İstanbulu coğrafya tarih ki- raplarında değil de “Piyerloti,, nin gül rengi gözlükleri arka- sından görüp seven bir Fransız arkadaşla Büyükadaya * gidiyo- ruz. Ona Pariste ben adalardan uzunuzadıya bahsetmiş, adaları acem minyatürlerinden çalınmış bahçeler, gökler ve gözleri cey- lân gözlerinden hiç te aşağı kalmıyan sempatik eşeklerle | süslemiştim, adaları gökten Marmaraya damlıyan iri birkaç zümrüt damlasına benzetmiştim Ve arkadaşım birkaç muharrir ve ressamın yardımı ile bu iri zümrüt damlalarmı (Engr1) in biraz fazla şişman ve gözleri kuvvetli bir içki kadar insani sarhoş eden kadmlariyle iskân etmişti, Nihayet bu rüyalar bel- desine beraber gidiyorduk. Ve hatırı sayılır bir sıkıntı da cep- leri kurşun dolu bir adamın si- kıntısız halinde içime asılıyor- du. Bu ağırlık iki şeyden geli yordu. Evvelâ: Adaları ona lü- zumundan fazla methetmiştim. Bilhassa Büyükadayı elâ gözlü eşeklerinin eğerlerine varana kadar ballandıra ballandıra an- latmıştım. Şimdi misafirine ön- ce evini, evinin bahçesindeki ağaçları metheden bir ev sahi- binin onun kendisine çok aziz olan bu şeylere lâkayt kalaca- ğından korkacağı korku ile kor- | kuyordum, kendi kendime ada- nın en basit bir plânını yap yordur Çamlar -- beyaz ev- ler -- ceylân gözlü eşekler — Ada, Halbuki Fransız arkadaşım kendisine Piyerlotinin vaadetti- | gi şeyleri İstanbulda bulama» yınca bir hayli üzülmüş ve işta- hınr adalara saklamıştı, içimi sıkan ikinci şey de Büyükada- ya ikide bir “Prinkipo,, demek ve işitmek mecburiyeti idi.. Biz onları Parisinin kuyruğuna ufa- cık bir S takıp Paris diyorduk, onlar Büyükadaya Prinkipo di- yorlardı. Bu ismin nereden ge- lip Büyükadaya musallat oldu- gunu bilmiyor ve bu kelimeye fena halde sinirleniyordum... Nihayet vapur kalktı! Bereket Versin günlerden İstanbulun en “ güzel bir günü ve saat güzel bir Sabahın yedisiydi, yani İstan- ul şehri şirini uyanalı çok ol- Mamıştı. Sarayburnunun üstün- | de rüya artıkları, ve önde renk renk, çeşit çeşit bir baca kollek- siyonu vardı, Kariadenizden Marmaranın cılız, renksiz damarlarına dökü- len dinç bir su vapurumuz altın- da olgun bir karpuz gibi kütür- deyerek yarılıyordu. pi Vapur Haydarpaşaya uğradı, Fransız arkadaşım, bu büyük binanın ne işe yaradığını sordu: — Ankaraya buradatı gidilir, dedim. ğ Ve onun bütün kuvvetiyle adaların üzerine abanan dikka- tini bir başka (tarafa çekmek için bu sefer ona Ankarayı met- hetmeğe başlamıştım. — Tasavvur: et! diyordum; yepyeni bir şehir. Yirminci as- rın bütün nimetlerinden istifa- de eden bir mimari: Arkadaşın dikkati bala yapı- şan sinek gibi adalara saplanıp kalmıştı. Bir aralrk benim ken- disini baska bir diyara götür- meğe çalıştığımı görünce güle- rek: — Sen, dedi; saatlerce aradı- ğı bir parçayı bulup gramofona koyduktan sonra, onu dinliye- ceği yerde bir baska plâk ara- | imıya başlıyan dalgın adamlara benziyorsun ?.. Adalara gidiyo- ruz, ceylân gözlü dilberler gör- meğe gidiyoruz, — Plâk hikâyesinde haklısın, Belki Behzadm bahçelerini de bulacağız. Fakat, ceylân gözlü dilberlere.gelince!.. Ben sana eşeklerden bahsetmiştim.. Ve onları bulacağımızı garanti edi- yorum.. Derken göründü Tala- sın bağları! Adalar geçit resmi: başladılar. Vapur doğru Da