(Dünkü kısmın hulâsası ) (İlkbahar ortalarında bir kurban bayra | ma günü. Çocuklar Kâğthaneye gil- | mek için, bayram yerkadeki — tenteli muhacir arabalarına biniyorlar. Bun- ların içinde büyücek bir mahalle kızı ile, yine o yaşta bir oğlan arabanın bayramlık darbukası ile zilli maşasımı çalıyor; çocuklar hep bir ağızdan şar- kı söylüyorlar: Bir kenarda sessiz oturan — yalnız küçük ve şirin (Hasan) la onun ya- mındaki navin utangaç bir kız. Bahariye — yolunda musluksuz bir Şeşinenin önünde su içmek için iniyor- lar. Tekrar harekette Sünme! köprüsü- nün biraz ilerisinde araba bir hende- iin içine kayıyor. Çocuklar bağrığıyorlar. Darbuka- cr kız, darbukasını çayırın — ortasına farlatıp (Hasan) 1 kucaklıyor. —Her- kesten önce çayırın kenarma — bırakı- yor. Bu kurtuluş küçük Hasana iki sene evvel bir mahalle mektebindeki zelze- leyi hatırlatıyor. O vakit te onu böyle bir kız çocuğu kucağına almış, kurtarmıştı. ) Biraz sonra yemyeşil ve bol çiçek. K çayırda arabacı, kırmızı kuşağının arasından çıkardığı $işman piryol sa- # üne bakarak çocuklara ancak — bir çeyrek izin verdi ve içlerinden en bü- Yyüklerine sıkıca tenbih etti: — On beş takka oynayacaksını bunun burasında.... - Fazla değil; on beş takkadan — fazla durmam; ha göreyim sizi, pek uzaklara dağılmayı- niz, te şu yakın yerlerde oynayınız! . Küçükler zaten uzaklara gidemez -| lerdi; onlar hep arabanın nihayet yüz, yüz lll adım ilerlerine kadar yayıldı- lar. Maşacı kızla darbukacı oğlanın peş- Tefine takilâar bBüyükçeler İse çoktan dete kenarını bulmuşlardı. Küçük Hasanla kişmiri, narin kız yere iğilmişler, durmadan papatya, çayır çiçeği topluyorlar; arada bir el- Jerine geçen en gösterişli, en zarif bir çiçeği: — Al, bu senin olsun! Diye Biribirlerine ' wiötüyörlerdi - Yem torbalarını hayvanların boyun - larına geçirdikten sonra bu mis gibi körpe hayat kokulu çayırın en yumu - pak yerine bağdaş kurmuş, tatlı tatlı cigarasını tüttürmekte olan Rumelili arabacı bir aralık kendi yyanı — başına sokulan Hasanla arkadaşına sordu: — Ne yapacağınız o çiçekleri?. Kız, gene utanıp eliyle yüzünü ka- pattı. Hasan: — AÂnnemize götüreceğiz! Dedi. Arabacı güldü: — Siz, kendiniz birer demet çiçek be! Siz varken ne yapacak anneleriniz yabaeni kiız. çiçeklerini! Hasanla kız bu şakacı ve tatlı dilli arabacıya biraz daha sokuldular. Or - ta yaşlı adam kızın elindeki çiçeklere doğru burnunu uzatarak: — Ha koklat, göreyim - çiçeklerini bana, güzel kokarlar mı? Kız, gene utanarak elindeki çiçek - leri onun burnuna doğru üzattı. — Oh! Ne güzel kokar, ne şirin ko- kar! Sonra elile kızın saçlarını okşarken Hasan da kendi elindeki çiçekleri ona uzattı: — Benimkileri de koklasan a.. Ara- bacı amca! Adam onları da kokladı: — Ok. eh! Buplar'da löydk kokarl Derken ikisinin de saçlarını koklı -| yarak : — Sizin bu ipek saçlarımız o çiçek- lerden daha ıslah, daha güzel kokar! Ve kocaman ellerile ikisinin de ya - naklarını hafifçe sıkarak: — Sizi, dedi, götüreyim mi arabam- la bu akgam bizim eve de benim ço » cuklarım olasımız! İkisi