55 AN h. S z - —U A EEMKE AA LR 9 arvumı LA Te S ÇTT g vEP” ULUS Tabii soğuktan, diyeceksiniz. Fa- k t aynı derecede bir soğukta her- ©8 aynı derecede üşümez. Bir oda- = içinde oturanlardan biri sıcak- şikâyet ederken bir başkası Paltosuna sarılır. t çok üşümekte alışmanın da, şüp- '©siz, tesiri vardır. Şimdiki genç yayanların büyük anneleri çabuk ©r ve elma kürklerine sım sı- de;'"ll'l'lıı'dı. Şimdiki gençler, çok a yaşlıca olanlar bile, yakası a- SIk ve kolsuz esvablara alıştıkla- Pmdm kış ortasır.da bile hafif gi- :"'Y"İı_r ve az üşüyorlar.. Kürk d anto giyseler de onu ısınmak için '?'lı modaya uymak için giydik- :':ı mantoların da yakası açık, >- ö oîllmdıkî bluzun da kolları ke- v masından belli oluyor. azm güneş banyosu yapmak .M'"hm da bayanların üşümesi- ni azalttığını itiraf etmek lâzımdır. çı.kht bu, sadece yazın büsbütün a- olarak kumların üzerinde yat- Mağa alışmaktan değil, güneşin cil- : k"__ll'tmnmdnn ileri geliyor. Ya- SN ş vücudlar kışın güneşte y daha az üşüyorlar. B_'lllmlı beraber üşümemek her- ;şht bir alışıklık meselesi değil- Cir. Bazıları soğuktan korkmamak için ne kadar cesaret gösterseler, &z giyinmeğe ne kadar alışmağa salışsalar, gene azıcık soğuktan çok üşürler, Onun için insan çok üşüyünce b ü yalnız alışıklığa hamlederek erkesten fazla giyinmekle kalma- Fo lelele e ELELLITILLLIILILLLLLLLDLLDDLD DDD L L L L L L LA HAYAT VE SIHAT ..lııııııııııııııııııııllıııııııılıııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııl İnsan neden üşür? LTTLLİLLİ Damarları — sertleşmeğe başlıyanlar çok üşürler. Sinirlilerin de çok ü- şüdüklerini bilirsiniz. Bunların hepsinden mühim, yani lan, bir u_ıbeh karaciğerin işini iyi ; W irle- rini iyi temizliyememesidir.. Kara- ciğerleri kifayetsiz olanlarm kış yaz sıcaklık dereceleri biraz aşağı olur.. Elleri ayakları daima az çok soğuktur. Daimi olan bu hal üzeri- ne, hava da soğursa üşüme dahra ziyade artar. Şurası insanım tuhafı- na gider ki karaciğeri yolunda iş- lemiyenler çok defa, şişmanca da olurlar. Şi ların çok üşü si lâzım gelir, çünkü derilerinin al- tında kendilerini soğuktan koruya- cak, soğuğa dayanabilmek için bol bol kalori verecek bir yağ ta- bakası vardır, £ Halbuki şişmanlığı yapan da, çok üşümek de karaciğerin iyi işle- idir. iğer iyi işlemeyi ce yağları eritemez, bunlar vücu- duün ötesinde berisinde toplanırlar, Fakat kalori teminine yaramazlar. Bir taraftan da — vücudumuzdaki zehirler temizlenemeyince üşüme artar Bazıları çok üşümelerine kar$şı biraz alkol içerler. Vücud sağlam olup da çok üşümek soğuğun tesi- rinden ileri geliyorsa biraz alkol iç- mek pek de fena bir şey değildir. Fakat karaciğerin iyi 'şlememesin- den, böbreklerin bozulmaya baş- 1 d sinirlerin zayıf olma- tok “ileü tırmalıdır. Her hangi bir sebebten kansız eai $ olanlar çok üşürler... Bunu eşli hastalıklardan yeni kalkan- » verem 'hastalığının başlangı- cmnd. bulunmaları isbat eder. unlarım aksine