, m Bayan Fatmayı tanış mısınız? — Çok eskidenberi tanırım, — Nasıl bilirsiniz? »— Mükemmel kadındır. — Ne gibi? «— Sümüklü böceğe, aksi sedaya, v8 İstanbul yollarındaki saatlere benzer. — Neden mükemmel kadın olduğu- nu anlıyamadım. — Anlatayım. Sümüklü böceğe ben- ger, çünkü kabuğundan hiç çıkmaz, aksi sedaya benzer. Ne sorarsanız c&- vabını alırsınız. İstanbul sokakların- daki saatlere benzer, çünkü daima iş- ler. — Peki bayan Ayşeyi tanır mısınız? — Tanırım amma hiç de medhedi- lecek kadın değildir: Sümüklü böce- ge, aksi sedaya, İstanbul sokakların- daki saatlere benzer. — Neden medhedilecek kadın olma- dığını anlıyamadım. — Anlatayım. Sümüklü böceğe ben- ger, süse meraklıdır, nesi var nest yok- 4a üştünde taşır, Aksi sedaya benzer | çünkü. kendi hiç bir fikri yoktur, ne duyarsa onu tekrar eder, İstanbul 80- kaklarındaki saatlere benzer, çünkü yalancıdır, ya geri kalır, ya ileri gider #nsanı aldatır! Emir Kocasi sordu: — Sahiden bu mantoyu istiyor mu- sun? Karısı derhal cevap verdi: — Evet, Kocası gülümsedi: — Senin her arzun benim için bir «amirdir, fakat bilirsin ya, ben emirle hareket eden kocalardan değilim! Acıkan Cafer kasaptan et alıyordu. Dükkâ- na çok telâşla biri girdi: — Çabuk bana yarım kilo şığır ke- miği ver! dedi. Sonra Cafere döndü: — Affedersiniz, sizin sıranızı aldım galiba? Cafer gülümsedi: — Beis yok, dedi, siz çok acıkmış- sınız! Atma Meşhur palavracı e am Mari- 1s anlatıyordu: — Erkek, kızı öyle hararetli öptü, öyle hararetli öptü ki, bu hararetten kızın ağzındaki altın dişler eridi!., Bir Alman zırhlısı, ilk defa, Japon Alman gemisinin kumandanı tek kelime japonca bilmiyordu. Japon amiral gemisini ziyaret töreninde, Wapon amiralinin elini sıktı, ve eğildl... Herhalde o nasıl tek kelime je- ponca bilmiyorsa, Japon amirali de tek > kelime almanca (o bilmiyordu. Nereden bilecekti. Alman kumandanı Uapon amirali tek kelime almanca bilmediğine kani olduğu için alman- ca mırıldandı: — Xirmi bir yirmi iki, yirmi üç... Japon -amirali de bunun üzerine hürmetle eğildi ve fasih bir almağa Me indkabele etti: — Yirmi dört, yirmi beş, yirmi altıt. Mektup Daktilo — Bana sorarsaniz.. Patron — Sana hiç bir şey soracak değilim. Sen kendi fikrini bir tarafa bırak ta, benim ağzımdan ne çıkarsa aynen, kelime kelime yaz... — Peki, Öğleden sonra patron daktilonun yazdığı mektubu okudu: «Bayın bay, 17 tarihli mektubunuzla istediği- niz mallar faturamızda gösterilmiştir. Mehmed bir kahve söyle.. Tenzilâtın.. 'muhasebeciye sor bakayım geçen #8- fer ne kadar iskonto yaptık.. miktarı- ni biraz daha arttırmak için.. bu sa- bah masamın üstünü iyi temizleme- mişler... imkân bulunamadığından eski şartlar içinde siparişlerinizi... su istemem, yalmz kâhveyi bırak... Gön- derelim mi, göndermiyelim m1? 