— & Amerika merika bambaşka bir — âlemdir. Fakat, amerikalı kadınlar da Avrupadaki ve diğer memleketlerdeki kadınlardan farklı mıdırlar? Ve yetmiş milyonluk bir kadın camiası, acaba başka tali ve tabiat kaununlarına mı tâ- bidir? Bu sorguların manası tahdid edil- dikten sonradır ki, amerikan kadının ti- pine bir şekil vermek imkânı vardır. Çünkü, Amerikadaki kadın, şimal ile cenup kutupları arasında bulunan di - ğer memleketlerdeki kadınlar gibi, aynı vasfı haizdir; yahud, aksine olarak, hiç bir formül ile izahı mümkün olmıyan değişiklikler arzetmektedir. Amerikadaki kadınlar ekseriyetinin kendine has bir stili olduğuna şüphe yoktur, Ferd olarak, Amerika kadınları, birer muammadır, Amerikan kadınına isabet etmiş o- lan hayat kurası, diğer memleketlerde- ki kadınlara isabet etmiş olan kuradan çok daha üstündür. Amerikalı kadın, Avrupadaki kadın- dan daha ziyade tasasız, müstakil, ve daha çok sıhi şartlar içinde yaşamakta- dır. Kâğıda yazılmış ve ondan da daha ehemiyetli olan yazılmamış kanun ka- dına hususi bir imtiyaz vermiştir. Genç ve güzel olduğu müddetçe, o, mütema- diyen müdafaa mevkiinde kalmak mec- buriyetinde değildir. Bir amerikan er- keği, ne yolculukta ve ne de bir top- lantıda veya gazinoda, bir kadına mu- sallat olmak cesaretini kendinde göre- mez. Fakat, Amerikadaki kadın olgun bir çağa zeldikten sonra da, eskimiş di- ye kendini hurdalar arasına attırmaz, Bütün diktatörlerin en korkuncu olan nüfus tezkeresindeki “doğum tarihi” diye, amerikan kadını bir tarih tanı - maz. Meselâ, bir baloya gittiğiniz za- man, annesinin, kızı gibi dansettiğini, kızı gibi aynı tuvaleti taşıdığını, onun gibi neşe içinde olduğunu görürseni hiç hayret etmeyiniz. Yaşı epiyce iler- lemiş ve tek kalmış bir kadının ikinci veya üçüncü defa - hattâ altıncı ve ye - dinci defa - evlenmesi pek tabitdir; bunda fevkalâde telakki edilecek bir ci- het yoktur. Amerikalı kadın, hayatta olduğu müddetçe yaşamak ister! urada, gençlik ile yaşlılık arasın- daki sınırı, doğum tarihi değil, “zevk” teşkil etmektedir. İnsanım üze- rinde bir kâbus tesiri yapan enflasyon yıllarında Bordo şarabı rengindeki tua- letleriyle tango dansı eden büyük anne- ler, göçüp gitmiş olan bir burjuva dev- rinin traji - komik bir reaksiyon'u idi. Amerikalı kadın “artık bunlar biz- den geçti!,, gibi bir hüküm nedir, bi? - mez. Bütün dünyanın kızlarını tahrik eden mavi ışığa bürünmüş tangoda, an- ne kızının, dans edişini sükün içinde seyrederek daha oynak, daha hareketli ve canlı olan fokstrot'u ya kocası ile weyahud da aile dostlarından bir erkek- le dansetmeği beklemektedir. O, haya- - tında hiç bir fokstrot'u kaçırmamıştır. Bugünkü amerikan kızının annesi yaşa- mıştır. O, orada sanatı öğrenmiştir; Hayır, yalnız sanatı değil, başka mem- leketlerde daha ziyade erkeklerde ve bunların arasında da yalnız güzideler- de olan bir istidada kavuşmuştur: Ahenk içinde yaşlanmak! 