olarak, vücud- d _l_ıeılenmeıî ağır yürüyenler n;wk Üşürler. Böbrek hastalığı- başlangıcı insanı çok üşütür. X sından ileri gelen çok üşümeğe kar- şı alkol daha ziyade zarar verir. Çünkü karaciğer işlemeyince, böb- rekler açık olmayınca, sinirler za- yıf bulununca insanı alkol yaka- maz, soğuğa karşı kalori temin e- demez. İçilen alkol fazla bir zehir olarak vücudun içinde kalır, İnsanı daha ziyade üşütür. G.A. Aydında ziraat çalışmaları #YT Virusüsy suyallsdü u Tek avları tertib ediıerekıydbın dö: Muzları öldürülmektedir. Geçen sene 159_ domuz öldürülmüştür. Hükümet U iş için mükelleflere barut, küur- Şun ve fişek vermektedir. i AYn_ı müddet içinde 15000 portakal Bacı ilâçlanmıştır. İzmirde fütün ve indir salışı beıiı:,mr' (Hususi) — Bu yıl rekol- 1o gç bugüne kadar 22.300.000 ki- memı“ln satılmıştır. Muhtelif ecnebi leketlere şimdiye kadar 19000 incir ihraç edilmiştir. Kanya telefonu MerçAYa, - (Hususti) — — Konyanın, bağı n, Adana ve İzmirle telefonla "“:nmau işi kararlaşmıştır. Bu hu- tetkikler yapılmaktadır. ehir, şehirler arası telefonu da ,.âik'ulîftayı kadar işlemeğe başlı- Bursadan İrana ipekböceği fohumu gönderildi mureA YüT AA) MK a bnm şu İrana satmış olduğumuz (35) bin kutu ipek böceği tohumunun Irak hududuna varmış oldüğu Trabzon ti- caret odasından büuraya telgrafla bil- dirilmiştir. İlk defa dost İrana yapı- lan bu sevkiyat Bursa ipekçilik âle- minde mesud bir hâdise telâkki olun- muştur. Konyada buğday stoku Konya (Hususi) — Ziraat Banka- sı şehrimiz şubeiî._ buğday alırmını kısa bir zaman için tatil etmiştir. Bunun sebebi, bankanın elinde mev- cud silo ve anbarların tamamen dol- muş olmasıdır. Banka, bu vaziyet karşısında is- tasyonda mevcud anbarları kiralama- ğı kararlaştırmış ve bu yolda gere- ken teşebbü lerde bulu: Bu anbarların kısa bir zamanda kiralanacağı anlaşılmaktadır. Banka, anbar temininden sonra köylüden buğday alımına tekrar baş- Ştur. layacaktır. HUŞN Hayat, sen ne aüzelsin! Mi H Nakleden: N. B. Eski dostlar düşman olmaz bir, :;;yf' Tuğrul da imalarla dolu ile; D;ığ: Vet, ben de ayni fikirdeyim: lâ.z,q' Fikret Selimden kuşkulanmak A; tinepes da, Hüseyin Tuğrul li ama Ale oynamak istiyorlar; bu de oı.idîıkt"ıa mükayese edilmek ne- hı"yüumo?uma gitmiyor; hemen ka- Sti Yei h M SeBl!“u“ rakiblerim keşke bu Fik: S A” sibi olsalar.... Pacağrı Ynası iştir kişinin... Bence yâ> iç Üa yoy boşuna vakit geçirmeneki gda izze- Ko îifdi:.“ı“ rüyalarla dolu bir gece 8€ Dişima, Yüduüm, uyandım ve her uyâ” Celerimi, düşündüm, taşındım. Düşün- Di, her ç Rodbinliğimden gelmediği- iştiham Yi kendime, istikbalime, para İrca etmediğimi gördüm. fikirler Bibi bir servet avcısı için bu dalaca bir şey; fakat ne ya- bel- | y Plyun düşünük;ol::mböyh; Güzini, ve doktoru Gaye şimdi değişmiş bulunuyor ; av- lamak istediğim şimdi İsmail Zeki de- ğil, kızıdır. Şimdi kadınlara taarruz ediyorum ve bü suretle de âdilikte bi- raz daha ilerlemekte