SON POSTA Tulüatın meşhur üstadları denizden niçin korkarlardı? Hamdi Efendi senede b'r defa Erenköyüne gitmek zarureti deniz yolu olan Beşiktaş - Üsküdar tarikini ihtiyar eder, Üskü ara çıkınca Eyüb- deki ev'ne sağ ve salim Üsküdara ayak bastığını telgrafla bildirmeyi ihmal etmezdi —32— | Bu arada serbest kalışımdan istifade €- | derek ikinci Bur hatini icra etmek| fırsatını k ım. İzmirden avdet etti -| ğimiz zaman muhtelif vilâyetlerden mek- tublar, telgraflar aldık. Oralarda temsil vermemiz için müsaid tekliflerde bulu - nuyorlardı. Turne bir teşkilât meselesiy- di. Ben idarecilikten hoşlanmıyordum. Bugün bile bir idare müdürü veziyetinde olmağı hiç arzu etmem. Türnenin ağır işlerile uğraşmak benim san'at tarafımı hırpalıyabilirdi. Bu yüz -| den hepsine red cevabı veriyordum. Fa - kat yalnız Bursadan yapılan teklif üze - rinde durmuştum, Bursayı ikinci defa görmek, iyi bir heyetle gençlik ve toyluk senelerimde bir orta oyunu oynadığım bu güzel memlekette birkaç temsil over. mek istiyordum. O sene başlı başına bir iş yapmak ni - yetinde değildim. Bursa Milli Sinema mü- dürü Süreyya Bey bir mektub yazmış, İs- tanbula gelerek konuşmak istediğini bil- dirmişti, Geldi, konuştuk, mutabık kal « dık. Denizden pek fena korktuğumu mü- teaddid defalar arzetmiştim. Daha ilk görüşmede Süreyya Beye Yalova tarikile gitmek istediğimi söyledim. Mudanya ka- dar kısa bir mesafenin denizinden kork » mamın sebebi şuydu: Bozburun önlerinde çok fırtına olur, diye beni ürkütmüşlerdi, | Bilmem, nedendir, üstadlarım da deniz seyahatinden pek hoşlanmazlar, çok kor. karlardı. Bilhassa Hamdi Efendi... V alısı olmıyan, ve kayığa binip de böyle tenezzühlere iştirak edemiyen zavallılar, orıhtımlara dol - muş, pabuçsuz ayaklarını denize sar - ıkları yerde, mısır, sala - talık geveliye çeveliye vakit geçiriyor- Jardı. Bazan. sahile yakın geçen bir posta vapuru, dalgasile bunları islatıyor, rıh- tım, bir an için boşalıyor, sönra, kaçı- şanlar, gene ayni tatlı damlasına mu - sallat olan inadcı sinekler (e gibi yerli yerine dönüyorlardı. Günün bu saatinde, kibar tabakaya mensub, ortalıkta kimseler yoktu. On- Jar, hususi o hamamlarında, yahud ki kendi kayıkhanelerinde (denize girip çıkmış, açılan alarile sofraya otur muş, tıka basa yemiş şimdi Ode tatlı tatlı şekerleme kestiriyorlardı. Boğazın şöhret sahibi, (dondurmacı Emirgânlı Arnavud Salihi, tepeden tır- hağa kadar beyazlar içinde, kıyı kıyı giden sandalından, müşterilerine, geç- tiğini haber veriyordu. Arada bir, açılan bir yalı kapısından, ya bir redingotlu ağa çıkıyor, yahud da işten şişmiş bir halayık eli uzanıyor, Salihi durduruyor ve dondurma alı - yordu. Güneşin, gruba kadar devam edecek olan kavurucu sıcağı altında bitab du. ran Anadolu yakası, yalılarının, birer gözü andıran bütün pencerelerile, göl- geli ve serin Rumeli cihetine gıpta ile ve adavetle bakiyor gibi idi. Hava o kadar durgun (idi ki, fakir, ihtiyar ve takatsiz, kalabalık bir aile reisi gibi, peşi sıra sürüklemeğe mec bur olduğu mavnaları bin meşakkat! ve istemeye istemeye çeken köhne hir romorkörün patpatı, İstinyede kalafat yerinde gemi tan bür ucuna kadar düyulmakta idi. Vakit gittikçe, bittabi geçiyor, lâkin farkolunmuyordu. Evlerin bir çoğun * da saat yerine geçen müezzinlerin ses. eden ustaların tok-| k mak darbeleri Boğüzın bir ucundan ö-|r Naşid «Rüyada taaşşuk» ta Size hazır sırası gelmişken, evvelce bir parça temas ettiğim, Hamdi Efendinin deniz hikâyesini anlatayım: Hamdi fen- di Eyüblüdür. Orada ikamet ederdi. Kış mevsimlerinde Şehzadebaşında ve İstan. bulun denizsiz gidilen mühim yerlerinde birkaç temsille iktifa eyler, yaz mevsi- mini de muhakkak surette Erenköy Göz- tepesindeki Mama mesiresinde geçirirdi. Burada orta oyunu oynardı. riyeti vardı. Hamdi Efendi Eyübsultan dan hareket etmec ile, dest biner, doğru i. Anadolu sa » hiline geçmek için en kısa mesafe Be - şiktaşla, Üsküdar diye. İskelede Hamdi Efendinin gözleri bağ- lanır, en yakım adamlarından ikisi kol rına girerler, böylece okuya, üfliye va - pura biner, reyecan içinde Üskü - dar iskelesine çıkardı. Onun bu vaziye- tini bilenler, takılırlar: — Geçmiş olsun Hamdi Efendi! Derlerdi. O cümlesini selâmlıyarak fa- kir fıkaraya bolca sadakalar dağıtarak 80- luğu postahanede alır, şöyle bir telgraf çekerdi: Eyübde Hamdi Efendinin hanesine Sağ ve salim Üsküdera vâsıl oldum, Hamdi Ben de üstad gibi denizden pek kor - karım, Hattâ yaz temsillerinde arkadaş'ar oyunu mi kib motörle dönerler, ben 0- rada gecelerim. İlk Bursa seyahatinin fırtınası da ak - ımda, Yalovadan gitmeği daha doğru buldum. Reklâmlarımız bir hafta evvel den asılmış, geniş bir alâka uyandırmış. güzide arkadaşlardan müteşekkil bir he- yetle Bursaya muvasalat ettik, O zaman şimdiki Trabzöh polis müdürü Aksaray'ı Bay Mustafa Bursa polis müdürü idi. Kendisi ağabeyimin mekteb arkadaşı, be- nim de çok eski bir dostumdu. Bize aza » Beşiktaş iskelesine ge! Mevsim gelince oraya gitmek mecbu- Son Posta'nın Roman (Devam: 13 üncü sayfada) PL DEDE Zevksizlik YAZAN: HALİD Bir Avrupa mecmuasında okudum: A- merikada Shakespeare'in bir eserini, çıp- lak bacaklı güzel giri'lerin danslarile süs- Uyerek oynamışlar! Amsterdamda da bir İ mektebin kimya muallimi mektebdeki bir temsilin rejisörlüğünü üstüne alarak, Moliöre'in «Ukala Kadınlar» komedisini, Holanda metnine ilâve ettiği bir şürü «9o000h!» larla oynatmış! Artık mükâ - lemenin aldığı şekli düşünün! Fakat yal- nız o kadar mı? Komedinin 12 nci tab!9- sunda Moskaril'in: — Vallahi, iki ayağım biraz pa ile karşılaşır, en kısa kıştı! Maamafih size, ihtimal dünyanm| len güzel irticali bulacağınız bir şey vu- murslayım! Sözün! sonra, metni kendi bir şekle sokmak için bu ii Ne denir? Asıl böyle ukalalar dünyada eksik değildir ki... Bu zevksizlik bana, bizde de, resimden, İ mimariden, musikiden tutunda böy »reye kadar bin şeki ka zevksizlikleri düşündürdü. Maamüfi biçimsiz, acayib fütürist vesimleri, ça pik, manasız birçok kübik binaları, çif. tetelli ile tango arasında son senelerde bestelenen âcayib havaları bir tarafa bi- rakayım da bu zevksizlik denen biçare » liğin sadece edebiyat sahasındaki acıklı nümunelerinde durayım. İşte ilk aklıma gelen çirkinlikleri ve gülünçlükleri sira- Tayorum: 1 — Tercüme eserler; Bunların ciddi bir emek'e dilimize çev rilen ve gene öyle sz çok itinalı bir su - rette basılanlarını pek tabii olarak bu çerçevenin içine almıyorum. Fakat o, başından sonuna kadar yanlış yapılmış