— İnsan evvelâ Konuştu mu yoksâ. garkı mı söyledi? İstanbul konser- vatuarı Koroşe- fi Muhiddin Sa dak doğrudan doğ- Tüya musiki ilmi- Je alâkadar olmi- yan bu sualime cevab vermedi de, Şarkının hareket noktasından söze — ik çağlarda toplu (o söylenen, adma <senfonya denilen şarkılarla, gene toplu söyle- nen ve adına antifonya denen şarki- ler vardı... Bin, on bin, yüz bin kişiyi bir araya toplayıp bir ağızdan şarkı Söyletecek olursak, mühim bir şey yap- Mış olmayız, bugün için esaslı bir ko- To meydana getirmiş olmayız, çünkü hep bir ağızdan şarkı söyliyenler tek $es sayılır. Bu ilk çağlardaki senfonia Olur. Seslerin biribirine imtizacı de- mektir ama anha minha tek sestir. Antifonia da oktavlı şarkıdır. Antifo- niada oktavı düşük seslerin bir arada İmtizac ettirilmesidir. — Peki koronun değeri nedir? — Orta çağların ilk terakki hamlesi Organum oldu: İki sesin birbirinden ay- Tilması, Bir ağızdan şarkı söyliyen iki kişinin sesi, ilk çağlarda olduğu gibi biribirine memzuç kalmadı, biribirle- © Yinden bir «kart» ayrıldılar fakat ay- nlr aynlimaz yalnızlıktan korkmuş Bibi gene derhal birleştiler, 9 uncu asırda ses çok ileri bir adım Attı O zamana kadar biribirinden bir kart ayrılıp gene derhal birleşen ses- ler, biribirlerinden daha fazla ayrıl mâğa başladılar ve şarkı müddetince, bir daha birleşmediler, ancak biribir- lerine muyazi devam ettiler, 12 nci asırda yeni ve büyük bir te- Tâkki hâdisesine daha şahid oluyoruz. O zamana kadar «intervalle dissonantı telâkki edilen tiyers, majör, minörler, 12 nci asırda «intervalle consonant» telâkki edilmeğe başladı. Burada muhiddinin sözünü kes- 16 ncı asrın sonlarile 17 nci asrın başlangıcı, İngilterenin yaşadığı en elim devirlerdir. Elizabetin ölümün- den yani 1603 den 1660 a kadar İn- Bitere dahili harbler ve ihtilâllerle kana bulandı, İngilterenin en meşhur bestekârları bu devirde yetişti. Alımanya dünyanın en musikişinas melletidir derler, Bunun böyle oldu- ğu muhakkak, Ancak Alman musiki- #i 1792 den 1870 arasında inkişaf etti, Bu zaman da Almanyanın en elim an- larıdır, Mütemadi harblerde mağlüb olduğu tarihlerdir. Fransız musikisinin de iki büyük inkişaf devri vardır, 16 ncı asırla 19 uncu asır, Bu iki asır da Fransanın mağlübiyet ve hüsran devreleridir, İngilterenin, Almanyanın, Fransa- nin bu bahsettiğim elim zamanlarda Musikide neler yaptıklarını, belli baş- Mı musiki üstadlarını yazabilirim ama, «dissonant ile «consonante nın mu- #ikide ne demek olduğunu anlata- Mam, Bunun için ne demek oldukle- Za Muhiddine sordum, Şöyle anlat- a; — İnsan kulağı şayanı hayret bir teşekküldür. Bir çok hayvanlar gibi insanlar kulaklarını kaldırıp indire- Mmezler, sağa sola oynatamazlar ama İnsan kulağının içindeki hareket ka- biliyeti hayvanlarınkinden çok üstün- dür... Ayni zamanda şarkı söyliyen iki 8esi dinlerken kulağımızda bir intiba Uyanır. Bu intibam bıraktığı hissi de iki kısma ayırırız: «Consonant «- mü- tavafık, «Dissonant — mütenafir»... Mânasından da anlaşılacağı gibi mu- tavafık sesler kulağa hoş gelir, kulağı hiç yormaz, âsabı âdeta teskin eder, Yücude bir rahatlık verir, tapkı kati Söylenmiş kısa bir cümle gibi: Hava bugün güzeldir!.. Oh, havanın güzel olduğunu derhal anlarız, içimiz rahat eder, Mütenafir sesler, aralarındaki ahen- 8€ göre kulakta müphem, çekici, bek- letici bir intiba uyandırır. Bir ses ar- kasından gelmesi İsteklenen başka bir ses bekletir. Bu bekletici, çekici fa Jaya dissonant yani mütenafir İstanbul konservatuarı Koro heyeti Ama nedir?.. Ne olacak?,, Bekleriz, sâ- bırsızlıkla sonunu öğrenmek İsteriz. 12 nci asra kadar tiyers, do - mi, do - mi bemol, la - do mütenafir fasıla sayılırken 11 nci asırda mutavafık fa- ala olduğu anlaşıldı ve o tarihten iti- baren üç ses üzerine şarkı söylendi. — Ya dört ses?.. Dördüncü ses nere- den çıktı? — İki ses biribirinden bir kent ayrı kp birleşmeyince ve biribirlerine mu- vazi devam edince - tenor ile deşan meydana gelmişti. Mütenafir fasıla- Jarın mutavafık olduğu anlaşılınca kontralto ile bas da meydana çıktı. 14 üncü asra kadar bas, tenor, alto, Koro şefi Muhiddin Sadak soprano sesler şarkı söyledi. Fakat bütün fasılalar mutavafıktı. Üç yüz sene biribirine muvazi sesleri dinle- yenler nihayet bıktılar, usandılar, Ni- hayet 14 üncü asırda tamamile muta- vafık akordlar kaldırıldı, artık nota- larda oktavlarla kentler biribirlerini muvazi takib etmiyorlardı. 16 ncı asır- da bu sistem tekâmül devresine girdi. Bugünkü korolarda sesler biribirleri- ni muvazi takib etmez, biribirlerine amud da gelirler, şakulide ve biri iler- lerken diğeri geriler... Kısaca söyliyeyim 16 ncı asrın mah- sulü olan musiki polifonik musikidir. Polifoni, başka başka seslerin ayni zamanda duyulunca başka başka bir ahenk vermesidir. Bunun aksi omo- fonidir. 16 ncı asırdan bugüne kadar sürüp gelen musiki polifonik, bütün şark musiki omofaniktir. — Ya melope nedir?.. Sunli sordum ama, ne olduğunu biliyorum: Çölde maval okuyan bede- Yinin feryadı, tarlada yanık yanık türkü çığıran köylünün sesi, çobanın kavalı, zencinin tamtamı, çingenenin zurnası... -— Bülbül sesi dedi. Şarkı söyliyen biri için: Kuş gibi şakiyor! demek il- tifat değildir. Kuşların çıkardığı ses- ler bugünkü musiki konsepsiyonuna gö- re musiki elemanı olan sesle, egamme diatonigues ile alâkadar değildir; me- lopedir. Bir zaman, ilk çağlarda kıy- meti varmış, çünkü melope pratik melodi talimidir. — Garb tekniğine uygun Türk mu- sikisi halk şarkılarından doğacak di- yorlar; şu halde.., Muhiddin Sadak sözümü kesti: — Halik şarkılarının bugünkü mü- zik telâkisine nazaran büyük değeri olamaz. Filvaki Bethofen, Şopen, Vag- ner gibi beste dâhileri halk şarkıları- nın temlerinden ilham almışlardır ama bu onların kül halindeki musiki- leri üstünde rol oynamamış, tesir bi- rakmamış ve bu bestekârlar halk şar- kılarından ilham almış olmakla şöh- ret bulmamışlardır. Dedim ki: — Ankara filarmonik orkestrası... Muhiddin