olduğumu his e- diyorum: hele bu âdiliği Güzine karşı, ani temiz, saf ve silâhsız bana doğru gelen bir kızcağıza karşı irtikâba ha- zırlanıyorum. Bari onu sevmek gibi bir mazeretim olsaydı; halbuki gözle- rimde ilânihaye büyüttüğüm benli- ğimden başka kimseyi sevdiğim yok, Güzini kiminle paylaşamıyacağım? O- nun için bu müdafaasız doktorla mı mücadele edeceğim. Birdenbire içime şüphe giriyor; ya/| © saf haliyle benden daha kurnaz bir adamsal Prenses Şükriye hâdisesin- denberi gözlerim dört açıldı: dünyayı kurnazlar ve iki yüzlülerle dolu sanı- yorum, Kimdir bu doktor Fikret Se- lim? Bilmem neden, maceramda bir rolü olacağını sandığım bu adamı iyice tet- kik etmeli, yakından tanımalıyım. S Marş Müsabakamız 15 inci yıl marşı güftesinin, şairinin emek ve heyecanı- nı uygunsuz bir beste ile a- raya vermiş olmamak için, riayeti mecburi bir takım musiki kayıdları göz önün- de tutularak hazırlanmasını muvafık buluyoruz. Evvelki ilâanlarda verdiğimiz tafsi- lâtı, bu defa tanınmış beste- kârlarla temastan sonra, şu şekilde tavzih ve tasnif et- mek imkânını elde etmiş bu- lunuyoruz : 1 — Marşın bünyesi evvelce de tas- rih ettiğimiz gibi dörder mısralı 3 kı- tadan ibaret olacaktır. “A": Ana fikirleri ihtiva eden, baş- ta ve diğer kıtaların sonlarında birer defa tekrar edilen ana parçadır. B ve B,, “A” daki yalın mısraların izahını ve edebiyatını yapan iki kıta- dır. 2 — Hece sayısının çift olması ter- cih olunur. 12, 10 ve 8 heceliler beste için uy- gun olanlardır. “A” kısmının diğerle- rinden ayrı hecede yazılması musiki- de kontrastı temine imkân vermesi i- tibariyle tavsiyeye değer, 3 — Marşın iddia ve manasına uy- gun bir bestenin temini için, kullanı- lacak kelimelerin nihayet 4 heced fazla olmamasına dikkat etmek, şair- lerimize muğlak görünecek vurgu şartlarına her kelime için bir kerre ri- ayetden kurtulmak için en doğru ve üzumlu çaredir. 4 — Kıtalarda mısraların, ya birer aşırı, ya biribiri ardı sıra, musiki bün- yeleri ayni olmalı yani hecelerin cin- si ve nevi itibariyle aralarında muta- bakat olmalıdır. Bu itibarla heceleri dört kısma ayı- racağız: I — Uzun ve vurgulu hece, 11 — Uzun ve vurgusuz hece, "II — Kısa ve vurgulu hece, IV — Kısa ve vurgusuz hece, Vurgu, bir kelimenin tabil ve bariz bir telaffuzda üzerinde en fazla du- rularak kuvvet verilen hece sesidir. Hemen söyliyelim ki: Uzun hece vur- gulu hece demek değildir. Meselâ vurgu kelimesinde “vurgu” “gu” he- cesindedir. “Vur” uzun hecedir, vur- gulu hece değildir. Bir kelimenin han- i h inin vurgulu olduğ ken- ,tabil telâff her hecenin üzerinde bir kere durup, her hecenin bir defa en fazla hakkını ve- rerek kelimeyi söylemek suretiyle, kontrol ve tesbit edebilirsiniz. İstis- nalarının çok olduğunu peşin söyli- yerek şu umumi kaideyi kaydedebili- riz. Türkçe kelimelerde vurgu, ekse- riya son hecededir. Fiillerde, muzari ve hal sigalarımnda lâhikalardan bir e- velki hecede, mazi sigalarında