Mari Valevskı / u, Tercüme edent Mebrure Sami Napolyonun verdıgı SÖZ Onları Rusların, — Prusyalıların, Avusturyanım elinden çekip kur - tarmak, neme lâzım benim ? Fran- sanın nesine lâzım bu? Askerlerimin yorulmasına, kanını akıtmasına değer mi? Sırf, senin için, seni memnun et- mek için buna karar veriyordum ben. Meğerse sen ne korkakmışsın! Memle- ketini sevdiğin filân da yok senin Uğruna bir şeyini feda edemiyorsun. Hem ne fedakârlığı istiyorum senden? Fedak mı imiş bu? İğrenç, kor- kunç bir insan mıyım ben? Bir şey de- miyorsun, namuslu kalacağım diye i- Nad etmiş, susup duruyorsun. İyi ya, Bit öyle ise, şu budalaca korkularının, düşüncelerinin uğruna, ne duruyorsun git. O hiç sevmediğin, seni de hiç sev- miyen pinti kocanın yanına git! Var- Bın o geri fikirlerin sana aşkın, vatanın yerini tutsunlar: Prusyalı olarak var Bit yaşa, Allah vere de ileride pişman olmı- yasın. Onları kendi budala namus te- lâkkilerin yüzünden feda- ettiğin için, milletin de, evlâdların da inşallah sana lânet okumazlar bir gün! Haydi ne duruyorsun? Defol, çık git diyorum sana! Heyecanlandığı zamanlar daima ol- duğu gibi, sertleşen bu şive İle, sesi çın çın ötüyordu. Genç kadın, bir tek kelime söyliye- meden, elini bile kımıldatmadan can çekişir gibi bir ıztırab duyuyordu. Nihayet bu sitemler, tehdidler, bü- tün bu şiddet takatini tüketti ve otur> .duğu koltuktan arkaya doğru kayıp|* kendinden geçti. Napolyon hemen Koştu, ona sarıldı. Her bir yanmı kokladı. Öptü, Kadın ba- yılmıştı. Güçlükle nefes alıyordu. Ya- rı cansız vücudünü, kucakladığı gibi götürdü, bir sedirin üzerine yatırdı ve günlerdir için için hasretini çektiği bu körpe kadının karşısında, arzudan de- Brmiş bir halde damarlarının yangınını yenmeğe kudret bulamadı. Kadın kendine geldiği vakit Napol- yonun korku dolu yüzünü — görünce, hezeyanlı bir kâbusu andıran hareke- tini affettirmek için kekelediklerini işi- tince işi birdenbire anladı. Karşısındaki adama karşı sonsuz bir tiksinti, müdhiş bir nefret duydu. Onu iki elile itti ve yaralı bir çocuk gibi in- Hiyerek yüzünü yastıklara kapadı. Hıç- kıra hıçkıra, bitip tükenmek bilmiyen yaşlarla ağladı. Napolyon, yanı başında, hiç alışık ol- madığı bir korku ıçlnde kesik kesi birbirini tutmıyan bir sübl şeyler söy- Tüyordu. — Mari! Yavrum Mari, söyle, cevab ver bana, Bu ağlamanla öldürüyorsun beni, Bak Napolyona bak. Ne kadar se- nin olduğumu gör. Her zamandan faz- Ja üstüne titrediğimi hisset... Mari dinle beni, dünkü güne geri dönebil - mek mümkün olsa, canımı verirdim. Aşkımın taşkınlığını affet, Elimde ol - madı... Öyle dakikalarım geliyor ki, kendimi bilmiyorum... Sanki kanım, vahşi bir hızla dönmeğe başlıyor içim- de... Ama sana yemin ediyorum; bun- dan sonra hoşuna gitmiyecek hiç bir şey yapmıyacağım... İrade, —ferman, hepsi senin! Kalbinin, bütün varlığının ne kadar temiz, lekesiz olduğunu görü- yorum, anlıyorum artık! Cevab vermiyordu. — Senin aşkın için, milletini de se - veceğim Mari, Onun haklarını gözetli- Teceğim, ona eski şanımı verdireceğim. Milyonlarca insan sana istiklâllerini borelu olacaklarken, söyle bana, beni Reri İtmen, benden tiksinmen doğru mu? ©O gene hep ağlıyordu. Bütün bir im- paratorluğun hâkimi olan büyük ci - hangir de bu ıztırabın önünde ürkmüş, kadıntn eline bile değmekten çekini- yordu. Saatler geçti. Düro bir çok defalar gelip kapıyı tı- kırdattı... Ama açan olmadı. Napolyan «Mari Valevska filminden: Son defa Mari ile candan konuştular, bu acılı yalnızlığı bormak küdretini bulamıyordu. Neredeyse şafak söke - cekti. Gitmek lâzımdı. Düronun yar- dımı ile imparator Mariyi kaldırdı, ara- basına kadar onu, kucaklıyarak taşıdı, beraber bindi ve konağa varıncaya ka- dar da elleri ellerinin içinde, ona hiç bir mukabele görmeden, neler söyledi, neler vâdetti durdu. Napolyon koca bir hafta, onu her ak- şam bekledi. Ama, Mari gelmedi. Genç kadını çağırmağa giden Düro da evden içeri bile giremedi. Verilen zi- yafetlerin hepsine bir mazeret buldu. Hiç bir ziyaretciyi kabul etmedi. Oda- sına lupınmq ağlıyor, dua ediyor ve nasıl olup da Napolyonun yanına yal- nız başına gitmek ihtiyatsızlığında bulunduğunu düşünerek kendini için için yiyordu. Kaç kereler kocasının ayaklarına kapanmağa karar veriyor, fakat suçu itiraf etmenin korkulu utancından, bu kudreti de bulamıyordu. Bir tek ümidi vardı. İmparator, çiğnediği şeretf, nâmusu mukabilinde bir bore altına girmişti. Bunu, ancak vatanına yeni bir hayat vermekle ödeyebilirdi. Yalnız o zaman, evet yalnız o zaman Mari onu affetmeği aklına getirirdi! Herhalde, Napolyon da Mariyi, ancak bu şartla tekrar görebileceğini anlamış olacak ki, o günden itibaren, Lehistanı yeni baştan canlandırmak yolunda a- dim adım ilerleyen bir siyaset tuttur- du. Muntazam Bir hükümet tesis etti, Bir devlet şürası kuruldu. Nazırlar tayin (Arkası var) Bir kadının evi taşlandı Samatyada Makbule adında bir kudın za- bitaya müracaat ederek Bilivrikapıda oturan Rifatın, evini taşladığından şikâyet etmiş - tir. Rifat yakalanmış ve tahkikata başlân - maştır. İstanbul Asliye Birinci Hukuk Mah- kemesinden: Leon ve Con Kasabyan Şti tarafından M. aleyh Nata vapur acentası aleyhine açılan davanın yapılmakta olan muhake- mesinde, Sirkecide Sanasaryan hanında 9 No. da mukim davacı Leon ve Con Ka- sabyan şirketi avukat M. Mercan tara- fından M. aleyh Galatada, yolcu salonu karşısında Tahir hanında Hayri Araboğ- lu vapur acentalığında mukim Nata va- pur acentalığı kollektif şirketi azasından Peter Gros aleyhine açılan iflâs davasin- dan dolayı çürekâdan ikametgâhiı meç- hul olduğu anlaşılan Edmon Arditi na-| mina yazılan davetiyenin mahkeme di- vanhanesine talik ve gazetelerle ilânat icrasına karar verilmiş olduğundan mu- hakemenin muayyen olduğu 14/10/938 tarihine müsadif Cuma günü saat 14 de mahkemede hazır bulunması tebliğ ma- kamına kaim olmak üzer ilân olunur. (1146) ZAYİ — Kartal Uğuzalp Zükür Nümüne mektebinden almış olduğum tasdiknameyi zi- yan uğrattım. Yenisini alacağımdan cskisi- nin hükmü olmadığı ilân olunur. Haliç Fener Murad Molla s. 78 de Adll Erten İstanbul İkinci İflâs Memurlu- ğundan : Müflis Leftere aid ve birinci arttırma- da takdir edilen kıymete nazaran 6 de yetmiş beşini bulamıyan İstanbul Balık- pazarındaki fırında mevcud hamur ma- kinesi ve motör ve sairenin ikinci arttır- ması 12/9/938 Pazartesi saat 12 de yapı- lacağından istiyenlerin mahallinde hazır bulunmaları ilân olunur. inür. (10187) Nöbetci eczaneler Bu gece nübetel elan eczaneler şunlardır: || Sstambul cihetindekiler: Aksarayda: (Ziya Nurl). Alamdarda: (R- yad). Beyazıdda: (Asadar). Samatyada: (Rıdvan). Eminönünde: (Beşir Kemal). Eyübde: (Arif Beşir). Fenerde: (Emilya- d, Şehremininde: (Nâzım), Şehzadeba- gında: ( Hakkı). Karagümrükte: (Su- 2d). Küçükpazarda: (Hikmet Cemil). Bakırköyünde: (İstepan), Beyoğlu İztiklâl caddesinde: (Galatasaray), Tü- nolbaşında: (Matkoviç). Galatada: (İxi- yol). Fındıklıda: (Mustafa Nall), Cum- buriyet caddesinde: (Kürkeiyan). Kal- yoncuda: — (Zafiropulos). — Firuzağada: (Krtuğrul). Şişlide: (Asım), Başiktaşta: (Nall Halid) (Nuri), Kıdı.lbym (Sıhhat - Rıfab), Büyükadada: (Halk), Heybelide: (Malk), İstanbul Defterdarlığından: Defterdarlık merkez dairesile mülhak müdüriyetler ve maliye şubeleri için beher tonu yirmi dört lira muhammen bedel üzerinden iki yüz yirmi ton Türk Antrasitinin mübayaası kapalı zarf usulile eksiltmeye konulmuştur. Şeraitini öğ,renmc)ı istiyenlerin hergün Milli Emi lâk idaresine müracaatları ve eksiltmeye preceklerin de 396 liralık muüvakkat teminatları ile 988 senesi Ticaret Odası vesikası ve teklifnamelerini 12/9/938 Pazartesi günü sat oön ikiye kadar Milli Emlâk Müdürlüğünde toplanan komisyoan başkanlığına tevdileri vezaat on üçte (5912) do zarfları açılırken hazır bulunmaları, (M.) Siyah çarşaflı kadın : Emin ağaya gelince, en küçük bir hicab ve perva hissetmeden sözüne de- vam ediyordu: — De hadi, kurban. Nazlanma. İşte, yüz elli altın. Bas şunları kemere, E- ğer sene sonuna kadar bunları üç yüz yapmazsan, şu bıyıklar bana haram ol- sun. Diyordu. Zeki bey, artık son sözü söylemek zamanının geldiğini hissetmişti. Ve Emin ağa ile şu muhavere geçmişti: — Sözün”bitti mi, ağa? — Bitti. — Ben,;bu paraları alamam. Ve, iste- diğiniz mühürleri de basamam. — Neye?. — Şimdiye kadar böyle işlere alış - madım. — Alış. — Vicdanım, buna müsaid değil. — Vicdanın mı?, — Evet. — E., bu vicdan, sade sende mi var? Biz, vicdansız mıyız? — Onu, bilmem... Ben; vesselâm. Emin ağa şaşalamıştı... Dik dik Ze- ki beyin yüzüne bakmıştı. Genç yüz- başının bu sözlerini derin bir hayretle karşılamıştı. Ve adetâ, işittiklerine i- nanmamak istiyormuş gibi sormıya mecbur kalmıştı: — Yapamaz mısın? — Hayır, O zaman Emin ağanın iri gövdesi, kuvvetli rüzgüra maruz kalan bir kü- tük gibi sarsılmıştı. Çehresi, bir anda korkunç bir hal almıştı. pamazsın, öyle mi?.. O halde, sen de bu memlekette yaşıyamazsın Diye bağırmış.. yatağın üstündeki çı- vrryarak yapamam, kınını öfke ile ka! odasından dışarı fırlamıştı. İNANILMIYACAK BİR HÂDİSE Bu hâdisenin üzerinden yirmi gün geçti. Zek! bey, cereyan eden vak'ayı oldu- ğu gibi alay kumandanma yazmış; ve sonra da: (Bakalım. Şimdi, bu adamların hü- cum ve taarruzlarını bekliyorum.) Demişti. Fakat, Zeki beyin bu endişeli intiza- rına rağmen, yeni hiç bir hâdise zuhur etmemişti. Hattâ asıl garibi şurasıdır ki; gerek Talar ağa ve gerek Osep Raci, Zeki beye karşı bârid bir tavır takın- mak şu tarafa dursumn; sanki aralarında hiç bir şey geçmemiş gibi, vaziyetlerini zerre kadar değiştirmemişlerdi. Yalnız Emin ağa, o gün bölük merkezinden çı- kıp gıuıkıen şonra, bir daha görünme- 7.ekl bey, bu derin sükütu, büyük fır- tınalardan evvel hüküm süren durgun bavalara benzetiyor: — Bu mel'un herifler, herhalde bir fesad volkanı hazırlıyorlar, Bakalım, bu volkan ne zaman patlıyacak. Diye düşünüyordu. e İşte, aradan böylece yirmi gün geç- mişti. Bir gün Zek; bey, Faris çelebi isminde bir manifaturacının dükkânına gitmişti. Faris çelebi, aslen Mardinli idi. Ti- caret için buraya gelmiş, yerleşmişti. Oldukça dolgün kafalı, ve bilhassa iyi kalbli idi. O da az çok Tatar ağanın ve Osep Racinin tesiri altında bulunmak- Ja beraber, onlardan kat'iyen memnun değildi. Çünkü haraca kesilmiş olanlar- dan biri de, bizzat kendisi idi. Fakat orada barınmak, ve beş on para kaza- nabilmek için, sükütu ihtiyar etmişti. Zeki bey, arasıra bu adamın küçük dükkânına gidiyor.. suya, sabuna do- kunmaz konuşmalarla vakit geçiri - yordu. O gün de yalnızlıktan sıkılan Zeki bey, Faris çelebinin dükkânına gitmiş- ti. Hoşsohbet bir adam olan d“kh sa- bibi İle tatlı bir müşahabeye prlşmhı Ü. Faris çelebi, Mardine yakın (Den.