAmma avucumda ns kada kaşınıyor... Elime büyük bir para geçerse nasıl harcedeceğimi dü- şünüyorum: Bir birahaneye oturduk. Sami neler ısmarlamadı ki... Hav yarlar, türlü türlü mezeler... Bira- haneden gayet yüklü bir hesap pus lasını ödedikten sonra çıktık. Ben artık evime dönmek istiyor- dum. Fakat Sami: — Dünyada olmaz... dedi, avu- cumdaki kerameti isbat etmeden se- ni kabil değil bırakmam... Şimdi bir bara gidip eğleneceğiz. Görecek-“ sin... Paralar nasıl ayağıma gele- cek... Saminin elinden kurtulmak imkâ- ni yoktu, Kalktık, beraber bir bara gittik. çıkarmıyor- | Burada da arkadaşım avucunu kâ- aya kaşıya viskileri, şampanyaları ısmarladı. Ben onu mütemadiyen dürtüyor: — Canım ne yapıyorsun? dedikçe: — Karışma... Merak etme avucum kaşınıyor diyorum sana... deyip ke- siyordu. Bir aralık arkadaşım ceplerinde bir şey aramağa başladı. Birdenbire yüzü değişti. Onda bir fevkalâdelik olduğunu hissettim: — Ne var?, diye sordum. Cevab verdi: — Bizim cüzdan gitmiş!... Evvelâ anlamadım, mânasız bir sual sordum: — Nereye gitmiş? — Nereye gidecek? Ya çaldırmı- şım... Ya düşürmüşüm... Sağ avu- cumdaki kaşıntı ile o kadar meşgul- düm ki farkında değilim... — Peki şimdi ne olaca?... — Bilmem ki... Allahtan Ki sağ avucum kaşınıyor... Vakia cüzdan gilti amma avucumdaki kuşınma de- vam ediyor... Hem de bütün şiddeti- le... Sen bana cüzdanındaki parala- ri versene... Yarın sana verdiğin parayı öderim. Madem avucum ka» şınıyor. ... Zaten vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Bir aralık garson hesab puslasını getirmişli. Şöyle bir gözat tık. Müthiş bir rakam gözümüze ilişti. Bendeki paralarla ancak bor- cumuzu ödeyebildik. Kendimizi bar- dah dışarı attık. Subaha karşı yaya olarak eve dö nerken Sami hâlâ; — İnan birader... Bu sağ avucum bana hiç yalan söylemez... Ne yazık ki sana bu gece avucumdaki kera- meti gösteremedim... diyordu. Yavaşça fısıldadım: — Hay avucun kopsun!... Hikmet Feridun Es AKŞAM 1400 kuruş 2700 kuruş 0 > 0 » SAYLIK 4 > 8 » 1 AYLIK ww >» ş—————— aaa Posta ittibadıne dahil olmıyan ecnebi memleketler: Seneliği 3600, alta aylığı 1900, üç aylığı 1000 kuruştur. Adres tebdili için yirmi beş kuruşluk pul göndermek lâzımdır. Ramazan M — Ruzuhuzır 166 8. İmsak Güneş Öğle İkindi Akşam Yatsı E Si 136 656 S4 1200 133 Va, 457 6361158 1441 1059 1833 SENELİK 6 AYLIK ta: Topçular caddesinde Merkez, Ka- sımpaşa: Müeyyed, Hasköy: Sadık Akduman, Eminönü: Beşir Kemal, Futih; oİsmati Hakkı, Karagümrük: Ali Kemal, Bakırköy: Merkez, Sarı- yer: Osman, Aksaray: Cerruhpaşada Şeret, Beşiktaş: Vidin, Fener; Vitali, Kumkapı: Asadoryan, Küçükpazar: Basan Hulüsi, Samatya: Kocamusta- fapaşada Ridvan, Alemdar: Çember- Uitaşia. Sırı Rasim, Şehremini: Top- kapıda Nizm, : Böğütlü- çeşmede Hulüsi Osman, Üsküdar Çar- aaboyunda Ömer Kenan, Heybellada: Tomas, Büyükada: Halk. Her gece açık ectaneler: Yeniköy, Emirgân, Rumelihisarı, Or- Babek, Beykoz, RADYOLIN ile SABAH, ÖĞLE ve AKŞAM KE AŞ İheryemekten