ULG Yakın Tarihin En Esrarlı Çehresi: 48 Ben Artık Sivil Gezebilecektim MA ee... Vazifem de Sadece Geceleri Karakolları Dolaşmak Ve Kontrol Etmekten İbaret Bulunuyordu Meğer istasyonda karşılaştığım adem Fehim paşanın maiyetinde çalışan sivil baş komiserlerden Ya- sef efendiymiş, Cinsi icabı Tanrı - rın bir polisten ziyade hokkabaz yarattığı bu adamcağız arkamda- ki üniformayı göğsümdeki nişanı bana yakıştıramamış Yüzümün i, çizgileri delâletiyle bir Bul- gar olduğumu, bozuk fikir ve mak satlarla kıyafetimi değiştirerek, İs tanbula geldiğimi anlamışmış.. Zaptiye Nazırı okunan jurnalı kahkahalarla gülerek yirtarken ben yine kendimden geçmiştim, Ha fiyeliğin bu derece kökleşip dak budak saldığını, suçsuz insanlara bu derece sıvışık çirkefler silkilip saçıldığını gördüğüm bu yerde na- sıl yaşıyabileceğimi £ düşünmeğe dalmıştım. Bereket versin ki, beni bu kapkara düşünceden Nazır pa- şanın tesellisi kurtardı. Bir çok g5 nül alıcı, cesaret verici sözlerden #onra: — Sek korkma. Dedi... Ben seni kendi yanımda alıKoyacağım. Bunlar ve bunlar gibi soyları, süt- leri bozuk insanların fenalıkların- dan seni ben koruyacağım, Tasalan ma oğlum. şek aşa, içrmi kemiren duygula- rımı anlamakta gerçekten büyük bir isabet göstermişti. Bana sivil elbise ile gezmek İznini, gece- leri polis merkez ve mevkilerini kontrol etmek vazifesini vermişti. Baş komiserliğe tayinim tarihin - den itibaren işlemekte olduğunu söylediği mâaşımdan da yirmi Ji- ra vermişti. Yanından omemnun- Tukla çıkarken: — Sana bir hafta da izin, dedi. Yol yorgunluğunu giderir, . gihise. yiedesaşısisin. Haydi bakalım. 7.si nazırının hoş ettiği gönlümü o gece Gazi Bt bem Paşa büsbütün ferahlandır- mış, şenlendirmişti. Bir çok baba- ca öğütler, adançlarla atıldığım yeni hayata karşı beni silâhlan- dırmış, cesaretlendirmişti. Artık kıyafetim! düzeltmistim. Sirkecide, istasyon karşısında ma- dam (Dora) nın pansiyonunda bir oda tutmuş derli toplu, uslu &- kıllı bir memur olmuştum. Yonı- ma verilen sivil #kinei komiser Çerkes Ömer efendiyle beraber geceleri karakolları dolaşıyordum. Bu terz vazife gerçi pekte hoşuma gitmiyor, hele beni hiç te kandırmıyorsa da dişimi ekiyor, zorla alışmağa çalışıyordum. Dağ- ların, Balkanların dalma değişen tabif dekorları arasında geçen bun ca senelik heyecanlı, başı boş ha- Yatın ruhumda bıraktığı vahşilik, vücudumu alıştırdığı hoyratlık he- men hemen silinmek üzereydi. Şebrin gürültülü hayatı beni eğ- lendiremiyorsa da, pek eskisi gi- bi, sıkmıyordu da. Beni en ZiY- de sıkan, üzen yalnızlık, ahbâpsız- İiktı. Her gün gördüğüm, işittiğim hâdiselerden o kedar yılmış, kork- muştum ki kendime yar ve dert ortağı olacak değil de şöyle havâ- dan, sudan görüşülecek bir arka- daş hile edinmeğe çekiniyordum. Nasıl çekinmiyeyim Ki. havadaki Yıldızlardan bahsile padişahın sa- Tayını kastetti diye memleketten adam sürülüyor, zamanın veliah- tihin oturduğu sarayın duvarı binden geçti diye adam hapis cdi- Yiyor, yıldız poyrazını, yıldız çiçe- Bini, yıldız böceğini, yıldız şe'iriye #ini anmak, Allah korusun büyük Suç sayılıyordu. Beşiktaşta hava- Ya bakmak, Yıldızı gören yüksek tepelere çıkmak, evlerde töpİn- mak, bir