ç Bir mecmuamn hikâyesi 9 Birincikânun 193? CUMHURÎYEÎ Fikir Örgüleri Iktısadî hareketler 9 Yazan : NECİB FAZIL K1SAKÜREK Benim 1936 yılındaki (Ağac) tecrübemi bilmem ki kaç kişi bilir? Şunu söyliyebilirsiniz: En fazla sattığm nüsha kaç taneyse herhalde o kadar kişi... Öyleyse müsaade edin de kaç tane sattığımı söylemiyim. Çünkü İstanbu lun en hücra semtinde iki kundura boyacısı kavgaya tutuşsa, muhakkak ki bu kavga etrafında halkalanacak alâka, zavalh (Ağac) mecmuası etrafındaki halkayı, kemiyet bakımından daha hakir gosterecektir. Yarabbi! Memleketin en tanınmış bir yazıcı grupunun bir arada çıkardığı ses ler sokaktan geçen bir belediye bandosu kadar da mı alâkaya değmez? Vakıî mecmua çıkarken şu veya bu gazetede neler yazılmadı? Ne iyi teşvikler, ne kıskanc târizler, ne esrarlı fısıltılar, ne garıb hırıltılar duyduk. Fakat netice itibarile okuyucunun filî mukabelesi, meselâ bacası tutuşmuş bir fırını görmeğe koşan meraklılar kütlesi kadar da olamadı. . Arada bir, hesab almaya gittiğim pişkin bâyi, bir gün, dudağımm kenarmdaki mahzun çizgiye dikkat etmiş olacak ki, dayanamadı: Necib Fazıl Bey dedi. (Ağac) bu kadar az satıyor diye hayıflanma! Al, işte hesablar burada, bak! Mecmuan Türkiyede çıkan bütün edebiyat mecmualannın mecmuu kadar satıyor .Ne ya palım, kabahat senin değil, edebiyatın. Aklın varsa (X) gibi birşey bu bir magazin ismiydi çıkar! künde buluştuk. Ünıversite profesörü, doçent, şair, ressam, otuz kırk kişiydik. A ramızda, Türk san'at ve ftkir hayatın tetkike gelmiş Avrupalı muharrirler de vardı. Hasta bir çocuğun, iyileşir iyileş mez atılacağı hayattan, ak sakallı haline kadar geçireceği bütün safhalan belirten bu konuşmalar, meğer onun tabutu başında cereyan etmiş. Saffetimiz hâlâ devam ediyordu. Belki de boyuna devam ede cektir. Sonunda, bir arkadaşın haber verdiğine göre inkıtasız 3 saat devam eden sözlerim, Türkiyede bir mecmuayı hayat hakkından mahrum eden şu 3 noktaya bağlıydı: 1 Y A Z I C I : Yazıcının san'at ve fikir cevheri, yani istidadı. Davasına bağlılık derece?!, yani ateşi, heyecanı. Dostuna yakınhk duygusu, fedakârlık ölçüsü, verdiği söze riayet kaygusu, yani ahlâkı. 2 O K U Y U C U ve okuyucunun yapılan hareketle alâkası, hazları, nef retleri, reaksiyonları, yani varlık mikyası. 3 S A T I C I : ve satıcının borcunu ödemekteki intizamı, işin maddî piyasada anyacağı emniyet şartı, yani iktisadî temeli. Bu üç kıstas üzerinde de, tamamile menfi neticeler aldığımızı, bu esaslardan hiçbirini yerinde bulamadığımızı ve işi yürütmeğe niyetimiz varsa, kavga hedeflerimizin bunlar olduğunu söyledim. Davayı tek kelimeye irca edelim! Herşey bir BORÇ meselesiydi. Yazıcı, eser, fikir, heyecan, ahlâk borcunu ödemez, okuyucu, alâka, ihtiyac, varlık borcunu eda etmez, bâyi, sattığı nüshalann para borcunu vermez. Sonra da bir mecmua nasıl yaşar? Burada küçük bir dikkatimiz var. Bu hükümler bir ekseriyet mülâhazasile veriliyor. Yoksa (Ağac) yazıcılan içinde, yalnız dostluklarile iftihar ettiğim öyle kalem sahibleri ve okuyucuları arasmda, mecmua kapanınca telefonla soran, idarehanesine kadar gelip takib eden öyle takdir ehilleri vardı ki, zaten bu menfî hü kümler, keyfiyeti temsil eden bu asil ekalliyeti korumak içindir. İşin kahkahayla gülünecek veya ka tıla katıla ağlanacak taraflanndan birisi de, bu mecmuamn bir edebiyat organı olduğunu bir türlü anlatamamasıdır. ,Birçoğu (Ağac) ı bir ziraat mecmuası sa nıyoıdu. Bir gün mfmlekette kpltür ve terbiye işlerinin başındaki en büyük