birden ellerini çırpatak bağır - *lari | — Götür, götür! Kırmızı kuşağının arasından tekrar çıkardığı piryol saatine bakarak: — Ha öyle ise gelin atayım artık sizi arabaya! İkisini birden kucakladı, yanakların- dan öperek arabanın en ön tarafına yerleştirdi. Sanra ötekilere haykırdı: — Haydiyin çocuklar, araba kalkı- yor, haydiyin! Darbukacı kız, darbukası koltuğun- koşa koşa gelip te onları arabanın en ön tarafına yerleşmiş görünce hay- | retle sordu; Si ömbaya Bakayim? İkisi birden cevap verdiler: — Arabacı amca bindirdi. | Arabacı bu aralık hayvanların bo- yunlarındaki yem torbalarini Çikâr'- makla meşguldü. Kiz ona duyurma - yacak bir sesle: — Hay, dedi, ©o arabacı boynu altında kalsın! Sonra oğlana döndü: — Hani çocuklara külâh örmek için | topladığın sazlar? Kara yağız oğlan etrafına bakındık- tan sonra afalladı: amcanın maşacı — Aaaay... — Ne oldu? — Acele ilen onları derenin kena -| rında unutmuşum| j — Köoş al, çabuk, koş al de gel! İ Oğlan top gibi dereye doğru f;yın-( dı. İki dakika sonra koltuğunda yarım| yapılmış bir külâh ve koca bir demet| yeşil sazla geldi. aĞ Arabası Kâğıthaneden yine cün - büşle kalktı ve oraya yeni gelmekte a- lan başka bir çocuk arabasındaki hafif | cünbüşü sünnet köprüsünün hizasın- da birden bire bu araba mat etti. Çün- | kü bu arabada bir darbuka, bir zilli maşa, sonra o zamanın bütün kennr! türkülerini gayet iyi bilen ve gayet iyi söyliyen, sesleri güzel büyük bir kız-] la bir oğlan vardı. Oraya gelmekte olan arabada ise yalnız on, on bir yaş- larında başı'yazma yemenili bir kız, yarım yalak bir tef çalıyor; söyledik - leri türkü ise berikinde söylenenlerin yanında sivri sinek vızıltısı gibi kalı - ' yordu. Bunların cünbüşü' daha — elli adım İöteden onların ahengini mayna ettir- |dikten sonra arabalar bir hizaya gel - (di; iki taraftan da kuvvetli el şakırdı- |larile bir: — Ala ala heyl dir koptu. Darbukacı -kızla maşacı oğlan önce onlara dillerini çıkardılar ve onlar da bunlara dillerini çıkarınca oğlan ellerile, kollârile, yüzile bir''ta - kım çirkin jestler yaptı; daha sonru onlara ağza alınmaz bir kaç küfür sa İ vurdu. Ötekilerin içinden biraz büyük- çe bir çocuk, kendi arabasının tente - inin altından ona ayni tarzda bir kü- savurdu. Maşacı birden ayağa ü l a dddi el — Ben gelmeden sizi kim bindir -| gy SON POSTA fırladı, arabadan atlayıp onları taşlı - yacak oldu. Fakat içerdeki küçüklere, hele Hasanla, kişmiri, narin kız kor - kup: — Annel Diye bağırdılar, Darbukaci hemen oğlanın elinden zilli kaptı, tıpkı hokkabazın, bardağına indirdiği şakşak gibi hafifçe ensesine yapıştırdı : — Otur, oturduğun yerde bakayım! — Otur ama baksana... Eşşoğlusu ne yapıyor? — Sen yapmaya idin, o da yapmaz- abla, maşayı Darbukacı abla Hasanın yanakları ni okşıiyarak: — Korktun mu cicim, korktun mu şekerim, korktun mu benim sarı pa- patin! Korkma setn, korkma! Ben bu- rada iken kimin haddine seni korkut- mak! (Arkası var) Bir Doktorun Günlük Düser Notlarından () aüi üüi bit güeü el Mide Bozukluğundan j Ileri Gelen Ağız kokusu Yirmi