kahvede baş başa Verip Konuşmak hele söz arasında İrice an O bahsetmekle sokakta bağırarak saray Jokması satmsk insanı hapishanelerde, saray, taş kışla döven: harplerinde aylerea süründürmek için birer sebep teş kil ediyordu en gerçi dilimi tutuyor, kim seye sokulmuyor, bu gibi görünür görünmez kazalardan ko- runmağa çalışıyordum. Ancak bu beliyelerden Her hangi birine uğ- rıyan zavallı bahtsızları ya sörü- Jürken, ya da hapishaneye götli- rülürken zaptıye nezaretinde gör- mek, kimsesiz kalan yavrularının, eşlerinin yürek yakan feryatlarını işitmek te çok acıklı ve acı geli- yordu bana. Yapılan bu alçaklık- lar, vahşilikler (karşısında bon Balkanlarda yaptığım haşarılık- larımı, hırçınlıklarımı unutmuş, kuzu gibi yavaş, yumuşak olmuş- tum. Sözün kısası, önüne yeçemi- yeceğim bu şenmallere ister iste- mez gözlerimi yummuştüm. Çön- kü kolları üç sırmalı, göğsü nk şanlı bir ceketle özgenliğim, öz- görlülüğüm sımsıkı sarılmış, veri- len on lira aylıkla elim, dilim bağ» lanmıştı. pi bu çok devam etmedi. Bir gün vahşi ruhum kabar dı, biriken kinim kaynadı, katı- aşan sabrım eridi ve taştı. O gün zaptıye nazırı Şefik Paşa beni, Be- şiktaşta, Köyiçinde, Rum kilisesi karşısında bakkallık yapan “Teo- dosya,, adında bir kadının dükkâ- nında araştırma yapacak olan Fe- him Paşanın adamları yanına kat- mıştı, Başımızda, Fehim Paşanın sayılı ele başılarından “Süreyya, ismini takınan bir yahudi azmanı olduğu halde o gece araştırma ya- pılacak bakkal dükkânma gitmiş | tik. Kaç kişi biliyor musunuz. (Devamı var) ACABA ET YİYEYİM Mİ? Bunu Yeşilköyden bir okuyu- eumuz soruyor. Belki, suali garip görürsünüz de, kesesine güveni- yorsa yesin, dersiniz... Fakat sa- yın okuyucumuzun bunu sorar - ken gözettiği bir gaye var: Şimdi otuz yaşında bulunduğuna göre daha seksen beş yıl yaştyarak cümhuriyetin yüzdecü yılmı da görmek istiyor... Acaba et yiye- yim mi, diye sorması da bu mak- satladır. Bütün sağlık İri riayet ediyormuş, ancak et ye - eklerini istediği kadar Owzun Zmüre müsait olup olmıyacağını bilemiyor. Okuyucumuzun arzusu (o pek haklı, Su kadar ki sorduğu sual beni güç bir vaziyete sokuyor. Cünkü herkesle birlikte hekimler de gnenk kendi yamanlarmelaki bilgileri bilirler. Meşhur sözdür: Zamanında herşeyi bilen Aristo filozof bugün orta tahsilden ol - gunluk imtihanına girse muvaf- fak olamaz derler. Eski zaman - larda gelip geçmiş büyük ada İar nrasımda, sonradan isbat edil miş hakikatleri önceden baber vermiş olanlar varsa da onlar icin de ya - Eflâtün gibi - alay edi- yahut - Van Helman gibi - ir demisler. albuki bu saym okuyucu - muz benden, seksen beş yıl daha muteber olacak bir şey soruy Hem de et yemekleri gibi nazi bir mesele üzerinde. Daha düne - yani birkac Yıla - gelinceve kadar et yemekleri İn- sana lüzumlu olan azotlu gida ları temin eder ama, hir taraftan da İnsanı az cok rehirler, deni: lirdi. Onun için etin getireceği azotlu gıdaları nebatlarden nl - mak daha iyi olur, dive öğüt ve- yilirdi. Şimdi oruz ki insana Tüzumlu olan aminli asitlerin hep si yalnız nebatlarla değil, sütle, vumurtayla bile temin edilemez. İnsan bu maddeleri kendisi va - pamadığı için mutlaka et yemeğe 'muhtactır. Hiç