lâhika- nın kendisindedir. Tek heceli kelime-: ler. ifadedeki ehemiyetlerine göre v_urzulu veya vurgusuz itibar olunabDı- lirler. Demek oluyor ki: musiki i Bi di kendini uyandırdığı Garb edebiyatının orijinal eserle- rini kendi neslimden olan her genç Bir roman ve bir romancının düşünceler lar hakında verilen hükümlere, pek i- timad etmemek Jlâzım gelir. Hele gibi ben de rehbersiz kud Daha doğrusu “tesadüf” denilen bir Treh- berimiz vardı. D'Annunzio'yu bana tesadüf ta- nıttı. 1924 yılının temmuzunda, yük- sek kaldırımın eski kitablar satan bir kitab evinde elime geçirip okudu- u bahis D'A gibi en gizli insiyaklarımız, en kökleşmiş telâkkilerimize, en karan- irk ve mahrem düşüncelerimize hi- tabeden, daima benliğimizin sayısız tellerinde hırçın parmaklarını gezdi- ren bir sanatkâr ulursa. ğum (Şehvet çocuğu) nun düşü de ve hassasiyetimde bıraktığı o za- manki lezzeti hiç unutmam; hafızam o lezzetten daima bir şeyler hatır- lar. Bu ilk intibam tesiri altında sa- natkârın bütün romanlarını okudum. Gabriele'in bende uyandırdığı bu coşkunluğa, Pariste tahsilde bulun- duğum sıralarda, Burhan Toprak da iştirâk ederdi. Bir gün (Şehvet çocu- ğu) nu tercümeye bile kalkışmıştık. Fakat dersler bu arzunun tahakkuku- na mani olmuştu. D' Annunzio'ya olan bu düşkün- lük 1927 yılına kadar Dostoievski'nin, İbsen'in, Meredith'in ruhumu dol- durmağa başladığı tarihlere kadar devam etti. Yirmi yediden itibaren ellerimi (Ateş) şairinin hiç bir ki- tabına sürmedim. Şimdi tahlil ede- miyeceğim karışık hislerin baskısı al- tında D' Annunzio'ya tahammül e- demez olmuştum. Onu çok p&dant, çok suni, çok romantik, bilmem daha ne buluyordum. Bu ihmal, bende git- tikçe kökleşti ve tam on yıl devam etti. Geçen gün bir arkadaşım benden Remzi kitabevinin neşrettiği “Dün- ya muharrirlerinden tercümeler se- risi,, nden bir kaç kitab istemişti. Bu kitablar —arasında — d'Annunzio'nun (Sığıntı) &1 da vardı. Arkadaşım o kitabı da istedi. Fakat nasıl oldu bil- mem, dudaklarımdan “Bu kitabı bu akşam ben okuyacağım, bitirdikten sonra sana veririm,, kelimeleri dökü- lüverdi. Kısmen bü kelimelerin âni olarak içimde tutuşturduğu arzunun, — kıs- men farkında olmadan kendime ver- diğim sözün tesiriyle (Sığıntı)yı o- kumağa başladım, bitirmeden de e- limden bırakmadım. Vaktiyle düy- müş olduğum aynı heyecanı içimde tekrar yaşattım. Aynı alâka ve haz uzun saatlar beni teshiri altında bu- lundurdu. n Hayret! D' Annunzio eskimemiş, bilâkis bir şarap gibi lezzeti, zaman- la artmıştır. İtalyan sanatkârını be- mim gibi sevip de uzun müddet - ter- tiyle mütenazır olmaları istenen mıs- tâlarda ve musiki bünyeleri birbirinin aynı olması şart olan B ve B, kıtala- rında bir nevi musiki aruzuna riayet etmek, hecelerin yaİnız uzun ve kısa- Tıklarmıma değil, vurgulu ve vurgusuz oluşlarına göre de mütenazır olmala- rını temin etmek Jâzımdır. Şöyle bir mısrâ alalım: Meydan, bu gök senin; çık da yüksel! Hecelerinin