tercümeleri, bilhassa hülâsa şeklinde türk çeye çevrilenlerini ne yapalım? Son gün- lerde bu cinsten, elime, bir de Jule Verne tercümesi geçti. Haydi neyse, o gene bir macera, bir seyahat romanıdır, fakat e debi kıymeti büyük olan bazı garb eser. ilerinin de bu suretle berbad edilişine ne isim vermeli? Bu yirmi beş, hattâ on beş kuruşluk faciaların (Facin kelimi trajedi mukabili kullanmadım, hi var, YAZAN ERCÜMEND ü. 164 akışın yaz şemsiyeli! leri de sıcaktan kı - sılmış, her zamanki gibi ortalığı çınlat * eriyordu. Maamafih, nere - de ise ikindi ezanı « nin okunacağı de - nizdeki merakib ne. vinin birdenbire de- ğişmeğe başlama - sından ahlaşıldı. Aşağıdan, yukarı dan, mükellef san - dallar, ikişer, üçer çifte piyade kayık - lar, tektük sökün ettiler, Kayığın bi. çiminden, arkasın « daki ehramın ren “ ginden, kayıkçıların şalvarlarından, ki - me ald olduğu bili niyordu. Lâciverd ehramlı, kenarına kalın, yaldızdan.su çekilmiş olan şu üç çifte, körfezdeki Mısırlı hanımın, şu ki çifte, narin yapılı ve filizi ehramlısı Bağdad kapı (o kâhyasının, şu tek çifte kayu mavi sandal Rumelihisarında o - turan şelre Fitnat hanımın, diye, sa » hildeki seyireller, geçenleri birbirle - altından oyalı hotozun ve çların rengi, gönül çekici bi » » gibi görünen, ağır ipekli fe - racelerinin devrik yakası, pırıl piril el mas broşu meydanda bırakan, yarım parmaklı eldiven giymiş, süslü, nizam- hı hanımefendiler, ellerindeki, kenar - ları tenteneli şemsiyeyi, çok müteha * lik nazarlara karşı siper edinerek. bazı larında siyah çarşaflı, kalın peçeli, u - maci g'bi kadınlar. gene bazılarında burma bıyıklı, plâstton (boyunbağı, çapraz yelekli, şık beyler.. hepsi, hep- si Göksuya akın ediyorlardı. Dere, ağzından tâ içeriye, «Yedi kar” deşler» e, hattâ daha öteye, Tuğla har manlarıma kadar, kayıktan, sandaldan, suyu görünmez olmuştu. Hamlacılar, arkalarıma dönüp, (birbirlerine işaret vere vere, güç hal ile, kayıklarına bir geçid bulabiliyorlardı. Göksunun, yalı bulunmıyan sağ sa - sırcıların kazan do - Tuları kaynatıp sat * tıkları sütlü mısır * ları kemire kemire, bu mehasin resmi geçidini karadan seyrediyordu. Po - turlu, saltalı kâğıd helvacılarnın ca - mekânlarını kuşa « tan irili ufaklı ço - cukların haykırış « maları, âz ötede, Kü çüksu mesiresinden akseden davul zur » na seslerini bastıra- mıyordu. Orada, ça- yırın ortasında orta oyunu oynuyor, da - ha ileride, karako * İun arkasına düşen düzlükte hokkabaz (Çiçekcioğlu) elli, altmış kişilik bir gruba hünerlerini gösteriyordu. Göksu deresinin içine doğru dal larını sarkıtan salkımsöğüdlerin al » tmda, kenara yaslamış bir sandal dolu- su sarhoş, gelip geçen kadınlara lâf a - tıyor, ihtiyar dadı kalfalardan, sırım gibi haremağalarından tekdir işittikçe, şuursuz kahkabalarla gül lu. 'Tâ uzaklarda, bağrı yanık bir sev - İdazede, bir kemençenin, yahud ki bir neyin nağmelerine (uydurduğu sesini dağlarda, bayırlarda (o aksettire ettire, gazel okuyor.. «Mecmun isen ey dil, sa- FAHRİ OZANSOY Jedişimin bir facia olduğnu kastediyorum) ardı arkası * kesilmiyor. kespeare'in Romdo ve Juliette isimli trajedisinin bile İbu şekilde hülâsa edilerek yapılmış â- tikli nümuneleri birkaç tane kirden or- tada! Buna ses çıkaran da yok! Demek İki. para kazancı zevksizlik ve edebiyâs ta hürmetsizlikle birleş her türlü u- cubelerin ortaya atılmasına cevaz vere biliyor! 