et yemiyen ada- mın vöcudu güzel ve yakışıklı olaran işlerinde, meshur lim Meçnikof'un başına gelenleri duy muşsunuzdur. Bu zat yediği ye- mişlerin üzerindeki o mkiropları telef etmek maksadile onları kay- nar su içine soktuktan sonra yer- miş ve böyle yapmakla uzun ö- mürlü olacağını sanırmış... Son - radan vitaminler okeşfedilince © âlimin yemislerini kawnar suya soktuğu vakit vitaminleri de te- Tef ettiği anlaşıldı ve böyle yap- makla çok yaşamağa kendi ken- dine mani olduğu meydana cıktı, Dün, et vemeklerinin toksiu- leri insanın kanına karışır ve 76 hirler denilirdi. Burla etlerden geldiğimi sandığımız toksinleri kendi vücudumuzda yaptığımızı biliyoruz. Bunlar şimdiki bilgile riniz, yarm, öbür gün, seksen heş yıla relinceve kadar et vemekle. ri işinde daha ne gibi bilgiler çıkacağını şimdiden tahmin ede - meyiz... Fakat, ilmi araştırmaların ver dikleri neticelerden baska bir de simdiye kadar yüz yıldan fazla yasamış İnsanların üzerindeki gör güler var. Onlarm yalnız sebze, yahut yalnız et yiyerek o kadar çok yaşadıklarına dair bir kayıt yoktur. Hele yüz on altı yaşında iken kızların peşine fazlaca düş- tüğünden dolayı mahkemeye gö - türülen meşhur İngliz 'Tomas Par'm et yemekten geri kalmadı- ğı şüphesizdir. O meşhur uzun ömürlü yüz elli yasına kadar ya samıştı. Yesilköydeki sayın oku- yucumuza da o kadar uzun ömür temenni ederim. Tabii, yüz on al- tı vaşına geldiği vakit kızların pesine düsmemek şartile, O za - man kendisini hâlâ genç bulsa da kızlar onu beğenmezler. Okuyucumuz bana da et yiyip yemediğimi soruyor... Papasların ne yaptığına bakma, dediğini din- Je, derler, Bu zamanda hekimler papaslar arasından cıkmazsa da, onların da ne yaptıklarına değil, sözlerine bakmak daha ihtiyatlı olur. Benim bildiğim kadar, en çok yaşamış hekim ancak yüz üç yasına varabilmiştir. Halbuki bu LL. HiIKÂYE TOPRAK ADA Yazan : yi çoğu geçmiş azı kal mıştı. Ömrünün batısına yaklaşırken başını arkasına dön- dürdü .Geçmişe doğru baktı, Rast- lamış olduğu insanlar kalabalık ha- linde ona geçmişten “—-Böyle ne- reye gidiyorsun!,, dermiş gibi hü- zünle bakıyorlardı. Bu kapkara kalabalık arasında kara tahtaya te- beşirle dimdik vuruluvermiş bir hayret işareti gibi irkilen bir göv- de ve bir yüz gördü. Ömrünün gu- rup ışığı İle aydınlanan o yüzük ya- nağındaki kasya çiçeği demedini tanıdı, Gençliğinde Granata 80 - kaklarından geçerken ona rastla- mıştı. Bir bolero raksındi Kas - tanyet şıkırtısını "güneşin pırıl pı- rıl çakışına karıştırıyordu. O gün bu görüşüne, her gün sokakta ge- çer ayak rastgelinen herhangi ale- lâde manzaradan daha büyük bir ehemmiyet atfetmemişti. Fakat bu- gün ise, görülen o insan tebessü- münün yıllara uzadığım ve hayatı» nın sabah yıldızı olduğunu anlı- yordü. (Given yeryüzüne Ege kı- yısında açmıştı Açıkların demet demet adaları göklerin alâ- im semaları ve kehkeşanları gibi uzak, esrarengiz ve çekici idiler. İşte bunlar asırlarca İnsanlara hep hürriyetlerin kokusunu vermiş - lerdi, gönüllerde hep ötelerin öz- leyişini uyandırmışlardı. Homerin kör gözlerinde Ülis seyahatinin rüyasını tüttürmüşler ve Kolomb- larla Magellanlara uzakların ça - gırışını ulaştırmışlardı. Ali