altı yaşında bir genç sık sik ge ğirdiğinden ve zaman zaman da ye- meklerden sonra bilâ fasilâ on dakika- dan fazla devam eden bulantıdan şi - küyet etti. Muhtelif işler peşinde koşan sık sık seyahat eden Yemekleri vaktinde yemiyen Her yerde başka başka ve fazla su içen Kahve tiryakiliği yapan Muntazam uykularına alamıyan Fazla miktarda da ekşiye alışkın olan bu hasta belli başlı mühim. sayılabile- cek bir hastalık geçirmediğini anlattı. Muayenemde: Midesi hali tabüden daha düşük ve gevşek intizamsız yemekler ve fazla su midede tevessü yapmış ve ekşi mikta- rının da fazlalığı yüzünden mide gud- delerinin vazifesini karıştırmağa sebep elmuş fazla ekşilik bulantı yapıyor ve midede iyi hazım olamıyan yemekler de tahammür ederek fena bir ağız ko- kusunu busule getiriyordu. Ekşiyi kestim. Sayahat zamanında da yemek zamanlarnı — değiştirmemesini başlanmış ve sövüş etleri ve — sebze- ler yemesini ve yemeklerden sonra bir miktar karbonat mlmasını bir müddet Afyon maden suyuna devam etmesini suyu azaltmasını kahve — içmemesini, ekşi yememesini tenbih ettim. Bu tedavi on gün sonra tesirini yaptı ve tavsiyelerime riayet ediyor ağzı da biç koku kalmadığırı söylüyor... L0 —— e —— (*) Bu notları kesip saklayınız, ya- but bir albüme yapıştırıp kolleksiyon yapınız. Sıkıntı zamanınızda bu notlar Akdeniz incisi Gem Yezan : Kadircan Kaflı «aür 29-3- 930 <amr Kızlar, İncinin etrafında, toplanmış yıldızlar gibiydi — Vay, o da eşini bulmuş sanı - rıim,.. Bunu söyliyen Durmuş reisti. Keleş anlattı: — Moruğu şişleyip te denize at - tıktan sonra aşağı indim. Oradaki sandık ve çuvallarla denkleri yokla- dım. Bunu buldum. Bunlar papaz de- ğil, esir tüccarı imişler... Vay canı- na... Amma ben de bir kaç tanesini daha o kızgınlikla - şişleyiverdim. Kalanları başkalarına bıraktım. Kızara kızara ona sokulan şirin kı- zı göstererek devam etti: — Hemşeri çıktık... Bunu da Mar- çello Kurupınardan kaçırmış. Ca - nını kurtarmak için kiliseye sığın - mıiş, sözde gâvur olmuş. Adı da E- mine... Kurupınarlı Keleş İsmailin kızı oluyormuş. Gördünüz ya bizim kaynata ile lâkaplarımız da uygun.. Çabuk anlaşacağız... Gemiye doğru yürüdüler, Murat dedi ki: — Aramızda yalnız Süleyman ile Durmuş rcisin sevgilileri yok. On - lara da... Durmuş Reisin Sevgilisi Lükresya Durmuş reis gülümsedi ve onun |sözünü kesti: — Benim de var... Üzülmeyin. Süleymana lâyık olanı da buldum, eğer kabul ederse ne mutlu! Valla- hi hiç birimizin eşinden aşağı kal - maz... Pulat merakla sordu: — Kimdir? Nerede bunlar? — Alanyada... Adı Lükresya... (Grazyanonun gemisinde yakaladı - ğimiz kız... Grazyano tifodan öl - dü. Onu göndermek istedim. Kal - mak istedi. Süleymana da Rozitayı alırız. O da hanımından ayrılmıya hiç yanaşmıyor. Bu isimler İncinin kafasında bi - rer şimşek yakmıştı. — Lükresya mı? Grazyano... Ro- zita... Lâkin ben bunları tanıyorum, — Evet... Seni Marçellonun elin- den kurtaranlar... — Ne iyi... Fakat zavallı Grazya- no!.. — Yiğit delikanlı idi, ben de acı- dım. Bir kaç saniye sustular. Pulat dedi ki: — Artık