cins ve nevilerini tes- bit edelim: Uzun, uzun ve vurgulu, kısa vurgu- suz, uzun lu, kısa v ı- ketmiş olanlâra, Nasuhi Baydarın tercüme ettiği (Sığıntı)yı okumala- rını tavsiye ederim. Romanın türkçe- sini fransızca tercümesi ile karşılaş- tırmadım. Fakat bir tercümenin mü- k lliğine, eseri bir yudumda, bü- yük bir zevkle okumak şahadet eder- se, tereddüdsüz söyliyebilirim, tercü- me mükemmeldir. On senelik bir ayrılıktan sonra ka- sa vurgulu, uzun vurgulu, kısa vurgü- suz, uzun vürgülü, üzün vurguluü, $ — Çift sayılı mısraların son hece- lerinin muhakkak vurgulu ve açık sesli harfleri ihtiva eden uzun hece- lerden seçilmiş olması şarttır. Bu kayıdlara riayet etmek ve bu suretle iyi bir besteye imkân vermek şartiyle hazırlanmış güf- teler arasından birinciliği kaza- nanın şairine telif hakkı olarak Güftelerin en son 30 şubata kadar “Ulus marş müsabakası,, adresine gönderilmesi lâzımdır. İ verdiği heyecanı içimde bi- raz daha devam ettirmek için, (Sı- ğintı) nn uyandırdığı düşünceleri anlatmaktan kendimi alamıyacağım, Bu hodbin hareketimi, muhterem o- kuyucularımın mazur gögeceklerini umarım, , Ki * & * İnsana öyle geliyor ki bir eser ve bir eser sahibi, &gocentrigue hayatı- mızın çevresinden çıkmadıkça, zama- nın ufkunda ufalmadıkça, onlara da- ir verilebilecek hükümler çok zaman =' ile yüklü olmaktan kurtulmıya- tır, ABA$ , Sütten ağzı yanan yoğurdu üfliyerek yermiş.... ' #4 Ertesi sabah, çabucak giyinip dok- torun kapısını vurdum, Maksadım 0- nu yatağından çıkarken yakalayıp ne olduğunu, denildiği gibi hakikaten i- Bunun içindir ki yaşıyan sanatkâr- doktor Fikret Selimi sorar Sormaz hasta bakıcının aldığı nazik tavırdan genç hekimin ehemiyetini takdir edi- yorum; — Fikret bey ameliyathanede... Fa- kat birazdan çıkar, Doktoru bekliyerek hastalarla dolu yi bir op olup olmadığını anla- maktı. Fakat odayı bom boş buldum. Sakahlek d in erk kal nesine gitmiş olduğunu den öğrendim. “Mesele bundan ibaretse hiç ehemi- yeti yok, gidip doktoru hastahanede bulurum” dedim. Zaten Zizi'den uzak- ta, onu, her hangi bir şekilde söylet- mek daha kolaydı. Bir vesile bulup akşam dönmek ü- zere, İstanbula gittim, Her hastahane üzerimde daima elim bir tesir yapmıştır. Hastalık ve isti- rab - ne kadar beyaz olurlarsa olsun- lar - onların sanki dıvarlarından sı- zar, ve hastahane bahçelerinde bir par- ça güneş arayan sıska bacaklı, uzun beyaz donlu hastalar sıhatlerini ne ka- dar l ş olurl. 4 lar sanki ölümün hayalidirler, Fikret Selimin hastahanesine doğ- ru ilerlerken içimde bir seş, bir törpü gibi hırıldayan bir ses: “Sen de son kıp hizmetçiler- koridorlarda dolaşırken sıhatte olma- nın değeri ölçülmez bir servet oldu- ğunu bir kerre daha anlıyorum; za- vallı insanlar| İleride bir kapı açıldı: beyaz çini- lerle döşenmiş, aydınlık bir salonun '.:.'k..p"ml göründü. Üzerine beyaz örtüler örtülmüş bir insanın dim dik şeklinin belirdiği lâstik tekerlekli bir araba bu