gene sözümü kesti: — Bir şehrin zengin insanları bir araya gelip bir cemiyet kurarlar. Herkes kendi kesesine göre bir para taahüd eder,bu para toplanınca o şehrin müzisiyenleri davet edilir, bu para onlara verilir, onlar da bu para mukabili konser verirler. Konserin hasılatına gene cemiyet âzasının ta- ahhüdleri eklenir ve tekrar konser verilir. Bu hal zincirleme devam eder. İşte bu suretle toplanıp konser veren orkestraya filarmonik orkestra denir, Bizde filarmonik orkestra yoktur... Bir yandan cuma gecesi verilecek 'Korto, bir yandan da 28 nisan perşem- be gecesi verilecek koro konserinin provalarına çalışan İstanbul konser- vatuarının kıymetli profesörünü da- ha fazla yormak istemedik. Esasen sorulacak başka bir şeyim de kalma- mıştı, Tarihi 'Türk konserleri diyecek olsam belki gene sözümü kesecekti, bunun için başka bir şey demedim. S.İ 8. Londra hayvanat bahçesinde küçük aslanların sabah tuvaleti, Bir aslanın tüyleri fırçalanırken diğerleri uslu uslu duruyorlar, Fakat acaba ne zamana devir: Bugün hava güzel olacak ama.) kadar böyle duracaklar? — Ömrüne berekef, bir tulü ettir- mişsin ki beybabatığım!. Kâğıdın üzerine inciler, cevahirler dökmüş- sün!.. Hakikaten kaleminden kan damlatmışsın!. diyerek Yümni efendi- yi kucaklamış kucaklamış, nihayet elini de öpmüştü: — Bu bu kadar olur. Namık Kema- lin, Ebuzziyanın, Ahmed Mitatın ka- lemi kaç para eder bunun yanında?.. Ve Nabil saniyi o akşam bırakma- yıp mükemmel bir içki ziyafeti çek- tikten sonra Pirinççiye de beraber ge- tirmişti. Gazinoda tarafa gitti- ler, Sandalyelere kuruldular. Orada- Kiler de yanlarına sıkıştı. Mabeyinci bey markalı altın taba- kasını, altın saplı bastonunu masanın üstüne koydu, Setresinin yakasındaki minyatür nişanlar iyi gözüksün diye pardösüsünü çıkardı. Yüzükler dolu elini çenesine dayadı. Küçük Karakaşyana evvelâ ufak bir baş selâmından ve bir kaç çeşmiçerez- den sonra, duduya arzuhallik kâğıdı usulca uzatıverdi: — Clelme ver, teyze!.. Dudu kâğıdı alıp sahibine vermeğe Kalmadı, dışarıda dan, dun silâh ses- leri... Gazinonun içi biribirine karışmış- tı. Garsonlar koşuşuyorlar; ortalık allak bullak: — Kapıcılar kâhyası Musa ağa gür Nba? — O, tabancayı içeride atar. — Çeşmemeydanlı Uyuz Raşid de- — Adamcağızın ahretten gelmesi yaklaştı yahu!.. — Galatalı Zorba Lefter olacak... — Haddine mi düşmüş?.. Onun piri Çakanoz Yani burada, Kokusunu 8€z- Nihayet, hademei hâssai şahaneden Amavud meşhur Deli Abdül gözüktü. 'Tam kabadayı tek başına gezer-ve | oda yalnız. Bir elinde Karadağ taban» cası, öbüründe fil kuyruğu kamçı, gözler kan çanağı, yıkılarak içeri gir- di: — Bre bre bre!.. Vallahi efendim hakladım içisin. Çim bana karışır, be- nim o karadağ patlattırtıran, Padi- şahımın sayesinde çeyfim ben!.. Silâh seslerinin ne olduğunu anla- mağa çıkmış, tabancanın sapını su- Tatlarına yemiş olan iki garson, ağız- larından burunlarından kanlar aka aka dönmüşler, tezgâhın arkasına sinmişlerdi, Deli Abdül, horuldar gibi bir solu- yuşla, o duvar senin bü duvar benim derken, camekâna çarptı, Şangır şun- gur aşağı indirdi. Avaz avaz kuman- dada: — More çalın hümayun marşı!. Tavus kuyruklarını çıkarmamak için morara morara yutkunuyor; soluk alırken gene bağırmada: — Çesmeyin, daa çalın; en çerem çalın, yüz çerem çalın, bin çerem ça- un!.. 