doğruya: “Büyükadaya gittiği | için arkadaşım merakımı onlar Üzerinde tamamiyle harcıyama- | mış ve kulağının ucundan ayak parmaklarma kadar tecessüs ke silerek Büyükadaya düşmüştü.. . Arkadaşımm ilk inkisarı ha- yali iskelede oldu, İskele bo- yuncâ onun başının içinde yer- leşen dilberlerin yarısı boyun- da ve kaşları Jokondun kaşları kadar yok olan ufaktefek midi- net satıcı kızlar kırıtarak dola- şıyorlardı... İskeleden çıkar çık- maz da minyatür bahçeleri ye- rine önüne muntazam bir asfalt yol çıkmıştı, Köşedeki gazino. # N / ger ve Ni İl: 5 ğa larda gözleri hiç te ceylân gö züne benzemiyen dilberler var- dr.. İlerledik. Ve #akız kadar beyaz villaların birisi önünde arkadaşım: z — Dostum, diyordu... Biz yanlışlıkla Nise gelmişiz! — Yoo!.. dedim. Nisten bir parça daha güzel bir yere gek dik. Fakat kabahat bende. Ben sana adayı bu kadar methetme- meliydim. Ne tühaf, insanlar ekseriya bir başkasının fazla methettiği şeyi sevemez oluyor” güzelliğini keşfet- sana bırakmalıy» dım. Seni bir gün habersizce adaya getirsem, sen onu çok garip dekorlar ve mahlüklarlâ süslemiye vakit bulamıyacak, olduğu p#ibi kabul edecektin. Arkadaşım boynunu büktü: “İstanbul minarelerinde ezan İ okuyan mavi sakallı müezzinle- rin, de yerinde yeller est görünce, o boynunu gene böyle bükmüştü, Fakat köşe başından çılgın kahkahalar atarak, dört nala bize doğru gelen eşekli bir kafile görününce, arkadaşı- mn yüzü güldü ve içini çeke rek — Neyse! dedi. İşte Nise benzemiyen bir köşeli. Ufak zillerin yaygarası, eşek süvarlerinin asfalta dökecek ka- dar sarkan, ütüsü bozulmuş pantalonları, iriyarı bir bayanın etekleri arasında kalan bir par- ça, ömründe hiç eşek görmedi- Hdi. TAN çorabı ile fazla yukarı sıyrılan | ini zannettiğim arka'laşımı! müthiş hoşuna gitmişti. Biz de derhal iki eşek kiraladık. Eşek- lerden bir tanesi beyazdı. Eğer takımı kırmızı, Gemi ve bütün kayışları işlemeli idi. Kara göz- lerinden sonsuz bir. tevekkül akan kırmızı eğerli beyaz eşeği Fransız arkadaşrma takdim -et- Beyaz eşeği boynundan ptü. Ve yola koyulduk, Deniz, / adım başı yolumuzun önüne çı- kıyor ve masmavi bir Kütahya çinisi gibi çamlarm arasında parçalanıp dökülüyordu! Beyaz eşeğin kırmızı eğerinden ve bu kuvvetli mavi yeşil armonisin- den sarhoş olan arkadaşım aralık çamlara ve denize baka- rak: — Şimdi türk çinilerindeki mavi ve yesillerin hikmetini anlıyorum, Ve karşı sırtlardan birinde kaybolan renkli bir eşek kafilesini göstererek: T Evlerine “Mimoza,, veya otellerine “İsplandit,, adını ta- kanlar nekadar uğraşırsa uğraş- sınlar adanın çamları bu kadar | yeşil, denizi bu kadar mavi ve eşekleri bu kadar cana yakın oldukça o her zaman bir acem minyatürü k i k ede adar güzel kalacak, 2 Eşekler, daha doğrusu eşek- çiler, bizi Dir, götürmüşlerdi. | Önümüzde azgın bir ressam pa- leti kadar renkli bit plâj yıkanı- yordu, plâja müthiş bir rağbet | vardı... Plâjın üstündeki kahve- lerden birinde oturduk. Heybe- Yazan ve resimlerini yapan : Bedi RAHMİ lada karşımızda, kenarından bir parça kesilmiş bir kavun gibi yüzüyordu.; Yanımızdaki masalar yavaş yavaş dolmağa İ başlamıştı. Etrafımızda hemen İ hemen herkesin fransızca ko- nuştuğunu gören. arkadaşım hayretle: — Ne tuhaf, dedi; İstanbulda