'Say- giar.» Ha! Komşusuna dedi ki : — Senin tavuklar benim bahçemi her gün bozuyorlar, bunün farkında mısın?. — Farkındayım. — Nereden farkına vardın? — 'Tavuklarım her gün birer ikişer eksiliyor da... T Gazetecilik Almanca Kolonya Zaytung yazıyor: — Anvers şehrinin düştüğü haberi katileşince, şehirdeki bütün kliseler çan çalmağa başladılar. Fransızca Mater gazâlesi yazığor: yazdığına göre, Anvers , düşünce, pa- pazlar, klise çanlarını çalmağa icbar edilmişlerdir. İngiliz Taymis yazıyoğ — Maten gazetesinin! Kolonyadan aldığı bir habere göre, | Anvers şehri düştüğü zaman, klise çanlarını çalmak istemiyen Belçikalı papüzların vazife- lerine nihayet verilmiştir. İtalyanca Kuriye Dellesera yüzıyor: — Taymis gazetesinin Paris vasıta- sile Kolonyadan aldığı bir habere gö- re, Anvers düştüğü zaman klise çan- ların: çalmak istemiyen Belçikalı pa- pazlar ağır kürek cezasına mahküm edilmişlerdir. Fransızca Maten gazetesi yazıyor: — Kuriye Dellaseranın Londra vası- yakalayıp, başaşağı, çanların içine asmışlardır. Tablo Ressam, balkonuna oturmuş, kızıl, sarı, eflâtun renklerle.gurubun Tes- mini yapıyordu. Bir aralık arkasma uşağı geldi ve yapılmakta olan resme bakmağa başladı. Ressam da tablosuna baktı baktı da coştu, uşağına: — Ne mutlu sana dedi, her gün, her saat hilkatin bin bir güzelliğini seyrediyorsun. Gök yüzünün her an değişen manzaralarma gözlerini di- kiyorsun... Berrak ve şeffaf, şarktan garbe doğru yayılan ateş rengi şafağı, kızıl ve sarı adacıkların bir göl için- de yüzdüklerini seyreğiyorsun...-Ge- cenin, karga kanadı kadar kara, par- çalanmış bulutların, ayın etrafında döndüğünü görüyorsun değil mi?.., Uşak içini çekti: -—— Hayır, rakıyı bıraktım bırakalı artık böyle şeyler görmüyorum!... Tamam Öğretmen çocuklara «ana> nin an- lamını tarif ettikten sonra sordu: Kölonya Zaytunğ güzetesinin | Bay Pintican bekârdi, kafası daz- laktı, zengindi. Ama pata işlerine ka- rışmazdı. Bütün malı mülkü ve bu mal mülkün idaresi dadısı bayan Ak- hermezin. idaresindeydi. Bayan Aklı- ermez bay Pinticanla beraber büyü- müştü. Âdeta kardeş olmuşlardı. Bay Pintitanın - metresi de yoktu. Bayan Akliermez onun bir kadınla sıkı fıkı bağdaşıp yaşamasına, para yedirmesine izin vermiyordu. Ne-lü- sum vardı böyle şeye... — Elini sallâsan ellisi! diyordu. Buna rağmen, bay Pintican fpek gibi bir sevgili bulmuştu. Haftada iki gün buluşuyorlar, gezip dolaşıyorlar, eğleniyorlardı. Bir gün, tam buluşacakları gün ipek gibi kadından mektup aldı. Artık gi- diyormuş, genç birile evlenmiş, başka bir şehirde oturacakmış... Gördünüz mü siz eksiliği!.. Bayan Aklıermez: sokağa çıktılar. Büyük caddeden aşa- | Boyuna söylüyorlardı. Kadın gülüm- ğı doğru yürümeğe başladılar, Bir mağazanın kapısında, fındık kurdu gibi bir bayan duruyordu, Bay Pintican bayan Akltermezden ayrıldı. Hemen fındik kurduna yaklaştı: — Güzel bayan, size refakat edebi- Mir miyim?., Kız şöyle bir irkildi: — "Terbiyesiz, dedi, arabanı çekip gider misin, yoksa seni polise vere- yim mi?. Bay Pintican süklüm püklüm geri döndü. Bayan Akliermez sordu: — Ne oldu?.. — Hiç, birine benzettim de.. — Yat. "Yürüdüler. Hem konuşuyorlar, hem de bay Pintican gelip geçen kadınlara bakıyordu. Bir aralık gene bayan Akhermeze: — Hele biraz dur! dedi. Ve kürkiğ, şık bir kadının peşine takıldı; — Bayan, size refakat edebilir mi- — Üzülme dedi, gel seninle sokağa | yim?. çıkalım. — Haydi çıkalım dadı. ... Kadın şöyle bir döndü; — Bay hay, dedi. Bay Pinticanın ağzı kulaklarına Bay Piuticanla bayan Aklermez;| vardı. Talâikatini, belâgatini arttırdı, süyordu.. Nihayet kadın bir ötomobilin önün- de durdu. Kadın bindi ve bây Pinti- cana dedi ki: — Beni hayli eğlendirdiniz, ama malüm ya, en