5 — ULUS Nevyork: Şubat 1937 svyork: Şubat 1937 | mektubu H ae e Amerikan kadını mes'ud Kadınların hâkim oldukları kıta Amerikalı kadın — Avrupa- daki kadından daha ziyade müstakil ve daha çok sıhi şartlar içinde yaşamaktadır. Amerikan kadını yaş için bir tarih tanımaz. Bir balo- da annesi de kızı gibi aynı tavaletle dans eder. . merikalı kadın örneği, ne Palm- beach'ın plâtine çalan sarışın plâj kıraliçesi, ne efsane halini alan filim yıl- dızı ve ne de sportmen kılıklı, kemik güz- lüklü mekteb kızıdır; yapısı iyi, ka- zancı az daktilo da değildir, hattâ şap- ka salonundaki kız da değildir. Ameri- kan kadınlığını temsil eden, sihirli bir tesiri haiz olan “büyük anne” dir. Ame- rika “büyük anne,, nin memleketidir. Çünkü o, sayısı yüzbinlerceyi bulan kadın kulüblerine katıldığı zaman, yer- le göğe hâkim olduğunu bilir. Oradan o, gündelik hâdiselere karışmaktadır. Kadınların Amerika politikası üzerin- deki büyük nüfuzu, Atlas Okyanusun- dan Büyük Okyanusa kadar Kanada sı- nırlarından Meksikaya kadar sık bir ağ halinde örülmüş olan kadın kulüblerin- dedir. Franklin Delano Roosevelt de bu kulüplerin aleyhinde olmasa gerek. Al- lah ona, çok tatlı gelen ve bariton olan bir radyo sesi vermiştir ve o da bu sa- yede bütün kadın kulüplerinden rey al- mıştır. Şu da var ki, Amerikada, poli- tika, daha ziyade yaşlı kadınları alâka- landırmaktadır. İnsanı gençliğinde hu- susi işlerinden başını kaldıramadığı için, umumi meselelerle uğraşmağa va- kit bulamıyor. Bilmem hatırınızda kalmış mıdır? *Amerika kadın kulüplerinin boykot pa- rolası “Fatty,, lakabiyle anılan filim ko- miği Arbukle'yi daima angajmansızlı - ğa mahküm etmiş ve zavallıyı intihara kadar sürüklemişti. Fatty bir nafaka davasında, kulüplerin arzu ettikleri gi- bi dürüst hareket etmemişti. Günün bi- rinde Çarli Çaplin de böyle bir boykot- tan güç belâ yakasını sıyırabilmişti. Çarli'nin ikinci karısı ayrılma davası açtığı zaman, çok kurnaz avukatı, ken- disine “memleketteki meçhul kız kar- deşlerinin yardımını,, istemesini tavsi- ye etmişti. (A ekârlar kulübçü kadınların naza- rında şüpheli kimselerdir. Holi- vud'un en yakışıklı erkeği olmak tali - sizliği ile yaşayan Klark Gable, yaradı- lışı icabı, evlenecek bir tip olduğu hal- de, çok sevdiği armesiyle birlikte yarım düzüneyi bulan ve henüz evlenmemiş olan kız kardeşlerine bakmak mecbu - riyeti, evlenmesine bir mani teşkil et - tiğini söylemek hususunda hiç bir fır- satı kaçırmamağa çalışmaktadır. Bu id- dia bir mazeret teşkil etmemekle bera - ber suçunu hafifletecek mahiyettedir. Onların yalnız bir şeye tahammül - leri yoktur- Avrupadaki hemşireleri gi- bi, muayyen yaşa vardıktan sonra tac ve tahtlarından feragat etmek birinin mevkiine dokunmağa kalkınsın hemen hepsi birleşerek korkunç bir cephe ku- rarlar. Amerikanın eski kadın muhafız alayına mensup bir kimse ölür ama tes- lim olmaz. Onların aşkına kimsenin ih- tiyacı olmamakla beraber, kudret ve kuvvetlerini herkesin bilmesi lâzımdır. Kadın sevilince melek oluyor; se- vilmediğini anladığı andan itibaren