fransızca konuşulmıyan bir yer yok mudur?. — Olmaz olurmu, dedim. Beyoğlunun birçok taraflarında yalnız rumca konuşurlar, Orta- | köyde, Hasköyde oturanlar is- panyolca konuşurlar. — Ece.. Türkçe nerelerde konuşulur?. — Şehzadebaşr, Fatih, Edir. nekapı civarında... Arkadaşım kendisini bir gün İ o civarlara götürmemi rica eder ken iki adım ötede bumundan konuşan bir gramofon “Karyo- ka,, yı kıvırmağa başlamışt Masa komşularımız bu ilâhi musiki ile coşmuş ve bütün aza» lariyle burnundan şarkı sö yen gramofona yardıma giriş yorlardı. Komşularımızdan ço- Tuklu çocuklu bir aile muhte. sem bir sofra hazırlamağa baş- ladılar, Ve bir parça sonra ko- caman bir rakı şişesi masanm ortasında yer aldı ve rüzgârm bin bir müşkülâtla denizden ko- parıp bize kadar getirdiği yem- yeşil bir yosun kokusunu bu ko- caman şişe sırtlayıp götürmüş- tü.. Arkadaşım bu garip kokulu içki hakkında izahat istedi, — Bu içki, dedim, Fransada kadar harcanır. Bizim dini i kurulurken şarap icat edilmişti. Ve peygamberimiz şarabı me- netti, Fakat rakı ondan çok sonra icat edildiği için yakayı kurtarmıştı! — Şaraptan ne farkı vardır? — Şarap içen adam güzel konuşur. Rakr içen adamda evvelâ güzel konuşur. Fakat ikinci kadehte şarkı söylemeğe başlar ve üçüncü kadehte üstü- nü başını kirletir, İzabatım arkadaşımı tatmin etmemişti. Ufak bir sişe rakı ısmarladık. Arkadaşım rakıyı ibik. 2. Maüg Evans plâjde Jâcivert Bir elbise şarap ne kadar içilirse, bizde o| evvelâ bir parça kuvvetli, sonra harikulâde İyuldu, o birkaç ka» deh rakıdan sonra çamları daha yeşil, daha mavi ve “Karyoka,, yı daha kıvrak bul- mağa başlarken kahveden çık» tık. * Süt kadar beyaz bir akşam adayı, çirkin isimli villâlarını bir kat daha güzelleştirirken adadan ayrıldık. Arkadaşım bir parça sarhoş olmuştu. Berrak, durgun bir akşam onun sarhoş- luğuna birkac kadeh daha ilâve ediyor ve arkadaşım bana Beaw- delaire'den yüksek sesle mısra- lar söylüyordu. Bir aralık va. purun ön taraflarından ikimi- zin çok sevdiğimiz bir melodi yükseldi, "Macar rapsodisi,, ni çalıyorlardr. e Gramofonunu cr. gara tabakası gibi yanında taşı» yan bir meraklı bu güzel parça ile akşamı bütün vapur yolcula- rına daha lezzetle tattırıyordu.. Vapur bütün adalara uğradı. Ve hepsinden günlerini son damlasma kadar kana kana içip tüketen, ve (gözlerinden tatmin edilmiş insanların yor. gun saadeti taşan insan küme- | leri aldı. Fransız arkadaşım çoktan pembe gözlüklerini takmış, or. talığı gül, gülistan görüyordu. Bir aralık gözleri vapurun baca- sından büyük bir iştah ile bu- ram buram çıkan beyazlığını ve akşamın açmadan bulandı. takıldı ve bir t dalgın dumanlara baka kaldı, Ona ne düşündüğünü sor» dum: — Senin bana anlattığın ve benim de ilâvelerle süslediğim adalara her halde bacasından bu kadar bol ve küstah bir dir. man salveren vapurlarla gidil. mediğini düşünüyorum... Suya daha çok degen, suyu daha çok tadan, bir balık kadar rahat yü. zen sandallar düşünüyorum. Ben ona su kokan sandalları ve muhavyilesinin alamıyacağı daha bircok güzellikleri göre- bilmesi için İstanbula biraz geç geldiğini sövlüyor ve ona “Lâle devri, ni anlatıyordum.. ran dumanlara ii Foto M.G.M. giymektedir. Bunun üzerinde beyaz benekler vardır,