2 Teşrinisani 1935 AKŞAM. Istanbul sıraları üstünde... “İki âşık müşteri çıksa da şöyle bir Bebeğe kadar uzansak...,, « Ah keşke yünümle tığımı yanıma alsaydım. Şimdi kazağın kolunu tamamlardım » ocukken ilk okuduğ rı Manlardan biri Ahmed Mithat $fendinin tercüme ettiği o Pol adındaki kitabı idi, Bu üçük roman öyle hoşuma gitmiş- tiki hala birçok sahnelerini ol MAZ, ne in same müzake- Teler geçmez. gün bunlardan birine se pe şekli ile de bir Hoa Yor İni önüne açmış... Oku Ve düşünüyor: Acaba İtalya tibi Hab beş mi?.. Bütün dünya : Ni da herkesin halline çalıştı- Büy, iinde bilmeceyi düşü- Mu? Tatlı bir rüya kenara dayamış, kasketini ha- İ yırlı birevlât gibi yanı başına almış. Ellerini ensesine kavuştur- muş, kafasını — kaşıya tatlı bir şekerlemi dalmış. Belki a ve. net kapısından içeri gulken bir rm ge ip lal Enli aşırmı Fakat belki de ben peri Belki de uyuyan zatın ho- calıkla filân alâkasi yoktur, Bel- ki de bambaşka bir rüya görü- Or... Bir ev kadını İşte havayı biraz güneşli İ rünce çok sevdiği yavrusunu ala- rak şöyle bir gezintiye çıkan bir şefkatli anne... Yanına o gül gazetesini de almı: yakınlarda çok işittiği meyi soruyor: — Anne bu Musolini kim?.. reçelin nasıl pişirilec. “Ah, yünümle tığlarımı Çocuk bu bir keli- buki enne ev, kadın, moda sahifesindeki yeni tarif edilen bir eceğini okuyor.. Dalgın bir zat Son derece dalgın bir zat. si- iŞ Otomobillerini arka tarafa bı- rakmış iki şoför kanapeye yan gel- mişler... Belki de — anda birisi arkada- şina diyor — Gezi şöyle Bebeğe kadar Öteki cevap veriyor: — Haydi canım sen de... di âşıklarda para nerede?.. Hep. si meteliğe kurşun atıyorlar... Hi Feridun CEREYANLAR, KİTAPLAR Sahife 7 “Tunadan Batıya ,, Bay İsmail Habib, Tunadan Bilmiyene anlatacak kadı laydım bilenin hakkını yemiş olur- Yazıma, muharririn bu sözünü alışım, kitabının mevzuunu anlat- mamağa özür olsun diye değildir; bay nt Habib, İstanbul'dan Pa- ris'e kadar bir yolculuğa çıkmış, onu söylüyor, Anlatıyor demiyo- rum; çünkü, kendisi de itiraf edi- yor di sözü ancak bilenlere imiş... Sizin benim gibi onun gezdiği di- yarları görmemiş olanlar Tunadan ye okumasın mı? Yoksa okumak için yolculuk masrafı- na mı katlansın? Hayır, bay İs- mail Habibi, kitabının öyle bir yok culuğu göze alamıyanlar tarafın- dan okunmasını istemiyor diye ama bilmediğimiz, görmediğimiz yerler hakkında bil- gi edinmeği ummıyalım. Buna mukabil Tunadan Batı- ya'da neler bulacağız?.. Bay İs- mail Habib sanat, edebiyat der- ken ne anladığını söylemiyor ama kitabını birkaç sayıfa okuyunca seziyoruz ki, onün indinde sanat, lüzumsuz buluşlar peşinden koş- mak ve bunları, konuşma dilinin ayrı bir dilde, kâğıt üzerine dök- mektir. Bay İsmail Habib konuş- muyor, söylemiyor, yazıyor. O, ke- limelere âşık, ama kelimelerin se- sine değil, manasına değil, ken- dine âşık. Onlara dar ki her yanyana gelişlerinde muhakkak bir mana ifade edecek- lerini, hem de derin bir mana ifa- de edeceklerini sanıyor: Hi lı