kuruma bağlı bir zat, mecmuaya aid bir iş takib ederken bana samimiyetle dedi ki: Sizin gibi bir insanın ziraat dava larile uğraşması ne güzel! Birçok Anadolu bâyileri de, ismi yüzünden mecmuamn satılamıyacağmı yazmışlardı. Demek ki birçoğumuzda anla yış haddi, henüz sembolik bir ismi kav rayabilmekten uzaktı. Bir maddeyi dosdoğru ismile anmadan gözönünde tuta bilmek kabil değildi. Beş parmağına beş kardeş diyen beş yaşındaki çocuklarda bile sembolik idrak seviyesine varan ze kâ, büyüklerde işlemiyordu. Eyvah! Bütün fikir ve bütün san'at sembollerden ibaret değil midir? Sembol, eşya ve hâdiselere aid karakterlerin birbirine sira yeti ve birbirini temsil etmesi keyfiyeti değil midir? Bu keyfiyetin en basit tezahürünü izah edemezseniz ya en girift, en mürekkeb ifadelerini nasıl anlatabileceksiniz? Kötürümleri plâstik dansa davet edebilir misiniz? Fakat yumurtasını de len bir ördek, nasıl derhal suya atılır ve yüzerse, siz de bir çobandan bile, insan olmak haysiyetile, böyle bir anlayış beklemekte mazursunuz. İşte bir mecmuamn hikâyesi. Hepsi bu adar! Artık nefsime (Ağac) mecmuasile ettiğim ağır hakareti bir daha tazelemeğe niyetim yok. Amma belli olmaz. San'at ateşi bu! Cinnetten farksız birşey. Olur da herşeyi unutur, yahud bu defa hak kından geleceğim'" umar, tekrar başhyabilirim. İşin çok ihtiraslı olduğu muhak kak. (Ağac) ba^ını aldı gitti. Fakat ona vemiş verdirmek icin humma ateşleri içinde yanan bütün tohum taneleri ambann dadır. Bu tohumlar, kendilerine muvak katen tarla diye intihab ettikleri bir kâ<hd tomarının ihanetinden müteessir değildirler. Tarlalannı her yerde arayıp bulabi lirler. Nitekim işte böyle bir macera so nunda ve (Cumhuriyet) gibi büyük bir mahsul meydanmın bir köşesinde, kendi ağacımı yetiştirmeğe bakacağım. Artık tüy gibi hafifim. Ne akametli yazıcılara barsaklarını yumuşatıcı terkibler, ne çatıL kaşlı bâyilere insaflarmı u yandırıcı formüller, ne para, ne matbaa, ne mürettibhane peşinde koşmak derdi... Bizde bir şaire 12 yaşından 92 yaşına kadar (genc şair) demek modadır. İsmimin genc şair diye pek çok anılmasına mukabil artık genc olduğuma inanmıyorum. Içimde, fanî dünya yollarınm ya nsından fazlasmı bitirmiş olmak merareti var. Halbuki ben, bu âna kadar ne yaptım? Bana sorsalar derhal ( H Î Ç ) diye Sür'atle inkişaf eden bir san'at şubesi Çorab sanayn son iki yıl içinde hiçbir san'at şubesinde görülmemiş bir inkişafa mazhar olmuştur. San'at ve ticaret işle rind. inkişaf talebe bağlı olduğuna göre bur.a; «bizde çoraba rağbet artmıştır» diyebiliriz. Biraz garib amma bu, böyledır. Bunun bövle olduğuna da günden güne "enişliyen, adedleri artan çorab fabrikaları ve miktarı yükselen çorab ima lâtı en açık misallerdir. Yapılan tetkikler gösteriyor ki son iki yıl içinde çorab imalâtı yüzde 50 60 raddesinde artmıştır. Bu artış da büyük sehirlerde olmaktan zivade Anadolu kasabaiarındadır. Fılhakika fabrikalar A nadoludan, daima artan bir taleble karsılasmaktadırlar. Gene bu tetkikler en ziyade artışm, lükse doğru yaklaşan ipekli çorablar ve çocuk çorablannda olduğunu g'isteriyor. Kanaat şu: Kadın çorabları lükse doğru gidiyor ve kullanılması çoğalıyor. Çünkü; büyük şehirlerden kasabalara doğru gideu memu aileleri moda örneği oluyor. Bunun için hiç ümid edilmedik ıadolu kasabasından en ince kadın çorabınm istendiğini görüyoruz. Çocuk çorablan kullanılması da çoğalıyor. Bunun bashca sebebi maarifin inkişafıdır. Mektebler çoaaldıkça ve talebenin kıyafetine itina edildikçe çocuk