sonra muntazaman dişlerinizi fırçalayınız DİŞİ KORSAN Tarihi Yaran: İskender F. Sertelli Deniz Romanı Tefrika No, 168 Yüzerek Hacerin gemisine giden bir korsan: “Hançerinizi buldum Sitti, dedi, Selimin belinde!,, — Vasilyosu hepiniz tanırsınız. Onu diri olaruk yakalamağa çalış nız! diye bağırıyordu. Ateş ormanın şark cihetinden sü- Mücahidlerin bulunduğu garb cep- hesinde ateş yoktu. Zaten şiddetli bir lodos esmeğe ve ateş dalgaları rüzgârın sevkile şarka doğru yayı mağa başlamıştı. Sarantos ormanı Korkunç wevler saçan bir cehenneme benziyordu. Artık ateşten kurtulmanın imkânı yoktu. Vüsilyosun adümları üçer be- şer- Arablüra doğru koşuşuyorlardı. Denize düşen, elbette nasıl olsa yıla- na sarılacaktı. Selim: — Yakaladığınız Kirmsoleri kesme- yin. Bünları sorguya çekip hakikati öğrenelim, diyordu. İki ağacın arasında etrafı gözetli- yen iki korsan başbaşa vererek ko- nuştular: — Selim bu savaşta neye güveniyor, biliyor musun? — Bunu bilmiyecek ne var?! Cesa- retine güveniyor... — Abdal! Sen hâlâ ayakta uyuyor- suni oHacerin atalarından kalan <tılaamlı hançer» şimdi Selimin be- linde... — Ne diyorsun? Hacerin hançerini o mu çaldı? — Duymadın mı bunu sen? Selim, donanmaya bu hançer sayesinde reis olacak? — Eğer söylediklerin gerçekse, olur. Zira, mühür kimde ise, Süleyman odur. Fakat, ben Hacerin yıldızı ko- Jay kolay söneceğini' sanmıyorum. — Sen. galiba Dişi korsana - boyun eğmek zilletino katlanmaklta zevk duyuyorsun? — Heceri ben herkesten üstün gö- rüyorum. O, kadın değil, En cesur kahramamlarımızdan daha atılgan ve becerikli bir mahlük. — Haydi sus. Anlaşılıyor ki, sen de onun Kapısında karnımı doyuran köpeklerden birisin! — Ağzından çıkanı kulağın duyu- yor mu? — Ben ne söylediğimi biliyorum. Aslan dururken, kedinin peşinden gi- dilmez... İki arkadaş arasında başlıyan mü- nakaşa daha fazla uzamadı. Birbiri- ne gireceklerdi. Bereket versin ki, Selim atını buraya sürmüştü. — Ne duruyorsunuz ağaçların ara- sında. Haydi koşun, Vasilyosu yaka- Yayıp buraya gelirin! Diye haykırdı. Korsanların her biri bir başka tarafa koştu. Şimdi, ele geçirilen düşman üs kerleri sorguya çekiliyordu. Selim bunlardan birine sordu: — Vasliyos nerede? — Ormanın arkasında... — Orada çok asker var mı? — Üç bin kişiden fazla var... — Neden bize hücum etmiyorlar. Biz beş yüz kişi bile yoğuz. Selim, Vasilyosun adamına şiddetli bir tekme vurdu: — Haydi, kakikati söyle bana, Yok. sa kafanı kopartarım! Asker yere devrildi: — Hakikat mi dedin? Bunu Va- silyostan başka kimse bilmez, dedi, benim bildiğim üç yüz kişiden çok değil. İşte o kadar. — O halde neden üç bin kişiden bahsediyorsun? — Ne yapalım? Vasilyos böyle emretii. Size bu surelle söylemeğe mecburuz. Ateş gittikçe büyüyordu. Selim mü- cahidlerle birlikte ormanın ağzına çıkmağa mecbur kalmıştı. — Onu hâlâ yakalıyamadık. Ben de Hacerin (Romanos kapısı) ndan döndüğü gibi, sahile ellerimi sallıya- rak mi gideceğim? Diyerek, hiddetinden ne yapacağı- nı