'Midesini bastırırken sade kahve, Ji- monlu su yetiştirdiler. Birer yudum aldı. Bulantısı aravermiş olacak ki dili daha rahatça oynıyabildi: — Padişah babam bucün bana yuz Jira ihsan etmiş, Yiyeceyiz onu bura- dal. İzahat ta veriyor: i — Ayvaz Rus ressamın (1) içi adam kantarlık Merdiven kırilmış, bir elle tutmuş kurtarmışım o tasviri. Şevketlimden bir torba altın gidim! Gazinodekilefin hepsi fare deliği bir Paraya. En evvel, kırık camekândan fertiği kıran Pemibeten Eşrefti, Küçük Karakaşyan da yok oluvermişti. İrfan, Arnavudun gözüne ilişti! — Nereye.emşerim, burda eğlenece- Ziz!.. diye eteğini yakalamış, bırakmı- yor. — Sen bizim eemşerisin. Hâs bah- çenin içinci bahçıvanı Matlı Zeynelin kardeşi Rızasın more!, diyerek asılır- ken, gencin kimin nesi olduğunu sor- du. Abdülmennan paşa zadeliğini du- yar duymaz, büsbütün yakasına ya- Pişti : — Cidemezsin burdan, Senin baban benim paşamdı, Yanyada valiçen ben zaptiye çavuşuydum... Yanına oturttu, Merhuma hürmet olarak fesini düzeltti; ellerini göğsü- ne kavuşturdu; hukuk güdücü ve ha- tır sayıcı bir hal takındı. Üstüste rah- metler okurken, gene gözleri dönüver- di: — Şimci burdan sözüm ona fesli bir kancık kaçtı. O babanın kaini her- cele midir? İrfan, baş salladı. — Şe yiyeceğim onu ben. Ama ye- meden, karşımda öynatlırtıracağım, sonra karadağı çekip gebettirtirece- gim o namussuzu, o dürzüyü. Valla- him em de tallahim!. Gazinocubaşı, garsonları el pençe divandalar... Deli Abdül masanın üs- tüne koskoca karadağ tabancasını, fil kuyruğu kamçıyı koydu. — Cenem yar! diyerek beline sar- 4 usturpayı, koltuğunun altındaki saldırmayı gösteriyordu. Gürledi: — Çalın bir çeyifli hava, oyun ha- vasıl., Saz takımı" (İlkbahar olunca mev- sim, şen olur dağlar) 1 çalmağa baş- Jadı. O dudakları kıpırdamıyan, naka- ratların bir kelimesini mürüvveten ağnndan çıkaran nâazlım Beşiktaşlı, şahdamarlarını oklava gibi şişirerek hançere paralamada, Etrafta on, on beş kişi kalmış kal- mamıştı, Onlar da bulut olmuş, yerle- rinden kalkamıyacak müşteriler. Ab- dül bir daha haykırdı: — Meyhaneci kapat kapıları, bu cece burası benim, buradaçiler de misa- firim. İçin, oynayın bey biladerler!.. İrfana da balta: — Cidersen temelinden yıkarım bu- rayı billâhi. İstersen, senin evine ka- dar cetirtirtirim bu çalgıcıları!.. Bir emir daha savurdu: — Beşiçtaşli, Yahudi, oynayın bre karılar!., İkisi de hemen ortaya seğirttiler, Sofide, parmaklar şıkır da şıkır, omuz titrete titrete, bel kıvıra kıwıra ne Oy- nayış. Yahudi daha fazlasında; avuç- Jarında iki tahta kaşık, tıkır da takır, diz çöküp yerlere eğiliş, saçlarını dö- küş... (Arkası var)