kapıdan yavaşça dışarı çıka- rıldı. Sonra, hastabakıcı kadınlar a- rasında, beyaz gömlekli iki erkek, biri “akalı bıyığı matruş bir ihtiyar, ve di- geri, bu ihtiyarı hürmetle dinleyen Fikret Selim, meydana çıktı. Fikret, bu haliyle, daha cana yakındı ve bütün bu beyazlıklar arasında kara gözleri piril piril yanıyorduü. Bmi.o,nda görür görmez şaşırdı, merak içinde, koşup gelerek, telâşlı sordu: — Ne o Yakacıkta bir şey mi oldu? — Hiç bir şey yok.., Ben de bir iş İi çin İstanbula gelmi â H im. H Ve ben adımlarımı sıklaştırıyorum. Hastahanenin hariciye koğuşunda DA io hakkında çok şeyler söylendi ve yazıldı. Onu Max Nor- dau gibi (1) mütereddiler Aarasına katanlar, Jean Dornis ve — Maurice Muret gibi ilâh mertebesine çıkaran- lar oldu. Fakat benim gibi ilk edebi taşkınlıkları bir avuç hatıraya inki- lâb ettikten sonra (Sığıntı) yı veya (Şehvet çocuğu) nu bir defa daha gözden geçirenler nazarında d'Annun- zio ne mütereddidir, ne ilâhdır. Sa- dece asrının muhtelif cereyanlarını mütecessis muhayyele ve hassasiyette birleştiren büyük bir sanatkârdır. (Bakir toprak) da; (Bakirelerin kitabı) nda Giovanni Verga “Veris- me” zinin, (Şehvet çocuğu) nda fran- kolojizminin, (Sığıntı) da rus ümani- tarizminin, (Ateş) de Nietcsche üs- tün adamının tesiri görülmiyecek gi- bi değildir. Bu tesirleri gören bazı edebiyat a- damları, D' Annunzio'yı dişi muhar- rir zümresine katarak alçaltmak is- temişlerdir. Bunlara göre erkek mu- harrir zümresine mensub olan sanat- kâr, yarattığı eserin ken- sız dekadantizminin ve Bourget psi-| | Birhaydudun nasihatları “— Terbiyeyi kimden öğrene din ? — Terbiyesizden...,, Hakikaten, insan terbiyenin de- ğerini terbiyesiz karşısmda daha iyi takdir eder : — Görüyor musun şu terbiye- siz çocuğu? Sakın sen onun gibi ol- ma, kızım ! Yanlışla doğruyu, çirkinle güze- li, kötü ile iyiyi kıyaslıyarak doğ- runun, güzelin, iyinin faziletini te- barüz ettirmek umumi terbiye sis- temlerinin ilk şekli olsa gerektir. Buna tecrübeyi de ilâve vedebi- liriz: “Ben sınadım, muvaffak ola- madım.,, diyen tecrübelinin nasiha- edince, dinlemeliyiz. İşte bir haydud ki, bugünlerde elektrikli koltukta can verecektirt Amerika'nın meşhur Dillinger çete- si gibi imha edilen çetelerinden bi- rinin son ferdi olan Jim Dalhover, ha de bir gazeteci ile görü- şürken geride bıraktığı iki çocu- gundan bahsederek şunları söylü- yor : « Sürmüş olduğum hayatı esef- le anmıyorum. Fakat umarım ki çocukl izimde yürümeyeceklerdir. Şayet onların terbiye edilmelerine na- zaret imkânı elimde olsaydı - hususi- le büyüyüp yüksek tahsil çağına e- teh disinde bulur; D' Annunzio ibi d_'ışi muharrir zümresinden olanlar ise tohumu daima dısardan alır. Bu tasnifin ne kadar keyfi olduğu- nu söylemeğe lüzum var mi bilme_n_ı ? Değeri olan her romancıda, kendisin- den ve başkasından gelen unsurlar vardır. Tesir altında kalan ıanıtkşr - eğer sanatkârsa - kıymetinden, hiç bir zaman kaybetmez. Burada, A.ndrâ Gide'in (Prötextes) lerdeki “tesir” e tahsis ettiği nefis — sayfaları nasıl hatırlamamalı? 