2 — Telrikası bazan yüzü aşan hissi ro « manlar.. elik teliftir de... İstediğ masallar arasında » aları arasında sütun sütun, sayfa sayfa, arma forma yazabilirsiniz. Hele âşıkla İk kârşı karşıya, başbaşa geldiler mi artık kaleminizi tutacak hiçbir kuv« vet mevcud değildir. Onlara neler konuş« turmazsınız, ne ipsiz, Sapsız, ne boş Jâ4 kırdılar! Belâğatinizi önliyecek hiçbir 'ngelden çekinmiyebilirsiniz: ne hakiki muhit psikolojisi, ne şahısların psikolo- jisi! Bu sözde hissi aşk mükâlemeleri a- İrasına biraz da akşam, gece, bahçe veya | kır tasvirleri sıkıştrdınız mı artık mesele | yoktur. Romanınız, tıkırda tıkır düz yok da bir talika gibi yürüyüp gider! Maale- sef, böyle talika romanların okuyucuları Jaa hakiki değerdeki eserleri okuyanlar- dan daha fazladır. Çünkü yarım tahsil$ ve hayat görgüleri noksan birçok genç- ler, gündeliklerinin mühim bir kısmını böyle eserlere severek feda ederler. İşte yüksek bir edebi zevkin gençler arasında pek az inkişaf edebilmesinde bilhassa bu cinsten kötü ve sahte edebiyatın tesiri ziyadedir. 3 — Gösteriş şiirleri, Bunların da çeşidler! vardır! Bir kısmı nazmı nesre Yaklaştırmak iddiasile ne vezin, ne kafiye tanıyan genç şairlerin eseridir, bir kısmı da, yeni aynı genç zümreden en bayaği fikirleri, sirf dik- kati celbetmek gayesile «Şiir» başlığı #1 i tında neşredenlerin... Bu ikinci grup için baştaki kel, sırtaki uyuz, burundaki kan (Devamı 12 nci sayfada) Derenin ağzı, her yeni gelen kayık, sandalı obur bir ağız gibi hemencecik kapıyor, yutuveriyordu. Bu kadar m nereye sığıyordu? Nasıl çarp; muıyor, geçidieri (nasıl tıkamıyordu? Geçtikleri yer bazan o kadar daralıyor- du ki, içindekiler yüzyüze, omuz ormi- za geliyor, kollar birbirine temas edi - yor, kürekler dolaşıyor, hamlacılar, yas sakcılar: Dadı kalfalarla haremağaları, sinirleniyor, lâkin edeb ve terbiyeye riâyeten ses çıkarmıyorlardı, İşte o za- man, kayıktan kayığa çiçekler, lavan * ta ile tatir edilmiş ipek mendiller, ön“ ce hazırlanmış nameler (atılıyor, kaş | öz işaretlerile, #onü ekseriya gelme « meğe mahküta müaşakalara mukadde- meler yapılıyordu. * Açık krem rengi zemin üzerine, kas lin lâciverd bir su çekilmiş, kürekleri yepyeni, kayıkçıları, göğsü açık, kısa ve bol «biniş» kollu hilâi O gömlekle, vişne çürüğü çuhadan şalvarlar giyin” miş.Arka güverlesine serili, gene vişne çürüğü rengindeki ehramm © uclarına takıl, gümüşten balıkları suyun sat « hında yüzen, şık, zarif bir iki çifte pi- yade kayığının içinde oturan iki tane yakışıklı, kibar tavırlı genç beyderi bir ri, hizla arkasına dönüp te, az evvel ge“ çen bir başka kayığa nazar ettikten sonra arkadaşına sordu: — Rânâ değil mi idi o, kayıktaki? — Hangi Rânâ? — Canım.. şu! Mahud.. Benli Seni * yenin evini işleten? — Dikkat etmedim, İ — Vallah, tuhafsın Macid? Hiç de senin gibisini görmedim. Sen burayâ dalga geçmeye mi geldin, mi? Biraz etrafına baksana! — Ne yapayım, Memduhcuğum? Ak eğlenmeye hilinde, Kandillinin, Anadoluhisarınm na Leylâ mı bulunmaz? divesek fer-|lım başka yerde; biliyorsun. halkı, çayırlara dökülmüş, sayyâş me - yad ediyordu. “Arkası var)