güzel eğlenceler kısa Ve otomobil uzaklaştı. Bay Pinti- can kaldırımda. kala kaldı. Şimdi ne yapacaktı?. Uzaktan bayan Aklıermez koşa ko- şa geldi" — Yahu sen bugün deli mi oldun?, Fokat bunu söylemeğe daha vakit bulmadan, bir sivil memur bay Pinti- canın omuzundan yakaladı; — Buyrunuz merkeze!., Merkezin kapısında, sivil memur bir arkadaşına izahat verdi: — On beş gündür, genç kızları ah- 1Aksızlığa teşvik eden bir erkekle bir kadını arıyorduk, işte ele geçirdim... Bay Pintican, yanlışlığı anlatıncıya kadar akla karayı seçti ve o gün bu- gündür artık evinden - dışarı çıkmı- rk Bayan Aklıermez de görücü gezi- 18 Şubat 1337 Türk genci bugünün işini yarına bırakma! Her işi Medeniyetin en büyük terakki âmil lerinden biri zamanın kiymetini bil- mek ve onu iyi kullanmaktır. Bundan bir asır evvel yirmi saatte güçlükle yapılamıyan bir işl bugün kolaylıkla bir saatte yapıyoruz. Hem zamandan, hem kuvvetten tasarruf ediyoruz. Ya- pılacak bir işi biraz sonraya birakmak | Aldığı bir tezkereyi | çok zarar verir, zamanında okumayı ihmal edişi (7. Cesar) a âyana geldiği vakit hayatı- na mal olmuştur. Zafer bir işi tam vaktinde yapmağa ve hiç bir fırsatı kaçırmamağa bağlı- dır. Bazan ufak bir tereddüd mağlü- biyeti intaç edebilir. Napolyon zamana çok kıymet verirdi. Onun için de her harpte galebe güler yüzünü kendine gösterirdi. Fırsattan istifade zafer, te- reddüd hezimetten başka bir şey ifade etmez. Napolyonla muharebelerinde Avusturyalların harbi kaybetmesinin sebebi, beş dakikanın kıymetinin ne olduğunu bilmediklerinden ileri geldi. Nitekim - Napolyonun da (Waterloo) ordusunu harb meyda- muna biraz geciktirmiş olması sebeb ol- dü: O hekime kanli Gain Bire adasına gönderdi. Bir darbı mesel | dir her zaman yapılabilen şey hiç ya- pılmıyacak olandır, derler. Bugün yapılması mümkün olan bir | işi yarına bırakmak kadar fens bir ha- reket tasavvur olunamaz. Çünkü ya- rma kalmasında bels görülmiyen her hangi bir iş, bir hafta sonraya da kala- bilir. Bir mektub alırsınız, ona derhal c&- vab verdiniz mi, ne âlâ! Yarına bırak- tınız mı, çok kere o mektub cevabsız kalmağa mahküm olur. Avrupada bir çok kere büyük ticaret evleri mektup- larını günü gününe yazarlar ve hiç bir muhabereyi bir gün sonraya bırak- mazlar, Bir işi ertesi güne bırakmak, onu kısmen ihmal etmek, kısmen de unut- mak demektir. Gökteki seyyarelerden biri bir saniye hareketini tehir ede- cek olsa kâinat altüst olurdu. Karar- larını âninde tatbik etmiyen, gün geç- tikçe onları hiç tatbik edemez, (Sir Walter Ralelgh) den bu kadar işi birden nasıl : görebilirsiniz? diye sormuşlar. O da cevaben üzerime al- dığım her işi derhal yaparım da ondan demiş. Bir anda kararını verip bir işi yapan kimseler, bazan yanılsalar bile, kararsızlıkla tereddüdle iş yapanlar- dan daha çok muvaffak olurlar . Meşhur İngiliz terbiyecisi (Cotton) «Yarin! Ben böyle bir kelime tanımı- yorum, diyormuş, Yarın! Bugün peşin para alıp yarın veririm diyen insanlar kadar yalan bir şeydir. Yarın! Ben ih- sanların hayat takviminde böyle bir zaman bilmiyorum. Bir işi yarın yapa- rım diyenlerin vadine kanmayın, yarm yok! Var olan bugündür!