'Tesirden kendini kurtaran Sa- natkâr yoktur; sanat bir teselsüldür. D' Annunzio kadar, aldığını benli- ğinde eriten ve kendi hayatı ve - tec- rübesi olarak bize veren “sanatkârsa yok gibidir. Onun kahramanları hep kendisidir. Efrena, Sprelli, Ermil, romancının teşahhus eden heyecanları, ihtitasları, hülya — ve ıztırablarıdır. Kendisini bü kâadar eserlerine koyan sanatkâr pek az gelmiştir. Bunun İ- çindir ki D'A io'nun la na kelimenin objektif iyi man denemez. Bunlar daha ziyade hatıralardır. “Son asır çocuğunun itirafları,, dır. D'A zio'nun r larında bir mevzu olmasmma rağmen onları bir kıymet veren (action) değildir. Her romanı, aşkın çılgınlıkları, tereddüd- leri, inkisarları, tenakuzları hakkın- da pisikolojik ve bazan fizyolojik bir ankettir. Romanlarında dahi şair kalan D'An- nunzio — bilhassa —kadının şiirini yazdı. Unutulmaz kadın tipleri ya- rattı. D'Annunzio'yu okuyup da Ma- riayı, veya H&l&nayı hatırlamamak, onların hülyalarını ve ıztırablarını anmamak kabil mi? Marianın hatıra defteri, kadınlığın hatıra defteridir. D' Annunzio, kadının uyandırdığı ihtirası anlatmak için ruh tutuşturan teşbihler buldu; “Gözlerini kapıyarak, — Bana öyle geliyor ki, diyordu, derimin bütün mesameleri seçilmek (1) Max Nordau - La Dögönerescence, 2. v. &d. Alcan. TO- muvafakat etti: — Zaten işim bitti. Ben de çıkacak- tım. Bilmem size bahsetmiş mi idim? benim bazı nebatlardan hazırladığım rişi i - ceplerinde kâfi harçlıkları bulunmasına çok — dik- kat ederdim. Kendilerine yetecek kadar paraları olan çocuklar — hir- sızlık etmez ve senraları da başla- rını bin türlü belaya sokmazlar. “Fakat Dillinger'inki ve bizimki gibi çetelerden kati surette kurtul- mak istiyorsanız kulübeleri, tavan- aralarını kaldırınız. İddia ederim ki cinayet tohumları büyük - şehir- lerin bu gibi meskenlerinde ekilip büyütülmektedir. Ve canilerin ço- ğu kahvelerde yetişmektedir. Polis bu çeşid yerleri bir an evvel temiz- lemelidir. Islâhı lâzımm gelen bir müessese varsa o da hapishanedir; .| rtebi (’ıın j S " a K ) Ş genç câni, sanatını yaşlı câninin ağ- zından oralarda öğrenir.....,, Nihayet bir baba olan ve hayat- nın son demlerini yaşıyan Jim Dal- hover'den garazsız kimse tasavvur edebilirmisiniz? Korkunç haydu- dun ölüm karşısında verdiği nasi- hatlardan babalar, devlet ve hükü- met adamları, ve cemiyetii iyeti ile uzaktan alâkalı kes, mütefekkirler, muharrirler fade edebilirler : — Genci parasız bırakmayın; çalmağa teşvik etmiş olursunuz. — Kahveler ahlâksızlık yuvaları- ır. — Hapishaneler birer cinayet mektebidir. — Kulübe ve tavan araları, (Ya- Titcdeki kenkr K n lesimi bi lâubali kalabalığı) — cinayet — tohu- munun bir nevi fideliğidir. Bütün suçlul böyle h lardı, cemiyet, gideceği doğru yolu kolaylıkla seçebilirdi. — N. B. ümidi ile mest, biribirini kıskanan bir milyon