acı şeyleri ve acı gün - leri unutmalıyız. Haydi gemiye gi - delim, SiT — Gidelim. Lâla Mustafa Paşa Ancak bir kaç adım atmışlardı ki birdenbire aklına bir şey gelmiş gi- bi durdu: — Şey,.. Lâüla Mustafa Paşaya uhoşça kalın!» demeli. Merdan Bey- den de izin almalı... Oraya gittiler. Lâla Mustafa Paşa genç kıza dik- katle baktı. Kaşlarını çatarak Pu - lata: — Senin sevgilin bu mu? Diye sordu. — Evet paşam... — Adı ne bunun? — Yaaa... İnci ha... Dürrü Naz!. Hayır, Akdeniz İncisi!... Bana to - kat atan, beni öldürmeğe kalkışan kız ha... İnci Pulatın kolunu sımsıkı tuta- rak geri çekiliyordu: Demek ki o adam Lâla Mustafa - nın kâhyası değil, kendisi imiş... Genç kiz paşayı tanımıştı. Pulat bunlardan bir şey anlamı » yordu. Lâkin Lâla Mustafa Paşa pek ça- buk değişti. Gülerek Pulatın sırtını okşadı: — O değil... Benzetmişim... O - nun yüzünde ben yoktu. Diye mırıldandı ve ilâve etti: — Haydi güle güle gidin. Bir yas- tıkta kocayın. Soyunuz, sopunuz be- reketli olsun... Marçellonun Kesik Başı Oradan ayrıldılar. Yirmi adım ka- dar ötede bir cellât ile iki çırağı ko- caman bir kütüğün başında ellerin- de kanlı baltalarile duruyorlardı. Yerde kesik başlar ve başsız göv - deler vardı. İstemeksizin oraya bak- tılar. İnci korkarak ve iğrenerek geri çekildi. Biraz kenarda duran bir kesik başı göstererek: — Marçello!.. İşte,.. Odur... Diye mırıldandı. O hâlâ yuvalarından fırlıyan göz- ler ve ısıracakmış gibi sıkılan ve sı- rıtan dişlerle genç kıza bakıyordu. Çabuk uzaklaştılar. Venedik kumandanlarile şöval « yelerin başları karma karışık duru- yordu. Pragadino ise kendisinin Türk e- sirlerine yaptığı iziyetleri«çekiyor « du. Kulakları kesilerek donanmaya gönderilmiş, bir kaç defa denize so- kup çıkarılmıştı. Duxmuş reisin gemisi Alanyaya doğru yol alıyordu. Bu sırada Pragadinoya gene o - nun Türk esirlerine yaptığı gibi hendekten çuvalla toprak taşıttırıl- mış, daha sonra Magosa hükümet konağının önünde, Türk esirlerine sopa atılan, işkence yapılan direğin dibinde ayni cezalar yapıldıktan sonra öldürülmüştü. Anadoludaki İçel, Tarsus ve Sis sancakları da eklenerek bir eyalet haline konan Kıbrısa Sinan Paşa Beylerbeyi yapıldı. ... İçelin Görmediği Düğün İncinin Lükresya ile buluşması iki kardeşin buluşması gibi oldu. Sü - leyman Rozitayı, Rozita da Süley- manı pek beğenmişlerdi. On beş gün sonra İçelde bütün şehri ayağa kaldıran, her yanı çalgı ve şarkı seslerile çınlatan bir düğün yapıl - dı. Demir Bey eksir içmiş gibi bir - den canlanmış, yirmi yıl genç ol « muştu. Vaktile beş kişi birden evlenmek için söz vermişlerdi, Halbuki şimdi sekiz kişi idiler, Düğün alayının en önünde Kara Duman gidiyor, İnci ise beyaz elbise ve duvağının içinde ve bu kara atın üstünde her zamandan daha güzel görünüyordu. Diğer kızlar, ayın et- rafında çepeçevre toplanmış — olan yıldızlar gibiydiler. Her halde İçilin yüzlerce yıllık ka- le duvarları da, dünya kurulalıdan” — beri akan güzel Göksü da böyle bir düğünü ne görmüşlerdi, ne de gö * receklerdi. 27/1/936 İstanbul — SON — Kadircan Kaflı