küçük bir yumurcak, balık kamışı elde bu klâsik arşipelin Kiklad ve Spo- radlarına göresi gelen bakışlarla dalakalırdı. Denizci ruhunun ili- ği olan o hürriyet ve uzaklıklara can atışı, Aliyi bir burundan öteki götürüyordu. İlik kayığa bindiği zaman ço- cukluk çağının o derin me- rakile rüzgârın armadaki şarkısına hayran kaldı. O titrek ses! ince im- ce esiyor, koynunun koynuna s0- kuluyor, kanına, iliğine işliyordu. Saatlerini, günlerini dümen suyun- ca arda kalan habbeler gibi bıraka bıraka yollanırken kulağının duy- duğu hep bu çağırıcı şarkı idi. O çağırışı duydukça dümeni açığa tu tuyordu. Ona, durmak zindan ©- Tuyordu. Gözleri hep öteyi kanik- sayor, enginlerin onu beklediğini duyuyordu. İşte ondan dolayı Garp Trablu- sa, sünger avına gitti. İskenderiye- ye yemiş, adalara şarap götürüp ge tirdi. Malagaya üçüncü seyahati idi. Bizertaya zımparataşı ve oradan du Malagaya hurma götürmüştü. Şimdi Endülüs şaraplarını Pireye taşıyacaktı, (oŞarapların gemiye yükletilmesine bir hafta vardı, Şa- Tap tüccarı Alonza insan dostu bir adamdı. Gemleileri bir kaç gün & çin Granataya götürmeyi teklif ct- ti. Al de gitti O gün şehirde Fe- riya vardı. Panayır dolayısile Gra- nata sokakları yüz binlerce, Kas- tanyuelâsla şakırdıyor, esmer ten- ler ve dudaklar arasından çakan dişlerle parlıyordu. Çınlıyan kah- kahalar mavi göklerde kumru ve güvercin kanadı şakırtısına katı- şıp uçuyordu. Her tarafta hava fi- şekleri gibi sevinç Ole! ları sav- rTulup süzülüyordu. Yelpazeler ve yelpaze yapraklı palmiyeler çırpı- nıyor, hurmalar nebati fıskiyeler | gibi saçılıyordu. Ağaneler, . frenk | incirleri nebati âbideler gibi me - şale ve şamdan çiçeklerini maviye tutuyorlardı. Yaseminler, kahkaha | lar, mor salkımlar Bougainvilya - | lar, Bignonyalar harlıyan alevler gibi, dıvarları, çardakları, saçakları sarıyorlardı, Sokaklara güneş huz- melerile, şaraplarla beraber çiçek- lerini döküyorlardı, Burası da tıpkı Alinin doğduğu yer gibi. Ece gibi insan oğluna lö- | Satınalma yık bir iklim mucizesi idi. Mavile- Tİ soluyor, pembe gülüyordu. Ali Elhamraya çıktı. Şehirden mavilere tüten binlerce kastanyet fıkırtısı bir arı ağlının da vudi. oğuldayışı gibi yükse - yor, tâ tepede harabeye ak- sediyordu. Ali yine şehre indi. So- kakta geçerken Passo doble oyna- yan bir genç Jittanillaya rastgel- di. Ezel ve ebet, doğum ve ölüm a- rasında bir gün toprağın ancak bir kere muayyen bir insan şekline bü rünebileceğini anladığı için olacak, hamuru toprak Jitana, kesif göv- desinin en şeffaf yerinden, gözle - rinden, hem şen, hem serazat, hem hazin, sempat! dolu nostaljik bir bakış saldı. Bakışının parlayışında alâim semanın bütün renkleri dile geldi. itana, kastanyetlerini gemi- cinin gözlerine tutarak şa- kırdattı. Elini kâinata meydan © tı. Ole, diyerek karşı insanı bütün gönlüyle selâmladı. Sanki nesilden nesile insanın neşe ve hayat hızı toplamış, toplanmış- tı da o anda birden bir Ole! de parlamıştı. o Selâmladığı sdama kendi gibi insan olmak şerefini ve- riyordu. İşte bu bilinen, her gün ayak altında çiğnenen, topraktan toprak olacak insan burada azami eHoruyla savrulup yükselerek fe- na kokar çirkin renkli