de bir şeytan kesiliyor. Amerikalı ka - dınlar hakikaten başka türlü insanlar T ktk istanbulda ULUS Gazetemizi İstanbul okuyucularımız KÖPRÜDE: Kadıköy iskelesinde — gazeteler bayii KEMAL'de. BEYOĞLUNDA: Haşet ve şubelerinde FATİH'DE: Tramvay durak mahallinde bayü Mehmet Bıyık'da gazete BEYAZIT MEYDANINDA: Aksaray ve Topkapı tramvay durak mahallinde tütüncü Bay Hamdi ve İshak SULTAN AHMET AYASOFYA KARŞISIND. Tramvay durağında tütüncü Bay Kâmil'de ULUS satılmaktadır. l ——co | - 3 - 1937 ———m Hayat Suy'ı edi şark dilini bilen ihtiyar Y âlime sordum: — Şu sizin bildiğiniz eski dillerle yazılmış kitablarda şöyle bir kısa hikâ- ye mevzuu bulunmaz mı? dedim. İhti- yar, gözlüğünün camını sildi; biraz dü- şündü; sonra: — Çok, dedi, bir kısmını kısaltmağa imkân yoktur; bir kısmı bugünün zev- kine uygun gelmez; bir kısmında ha - yal ve mübalağa o kadar yer almıştır ki, bizim hoşumuza gitse de sizin gitmez. Yalnız bir tanesi hem kısadır, hem de, sanırım, sizin de hoşunuza gidebilir. Ve anlattı : — Peygamber Süleymanın hava ü - zerinde uçtuğunu eski masallardan duymuşsunuzdur; bu adamın Kudüste dünyanın en büyük mabedini kurduğu- nu tarih kitablarında okumuşsunuzdur. (Gene efsaneler, bu peygamberin kurt - lar, kuşlar ve bütün hayvanlarla anla - şacak bir dil bildiğini de söyler. Hattâ büyük şair Yunus Emre'nin şu beytin- de ona işaret vardır : Süleyman kuş dili bilir, dediler; Süleyman var Süleymandan içeru. Seba melikesi Belkise âşık olan bu hükümdar peygamber hakkında hind kitabları bir efsane anlatırlar. Benim anlatacağım da odur: Bir gün Süleyman, zaman zaman havada uçtuğu söylenen meşhur — tah- tına oturarak memleketinin yedi iklim dört bucağına haber saldı; münadiler yolladı. Bunlar; halka: — Toplanın, toplanın! diye bağır - dılar, Peygamber Süleymanın emri var, hepinizle, ama kurt, kuş, arslan, kap- lan, geyik, insan, in ve cin, hepinizle bir iş danışacak. Sarayı hepinize açık « tır. Oraya gelin! Kudüs şehri, bunların naraları ve çaldıkları davullarla çalkanıyor, güm! güm! ötüyordu. Nihayet vakit geldi ve büyük top - lantı oldu. Süleyman tahtında oturuyor, önün- de bir kadeh içinde şimdiye kadar gö - rülmemiş bir su duruyordu. Süleyma - nın baş mabeyincisi sordu: — Tamam mısınız ? Kuşlar, kurdlar, bütün knedi dilleriyle: — Hazırız! dediler. İnsanlar, biribirlerine baktılar; hep- si tamamdı. Yalnız birisi: hayvanlar, — Heron aramızda yok! dedi. Heron yaşlı, hekim, filozof ve şair bir adamdı. Sözleri sade hikmetti. Heron'u çağır - mak üzere iri bir köpek gönderdiler ve ©o gele dururken toplantıya, görüşmeğe, konuşmağa başladılar. Süleyman sordu: , — Bana gök “hayat suyu,, geldi; bunu içecek olur- sam hiç ölmiyeceğim; ebediyete ka - dar yaşıyacağım. Şimdi size soruyo- rTum: bunu içeyim mi, içmeyeyim mi? Kuşlar, kurtlar, hayvanlar kendi dil- leriyle; insanlar kendi dilleriyle cevab verdiler. — İçiniz ve ebediyete kadar yaşayı- nız! Artık, toplantı bitmek ve herkes dağılmak üzere idi. Nöbetçilerden