> dermiş. İcra edilmiyen kararlar, geri gelmi- yen fırsatlar, yerine getirilmiyen vait- ler, tutulmuyan sözler hep yarına bi- Takılanlardır. Demir tavında dövülür. İşte bir darbımesel ki altınla kıymeti tartılır, Karartızları tedavi için bir ilâç var- dır; Onları derhal iş yapmağa alıştır- mak. Biraz tereddüd her şeyi mahıve- tam vaktinde gör! Çok kimseler vardır yatağa ertesi sâ bah erken kalkmak hiyetile girerler, ne yazık ki gene geç kalkarlar, çünkü ira- deleri zayıftır. Hayatta elde ettikleri muvaffakıyet lerle şöhret alan büyük adamların ço- ğu sabahları erken kalkarlardı. Büyük Petro tulü'la beraber kalkar- dı. «Mümkün olduğu kadar bhaystı İ uzatmak istediğim için mümkün öl- duğu okadar &z uyuyorum.» dermiş. (Alfred le Grand) tulu'dan önce kal | karmış, Kristof Kolomb Amerika seya- hat plânını sabah karanlığında hazır- Jamış. Napolyon en büyük taarruzları- nı fecir vakti tertib edermiş. Copernic elli üç yaşında İken: «Güneşle müsa- İ baka ediyorum. Şimdiye kadar daha İ bir gün benden evvel kalkamadı!» der- Miş (Walter Söott) yaz kış sabahleyin beşte kalkar ve öğleden “evvel bütün işlerini bitirirmiş. Vücudu hali sıhhat- te olari bir adama sekiz sâat uyku”kâ- fidir. Hattâ bazan yedi bile, Bu Kadar uykudan son'u tüveletini yapıp giyi- nip işe gitmelidir. Het iş vaktinde gör- möğe alışan kimseler sözlerinin de eri olurlar, Randevu yerine dalma verdik- | leri sözden evvel gelirler, Onun içindir | ki verdiği sözü tulmuıyana yalancı der- ler. İngilizler şöyle der: «Sizi bekleten, İ söz verdiği saatte gelmiyen bir adam sizin zamanınızı çalmış demektir, Za- manınızı çalan paranızı neden çalma- sın?» Bir saat vakit çalmakla yüz kuruş çalmak arasında fark şudur: Bir saat- lik zaman çok kere yüz kuruştan kıy- metlidir. Bir gün (Washington) a kâtibi «Saatim geri kaldığı için geç kaldım!; diye özür dilemek istemiş, O da ceva- ben: «Ya siz doğru işliyen bir saat alı- nız veya ben vaktinde gelen bir Kâtib âlayım!» demiş. Franklin daime geç gelen ve çabu- cak da kendini kurtarmak için bir s&- beb bulan açıkgöz uşağına: «Dikkat ettim çabuk mazeret icad etmesini bi- lenlerin hayatta başka bir şeye yara- madıklarına kani öldüm.» demiş, Bir gün Napolyon generallarını ye- meğe davet etmiş nasılsa biraz gecik- mişler. Kendisi oturup yalnız başına yemiş. Bu sırada generalların geldi- ğini görünce: «Baylar! Yemek vakti geçti. Şimdi işimize bakabiliriz!» demiş. 'Blüher dünyanın tanıdığı en mun- tazam adamlardan biri imiş. Onun için kendisine «Önde giden mareşal!» adı- nı vermişler. İnsanları tam vaktinde iş görmeğe alıştıran yegâne vasıta mekteblerde zamanı haber veren zil veya trempet- tir, Ona ayak uyduran her genç bütün hayatında vaktinde iş görmeğe alışır. Vaktinde iş görmeğe alışmıyanlar trene yetişemezler, vapuru. kaçırırlar, Dostlarını bekletirler, Ve bilmek lâ- zımdır ki hayatta dalma muvaffakı- yetsizliklere uğrıyanlar her verdikleri sözde, her tuttukları işte biraz geç ka- lanlardır, Verdiğiniz sözü tutun! Her işi vak- tinde yapın! Bugünün işini yarına bı- rTakmayın! Biraz sonra yok! Yarın yok! Bugün var! Şimdi var! Selim Sırrı Tarcan RR dp ür mrk hb e ln için büyük bir faaliyet göstermektedir. Geçen sene olduğu gibi bu sene de 230 çocuğa elbise, ayakkabı ve ders levazmu dağıtılmıştır. Resimde bu sene giy« dirilen çocuklar bir arada görülmektedir.