küçük ağız gibi, ağzına doğru uzanıyor.,, D' Annunzio, hayalimizi ve hissi- mizi imaz ve lirizm tufanı içerisin- de kamaştıran büyük bir şair.. Fakat takib edilmemesi gereken adam ! Suud Kemal YETKİN her- isti« Nefsimi zorluyorum, görmemezliğe geliyorum, gülümsüyorum, Lokantada Fikret hemen her şeyden ve hususile meşhur profesöründen, bir çeşid pansıman vardır; bund kendisine bahsetmiş olduğum profe- sör, demin oprasyon salonundan çıka- bul olduğu p bahsediyor. Bunlardan bana ne? Fikret Selimi, farkında bile ol- l İsmail Zekilerden — bahse rıldığını görmüş olacağınız ad ğ- za bu pansımanı tatbik etmem için er- kenden telefon etmişti; geldim ve ko- lunu bir çarka kaptırmış olan hastaya tatbik ettim. Kolunu kurtaracağımı umuyorum, Bir işçi... kolu ile çalışan bir adam.... Onu da kaybederese.., Fikret Selim beni küçük bir odaya soktu: — Burası benim laboratuvarım. Gü- zel kokuyor değil mi? Levanta çiçeği ve nane; bahsettiğim pansımanı bun- larla yapıyorum, kasındaki beyaz gömleği çıka- rirken ben de, merak içinde, bu hekim odııım' tetkik ediyorum, Fikret Seli- me yazihane vazifesi gören küçük tah- ta masa üzerinde gümüşten beyzi bir resim çerçevesi gözüne ilişiyor; Gü- zinin bir fotoğrafisi... Çerçevenin ö- nünde, kısa bir mavi saksı içinde bir küçük demet menekçe.... Yep )"eni bir şey öğreniyorum; ho- şuma gitmiyen bi rşey... Yüreğim bir tazyik altına giriyor... Bu resmin bu- rada işi ne? iki akrabadan biri diğeri- ne ini vermiş: bunda hayret edi- , ar YEŞİE BK geçireceksin... Se- | zin önünden geçerken içeri girip hem nin gğbılerm sığındıkları son melce bu güzel müesseseyi, heşn ıiîi ggnnek I-.I'ıydı hastahaneye git; | aklıma geldi. Şayet serb iz gidip hastahaneye!” diyor. bir yerde yemeğimizi beraber yiriz ve sonra gene birlikte Yakacığa döneriz. Bu izah ona yetmiş olacak ki derhal lecek ne var? Belki Fikret Selimin de Zizi'nin masası üstünde böyle bir res- mi durmaktadır!... mecbur ettim. Ve sıkıntı çekmeksi- zin anladım ki o, İsmail Zeki'nin ka- rısı tarafından uzakça akrabasıdır ve İstanbulun eski tüccarından olan ba- bası büyük harbta birçok zararlara uğradıktan sonra bir gün yüreğine ienerek öldüğünden genç - tıbbiyeli- nin tahsilini tamamlamak için muh- taç olduğu parayı İsmail Zeki temin etmiştir. Bunu öğrendikten sonra istikbal hakkındaki tasavvurlarını öğrenmek isteyormuşum gibi bahsin Güzin'e intikaline muvaffak oldum. — Tabit İstanbulda bir muayene- hane açacaksınız, değil mi? — Vallahi, size ne diyeyim, bil- mem, Muayenehane açmağı pek dü- şünmiyorum, Kocakarıların bağırsak rahatsızlıklarını veya pimponların a- kametini giderecek reçeteler yazarak üç beş kuruş kazanmaktan daha - iyi- sini yapacağımı umuyorum. Bir kli- niğe girip orada, hakikf bir labora- tuvarda, ilmin terakkisine çalışmayı daha doğru buluyorum... Bir serum veya bir aşı bulmak... ilâcı keşfedil- memiş hastalıklardan herhangi biri üzerinde tetkikat yapmak,.. Sonu var b AB