biri- Eski bir şark hikâyesi #i soluk soluğa huzura girdi : — Heron, bir köpeğin yanında ge -« liyor! diye haber getirdi. O, gelmeden dağılmadılar. Heron, ağır ağır huzura girdi. Önce Süleymanı, sonra hayvanlarr — çünkü © hayvanların insanlardan daha fazilet- N ve daha üstün olduklarına inanan bir filozoftu — daha sonra da insanları se- lâmladı. Nihayet, biraz önce oradakilere so- rulan sual Heron'a da soruldu: — Ey Heron, gök yüzünden bize hayat suyu geldi. Bunu içene ölüm yoktur; içip de ebediyete kadar yaşa- yalım mı, yaşamıyalım mı? Heron hemen cevab verdi: — Ey Süleyman, seninle beraber, başka kimler bu sudan içecekler? — Hiç kimse; yalnız bana yetişecek kadar geldi; yalnız ben içeceğim. Heron: — O halde bildiklerin, tanıdıkların; sevdiklerin birer birer, gözünün önün« de göçüp gidecekler ve sen, tanımadı « ğan, bilmediğin ve sevmediğin bir dün- yada yaşamaktan ne zevk duyacaksın? Beni dinlersen içme! * ** Ve Süleyman Heron'u dinledi ve gökyüzünden gelen hayat suyunu iç « medi... N. A. DİL KÖŞE! Bir spor mektebinin kurulacağı hakkındaki haberlerden -bahseder « ken: “ Bu mektep ecnebi antrenörlerin hocalığı altında olacak ve her mektep beden terbiyesi hocası bu mektep ted- risatiyle talebesi arasında bir kontak vazifesini görecektir.,, İşte içinden çıkılması hayli güç bir cümle. “her mekteb beden terbiyesi — hocası,, değil “her mektebin,,; “Bu mektep tedrisatiyle talebesi arasın- da,, denirken o mektebin talebesi kastedildiği manası çıkıyor ki kaste- dilen bu değildir, onun için “bu mek- tebin tedrisatiyle kendi talebesi ara- sında,, denilmek lâzımdı. Ya şu “kon- tak,, kelimesine ne buyurursunuz? “Kontak,, tercas manasına gelen bir fransızca kelimedir. Dilimize ancak elektrik Fenninin bir ıstılâhı olarak girmiştir. Halbuki burada irtibat karşılığında ve hiç lüzumsuz yere kullanılmış. *t “Sporun sistemli bir tedris usulü altıma alınmasına..,, “Usul altına almak,, yeni icad e « dilmiş bir ifade tarzı mıdır? t “Spor ne kadar teknik işi ise on « dan çok fazla milli ihtirası terbiye vasıtasıdır.,, Şu “milli ihtiras,, tâbirinden bu « rada ne kastedildiğini işiniz yoksa dü şünedurun. -— Tefrika No: 75 İKİNCİ (EIIGEI.© KİTABİ Rudyard Kipling Nurettin ARTAM Movgli, ileriye doğru sıçrayarak, sürü avlarında sık sık yaptığı oyunu yaptı ve bunlardan birisinin uzanmış duran boynunu iki eliyle yakaladı. Oğlan, bundan önce hiç bir ilkbahar avma karışmamıştı. İki kurt, kendisini bir yana iterek, tek bir söz bile söylemeksizin biribirlerine yaklaşıp kenet- lendiler. Movegli az kalsın yıkılıyordu; bıçağı ve beyaz dişleri dışarda idi. O dakikada kendi- si sakin durmalarını istediği halde onlar, döğüşmeğe gittikleri için bu iki kurtu hiç se- bebsiz öldürmek istedi; halbuki Cengel ya- sasına göre her kurtun avlanmağa hakkı vardı. Movgli, onların etrafında sıçrayarak omuzlarını ve titreyen ellerini, icabında, her ikisine de birer darbe indirebilecek şe - kilde alçaltıyordu. Fakat gittikçe vücudun- dan