bilmiyordu. Yangın akşama kâdar sürdü. Mü- cahidler bu arada yakın esir | ormanın ağzında kaldılar. Ormanın ortasında sanki ateşten bir duvar örülmüştü. Öteyana geç- mek kabil değildi. Kızıl alevler gök- yüzüne yükseliyordu. Ormanın âr- kasını çevirecek başka bir yol yoktu. Mücahidler gizli yolları bilmedikleri için, güneş batınca sahile inmekten başka bir şey yapamadılar. Hacere taraftar olan bir korsan, dönüşte gene arkadaşına rasladı; , — «Tulsımlı hançer» Selimin belin- de olsaydı, şimdiye kadar Vasliyosu yakalamış olacaktı. Selim benden fazla bir iş göremedi. Diye söylendi. Arablar ay ışığı altında geç vakit sahil Boyuna dönmüşlerdi Bütün gemiler sahile gelmişti. Se- limin, Vasilyosu diri olarak getirece- ğinden herkes emindi. Denizden Sarantos ormanının yanışını seyre- den Arablar sevinç içinde: — Kör prens mağlüb oldu... Diye bağrışıyorlardı. Bu arada, tılsımlı hançerin Seli. min belinde olduğunu arkadaşından öğrenen karsan, kimseye görünme- den denize atıldı ve Hacerin gemisi- ne yüzerek gitti. — Sit! dedi, hançerinizi buldum. Hacer gözlerini açarak sevinçle ba- gırdı — Haniya, nerede buldun... Getir. din mi? — Selim Karvanın belinde ör düm, Sitti! Hançerinizi o çaldırmış. — Yanlış görmüş olmayasın? Se- Jim bunu yapamaz. Bu, bayağı bir hırsızlıktır. — Gözümle gördüm, Sitti! Selim bu hançere güvenerek düşmanla har be girişti. ve Sarantos ormanından müzaffer döneceğinden emindi. Hacer zalen Selimden başka bir kimseden şüphe etmiyordu. Onun hançerini ancak Selim çaldırabilirdi. — Peki, dedi, sakın bu meseleyi başka birine açma! Ben Selimle he- saplaşırım. Hacer bu haberi getiren korsanı gemide alıkoydu. Gemeli çağırdı: — Hançerim bulundu, dedi, hazır ol... Onu almağa birlikte gideceğiz. Gemel, hançerden ümidini kes mişti. Hayretle sordu: — Nerede bulundu? — Selimin belinde... Yaşlı korsanın gözleri döndü: — Nasıl olur, Sitti? Selim çoktan- beri bizim gemiye ayak basmadı. Hacer hiddetinden yerinde dura miyordu: — Onun gemiye gelmesine lüzum yok. Ben sana, Selimin gemimizde gizli bir eli vardır demez miydim? İşte, benim hançerimi bu gizli el çaldı. Ve yaşlı korsânın kolundan çekti: — İlkönes Selimden hançeri ala- hım... Ondan sonrada ona yardım eden bu gizli eli bulmağa' çalışalım. Hacer, yüzerek gelen korsana sor- du: — Vasilyos yakalandi mı? — Hayır. — Uzaktan yükselen kara duman- lar nedir? — Selim, Vasilyosun sığındığı or- manı yaktı. Fakat, prens ve adamla rı kaçtılar. Selim ancak bu bak dırı çıplaklardan. elli kişi kadar ele — Selim, demek ki, cesaretine de. gil, benim hançerime güvenerek gi rişti bu işe?... — Evet, Sitti! Ben kulağıma duydum. Selim, kendisinin bu savaş- tan muzaffer döneceğini umuyordu. — Gene mağlüb dönmüş sayılmaz. ENİ esir almış, ormanı yakmış... Va- silyosu yakalıyamamak, mağlüb ol- mak demek değildir. Fakat, hançeri. mi eline alıp ta ateşe dalsaydı, or manm öte yanında bir yere sığınmış olan Vasilyosu da diri olarak yakalı. yapllirdi, i a ye