ı.- feran) denilen bir Süryani manastı « rındaki kıymettar incilden bahsedi « yor; bu eski din kitabının muhafazast için gösterilen dikkat ve ihtimamı, söye liye söyliye bitiremiyordu, Birdenbire koşa koşa Ali çavuş gele miş; 4 — Yüzbaşı bey!. İki misafir geldi. Ak cele zatınızı istiyorlar. Demişti. Zeki beyin vücudü, tepesinden tırn*- ğına kadar buz kesilmişti. Derhal içine den: — İşte.. volkan, patladı... Bu gelena der, mutlaka tahkik memurlarıdır. As leyhimde, kimbilir neler icad emlerh Diye söylenmişti. — İki kişi mi geldi, Ali çavuş? — Evet efendim, — Rütbeleri ne? ; — Nasıl rütbeleri, efendim?, ( — Yani.. binbaşı mı, kaymakam mıfk (Arkası var) '. Eski Türk detektifleri , (Baş tarafı 7 inci sayfada) İ ren yalnız üstü örtülü bir hangarın içint oturttular. Bulunduğum yerin, şehirle muvasalası olan tarafı telörgüler ve kum torbaları ile kapanmıştı. Dışarıda da nöe betçiler vardı. Fakat sahil kısmı boştu. Bu sırada, iskelede bir vapurun düdük sesini duydum, baktım, ortalarda hiçbir — İngiliz askeri yok! Tam kaçmanın sırası, — diye düşündüm. Derhal, esvabımla suya atıldım. Bu suretle iskelenin altına gel dim, Tekrar suya daldım. İskelenin öbür tarafına geçtim. Bir de ne göreyim? Ta- madığım, sandalcı az ileride değil mi? Ya- vaşça seslendim ve bu suretle, vapura girdim. Bu da İngiliz bandıralı ve gene bir Rum kaptanın idaresi altında bı nan bir gemi idi. Hemen ceketimi, iskars pinlerimi çıkardım. Yalnız fanilâ ve pan- talonla kaldım. Böylece, kendimi tanite mamak istiyordum. Lâkin yüzüme süre mek için, o kadar aradığım halde, bir parçacık kömür tozu — bile bulamadım, — Nihayet, gözüme yanan bir karplt Jümbas Bı ilişti. Onun üstündeki yağlı kirleri süs ratıma sıvazladım. Makine dairesinin üşe tünde bir yer buldum. Oraya uzandım, Gözüm de geçidde idi. Fakat, buradatt Ermeni tercümanla iki Mecusl neferin geldiğini görünce, işlerin yeniden sarpa saracağımı anlamıştım. Dediğim gibi da oldu. Ermeni tercüman, ayni alaylı taks vırla: N — Kumandan, Allaha ısmarladık hbile demeden gitmenize çok teessüf etti, dedi, Ben: — Sizi tanımıyorum, cevabını verdira, Fakat yutmadılar. Yeniden az mnel kaçtığım hangarı boyladık, İngilizler, esvablarımın yaş olduğuna dikkat etmemişlerdi. Bu sebeble, denizk den kaçtığımı anlamamışlardı. Bana nee reden dışarı çıktığımı sormuşlar: — Nöbetçi arkasını döndüğü zaman, kapıdan, demiştim. Onun için, sahil, ge« ne serbest bir vaziyette idi, Birkaç dakle ka gönra tekrar suya daldım. Fakat bu defa iskeleye gitmedim. Tenha bir yere den kasabaya çıktım. Doğruca otele vas rıp sahibini buldum: — Çabuk bir araba, dedim. Adamcağız: — Buradan ileri, bahçelere doğru din, Bir çeşme ile karşılaşacaksınız, O da bekleyin, cevabını verdi. Hakikaten az sonra araba geldi. Atları dörtnala koştura koştura Çanakkale yos lunü tuttuk. Kasâbaya girmeden arabadan indim, İskeleye gittim. Fakat tenha yollardamn dolaşa dolaşa... Hareket etmek üzere olan bir vapum varmış. Hemen bir güverte bileti aldımı, Böylece İstanbula, oradan da Ankarâe ya gittim. 5 Sabih Alaçam