si di inanmış, o ka- izd. güzel; hem suyu, hem karası oldu- ğa için. Fakat olgun dolgun nehir, Gölün tepinmesi ne demektir? daha bunu anlıyamadan muharrir karşımıza bir muamma daha çı- > «Harekât sebatın....» İn- a boş! O söz hiç bir şey de- mek değildir, derin gibi gözükme- sine bakmayın. Bu hükmü verip de içiniz rahat- layınca «göl tepinir»in niçin ya- nin böyle bulduğunu söylemekle de iktifa edemiyor; bizi de inan- dırması, ispat etmesi de lâzım ol duğunu sanıyor, Kara ile denize bi- rer kusur (durmak ve sallanmak niçin kusur olsun?) bulmuş, göle bulamamı mi” Olmaz, hem tenazür de boz e yapsi yor aileni gibi bir «ku- sur» daha ai mekx gelmiş, göle uysun uymasın kullanıyor. Bir cümle daha: un, aramış, aramış, aklına «tepin- «Bükreşte bizim parayla bile, milyoner olarak yüzlerle varmış; er hu Babat kereste... Yani top- rağın altı, üstü, tümseği.» Tümsek de ne oluyor? haydi or- mana «tümseks diyelim, fakat yi- ne yerin üstü değil mi?, demeyin; mademki bay İsmail Habib, Ruman- yalıların zenginlik menbaı olarak bir şey bulup çı mail Habib'in SE Neda le bir tenazür aşkı, hastalığı, istip- dadı vardır. Bay İsmail Habib teşbih, istia- re aramaktan da kurtulamıyor. O kadar ki teşbihsiz, istiaresiz yazsa Teşbi- le arka — diziliyor ki mana karışıveriyor «On sene eli Bulgaristan seyahatimizde Varnaya geldiği. miz zaman, Rus harbinde gönüllü yazılmış akpak bir Türk bize, o zamana ait bir türkü okumuştu. Geniş omuzlu, pehlivan yapılı, se- parmaklarile tempo tuta tuta; baş- ka bir âlemin içine dalmış gibi d. rin, mağaralardan fırlayan kay- naklar gibi perdesi gittikçe kaba- ran bir haşmetle, çelik tulgalara vizraları sadalar'gibi erkek sesi- reğinden kopararak ve yü. reklerimize akıtarak söylüyor.» Zihnimiz karışıveriyor, bir kere oli retecek, bilmediğim bir şeyi sez- direcek sözleri tekrar tekrar oku- yayım; iyi, ama teşbih, istiare ha- tırı için buna katlanılır mı? Arka arkaya birkaç ayni siganın ayni zamanı ile bit- mesi pek hoş olmaz derler. Bay İsmail Habib bu kusura düşmeme- ğe belli ki çok çalışıyor. Fakat bunun pek belli olması yazının ta- mı da kaçırıyor. Onun daima ça- lıştığı, üzendiği, kitabını konuşma» yazdığı ber sayıfada, her sa- tırda belli; o kadar ki bay İsmail Habibin yazısı kendi kendini «pa- rodier» eder gibi bir hal alıyor, mihaniki oluveriyor. Kara gibi dur: muyor, deniz gibi sallanmıyor, göl cümlenin gibi mi2 nehir gibi akmı- yor, hani şu yerde durmadan ça- trdıyan ipler gibi çatırdıyor. Havai fişek olsa iyi, türlü türlü ışıklı renkler görürdük, bir şey öğ- renmesek bile gözlerimiz kamaşır da renk gördük sanırdık. Hayır, o po orununun arabasını alıp gel- miş bir ihtiyar... Canı sıkılıy. kitapta rengin sıfatları var, kendi — yünümle tığımı yok... yanıma alsa di oğlu- Nida noktası da ne kadar bol!, m mamlamış olurdum. Tüü Nurullah ATAÇ 8 bir sabık imam, yahut bir «hocafendiy bastonunu bir (J1 cit 266 sahte, ( Matbaacılık ve Neşriyat T. A sivil, ri kuruş Ş) Gibi bir hal var.