kuvvet çekiliyor gibi idi. Bıçağını çek - mişti, bekliyordu. Nihayet, göğüs geçirerek : — Galiba, dedi, ben zehir yedim, ben kır- mızı çiçekle sürü toplantısını dağıttığımdan ve Şir Han'ı öldürdüğümden beri sürüde hiç kimse, beni itip kakmak cüretini göstereme- mişti. Bunlar da sürünün dümen kurtların- dan olacaklar; küçük avcılar! benim kuvve- tim benden gitmiş; nerede ise öleceğim. Hey Movegli, onların ikisini birden neden öl- dürmüyorsun? Döğüş, kurtlardan birisi kaçıncaya kadar devam etti. Movgli, didik didik olmuş ve kanlanmış toprak üzerinde yalnız kalınca bir bıçağına, bir de kollariyle bacaklarına bakıyor, bu sırada bir sırığın etrafını kapla- yan sular gibi bahtsızlığın kendini kapladı - ğinı hissediyordu ki şimdiye kadar bunu bilmiyordu. O akşam avını erkenden öldürdü ve ilk- bahar koşusu yapacağı için pekaz bir şey ye- di; sonra bütün Cengel halkı şarkı söyle- mek, yahud döğüşmek için uzaklara gitmiş bulunduklarından yemeğini tek başına yedi. Cengelde denil, gibi tam bir beyaz ge- ceydi o gece. ün yeşillikler sabahtan be- ri bir ayda büyüyecekleri kadar büyümüş gi- bi görünüyorlardı. Bir gün önce yaprakları sarı duran dal, Movgli onu kırdığı zaman usare koyuveriyordu. Yosunlar, sıcak sıcak ayaklarının üzerine sarılıyor, taze çimenle- rinin uçlarında kopartılmış bir taraf görün- müyor, bütün Cengel, gergin bir Harp teli- ne, ışıklarını bütün kayalar, göller üzerine döken, sarmaşıklar ve ağaç gövdeleri arası- nı dolaşan ve milyonlarca yaprak arasında parıldayan “yeni konuşma” mevsiminin ayı tarafından, dokunulmuş gibi ses veriyordu. Bu manzara karşısında Movgli kendi tasa - sını unutarak avazı çıktığ kadar bağırarak büyük bir zevk ile şarkı söylemeğ> ve biryan dan da koşmağa başladı. Şimal sazlıklarına doğru giden yamaçtan aşağı kendini koyuver diği için yaptığı bir koşuşa değil, bir uçuşa benziyor, ayağının altındaki kaygan toprak- lar dökülüp duruyordu. İnsanlar tarafından yetiştirilmiş bir insan bu yolda ay ışığında habBire yuvarlanırdı; fakat Cengel içinde büyümüş, yetişmiş, tecrübe görmüş olan Movgli adaleleri o kadar çevikleşmişti ki oğlan, bir tüy gibi koşup gidiyordu. Ayağı- nın altına gizli bir taş, yahud görünmeyen bir kütük rastladığı zaman o, adımını geri almaksızın, buna aldırış etmeksizin atlayıp geçiyordu. Yerde yürümekten yorulunca eli« ni önüne gelen bir sarmaşığa atıyor ve may« munlar gibi ona sarılarak, sallana sallana, en ince dallara kadar tırmanıyor, ağaçtarı ağaca yolculuk etmekten usanınca tekrar ye re atlıyordu. Yolunun üstünde ıslak kayalar« la çevrilmiş sıcak kovuklar vardı ki buralar-« da gece çiçeklerinin ve sarmaşıklar arasında açan ağaç tomurcuklarının çıkardığı ağır kokular yüzünden güçlükle nefes alabiliyor« du. Bazı yerlerde ay ışığı loş kiliselere pen- çerelerden giren ışıklar gibi mermerden yu- varlak birer direk halini alıyor, çitlerde taze, yeni büyüyen otlar ve sarmaşıklar kendisini göğüsleyor ve kollarını beline sarıyordu. (Sonu var)