gübrenin gürel kokan, güzel renkli menek - şeye dönmesi gibi, insan © oğluna meleklere tuş çıkartan bir rayiha, bir nefes veriyordu. Gemicirin gön lünde, o bakış, artık hiç tükenme. di. Hep devam ediyor ve fidana sa- rılan sarmaşık gibi eniginlerin hep dave: eden sesine dolaşıyordu. Sergüzeşt avına çıkarak sergü- zeşt bulmak ancak büyük kahra - man, sempatik, Don Kihote de la Maçayla sadık dostu Sanço Pança- nın'kârıdır. Sergüzeştin &cısı da, tatlısı da, ancak hiç beklenmedik zamanda damdan düşercesine başa gelir. Mavilerin püfür püfür yel - pazelemesile uçan kayık Sarden - ya, Messina ve Matapandan süzü - lüp Arşipelin yüksek Skarpantos Pa 1 lir, Gümrük Muhafaza Komisyonunda Halikarnas Balıkçısı TÜRKİYE ŞEKER FABRİKALARI Anonim Şirketinden: Müessesemize Üçüncü Parti olarak küp ve kristal ecnebi şekeri satm alınacaktır. Şartnamesi Bahçekapı Taşhan 42 nu- 12. Sonkünun, 1939 Perşembe günü saat onbire kadar teklif mektupları şartname esaslarma göre kabul edilecektir. Gen 1 Komutanlığı İstanbul adasının karantısına tutuldu. (Işığın çarptığı cismin arka ta rafında hâsıl olan gölgenin bir karanlık parçası sayılabileceği gi- bi, Türkçede bir adanın rüzgâr ak tı yerine, rüzgârsızlığı dolayısile, Karantı denilir.) ert rüzgâr adaya çarpınca kabarıyor, yüksek dağ ge- çitlerinde oluklar bularak, adanın öte tarafına tüyleri diken diken e- den bir pars çığlığı fle, tepeden topaç gibi burgaçlanarak, denize a- talıyor, denizin durgun yüzünü tır» nak ve pençelerile firdalayı yırtıp paramparça ediyordu. Bu tepeden inmelerin biri bir şâklayışta kayır ğin direk, seren namma nesi var- sa, hepsini düdük çıkardı, ve hazin bir uluyuşta dindi. Ali serenin üzerindeydi, bir kolu ve bir bacağı yer yer kırıldı. O, artık bir insan değil bir insan harabesi ıdi. On- dan sonra denizde gemicilik ede- etsin. Sağnak n bam teline vurmuştu. Gönlü yarım bir Ma - jör yerine tiyers minörden raşele- nerek bir gurup buludu gib! ufka doğru uçan sevinci bir tanyeri W- yanışının iniltisini aldı, Denizci i- di, durmadı. Derinliyerek başka bir âleme daldı, i Kötürüm olmuş, toprak üzerine toprak, olarak yığılakalmıştı. İlk- bahardı. Boylu boyunca toprdğm üzerine uzandı. Yeni âçılmakta o- lan bir karınca kuvasının ağzıma ku lak verdi, Sanki dünya denilen to- n mihverinin fırıl fer döndü- ünü, toprağın iliklerindeki haya- tın hareketini duyarmış gibi oldu. Dinlediği o derin inleyici vıngıltı, Elhamranın üzerinden işittiği kas- tanyet şakırtılaı uğultusu gibi ge İiyordu. Toprak içerlek vezin ve kafiyesini o delikten soluyordü. Cesur beşer mukadderatını bir ge- mi gibi yüklenen toprağın, yıldız- lar ve kâinatlar enginindeki söya- hatini ve o seyahatin musikisini de yuyordh, , Ali için ise duymak sezdiği mn- sikiye uymaktı, hayatın oynayışı- na, reslitesine vakısmaktı. Realite ise topraktı. 1 — 8. sayılı motöre yaptırılacak teritelerinin 6/1/939 carşamba gü- nü saat 11 de pazarlığı yapılacaktır. 2 — Tasınlanan tutarı 295 lira ilk teminatı 23 liradır. 3 — Şartnamesi komisyondadır. Görülebilir, 4 — Isteklilerin ilk teminat mak buzları ve kanuni vesikalerile Gala- ta eski ithalât güwrüğü binasındaki xomisyona gelmeleri (9479) m. ki seyahat