çorabı istihlâki de artıyor. Şu neticelerin ikisi de umumî refaha delâlet eder ve binnetice bir san'at şube sinin yükselmesini doğurur. Fakat işin bir de lükse kaçan tarafı olmasa... Lodos baskını altmda istanbul PENCERESİN0EN Deniz azgın, vapur Bir köşk hikâyesi gelmez, yolcu sabırsız.. Dağlara çıkan deniz kıyıları döğerken onun köpüklü dalgaları kadar sayısız hemşeri locîosun şerrinden mustaribdir Yazan: KANDEMİR J F. C. Bâyiin uzattığı kâğıda baktım. Yıllardanberi çıkan bir edebiyat mecmuasının Istanbulda yalnız 17 nüsha sattığmı gördüm. Ağlıyacak gibi oldum. Ben Fransızların (Examen de consi ence Nefis muhasebesi) dedikleri fa külteyi çok severim. Kuvvetli ve cesaretli insan, korkmadan nefsine aid kuvvetleri de, zâfları da ortaya döker. Kuvvetli olduğumu iddia edemem. Fakat pervasız olduğumu söyliyebilirim. Bir takım insanlar vardır ki, yamalı bir gömleği, yaması yelek altmda kalmak ve başkası görmemek şartile giyebilirler. Yamayı kendilerinin bilmeleri, gömleği giymemek husu «unda sebeb teşkil etmez. Halbuki t>en olsam, ya o yırtığı nefsime kabul ettire mem, yahud giyecek başka birşeyim yoksa, yamasını en göze çarpacak şekilde meydana çıkanr, öyle giyerim. Böylelik, le, nefsime duyduğum saygının, başkalanna duyduğum saygıdan eksik olmadığını göstermiş, gizlememiş olurum. Bu duygunun tesiriledir ki okuyuculanmla polirikasız derdleşebiliyor ve kolay kolay itiraf edilemiyecek şeyleri açığa vurabiliyorum. Esasen giriştiğim tecrü bedeki satış muvaffakiyetsizliğinin uta nılacak bir tarafı varsa, bunun bana ve arkadaşlarıma isabet edebileceğine inanmıyorum. Sonra, bir heveskâr olmadığım ve hakkımda yazılan şeyler eserlerimden daha kahn olduğu için şöhret ve itibar derecemi bir mecmua vesilesile beklemek ten de müstağniyim. Yalnız şu noktayı itiraf etmekten müstağni değilim ki, (Ağac) tecrübesi ben de, ruh doktorlarının (Trauma) dedik leri, kıyamete kadar unutulmıyacak bir tokat tesiri yaptı. Sanki evinin bahçesine bir küp altm gömen ve onu yıllarca emniyette farzettikten sonra bir gün araştınr araştırmaz yerinde yeller estiğini gören bir hasis gibi, en sağlam güvenlerimin ne entipüften kaidelere dayandığını anla dım. Basit bir şekil parçasmda sihirli kudretler vehmeden, sonra bir gün onun hakikî bir iman sahibi tarafından haka ••, retle tepelendiğini, yerlerde süründüğünü ve âciz ve miskin, uyukladığını seyreden bir (putperest) gibi, kendi gözümde küçülmeye başladım. Sanki ruhum bu tecrübeden evvel ismetli bir bakireydi ve artık değildir. Cemiyetime, muhitime, dostlarıma karşı birçok emniyetlerimi, ümidlerimi, tahminlerimi ve bütün bunların bağlı olduğu saffetlerimi kökünden kaybettim. Fakat mademki samimî olmak niyetindeyim, derhal ilâve edeyim ki, bütün bu kaybedi^ler arasmda, nefsime ve da vama aid hiçbir emniyet duygumu kay betmiş değilim. Yaman bir tecrübeden sonra, dost gibi, yazıc gibi, okuyucu gibi, satıcı gibi, alıcı gibi, bütün bir şartlar âleminin unsurlarma aptalcasına inanmış olmaktan başka, nefsime hiçbir isnadda bulunmadım. Aman yanlıs anlasılmasm! (Ağac) vesilesi dışında, zavalh nef sime attığım ve atmakta olduğum çimdiklerin izi, besleme vücudür.deki morartı lardan daha korkuncdur. Beni nefsinden memnun ve7 nefsile mes'ud sanmaym! Her neyse! (Ağac) mecmuasının yeşil gözlerîni havata kapamak üzere bulunduğu gün lerde, iç ve dış yüzümüzü konuşmak için, mecmua kadrosundan ihtirama sayan bir hanımefendinin Çiftehavuzlardaki kö; tzmitte ağac dikme faaliyeti îzmit (Hususî) Şehrimizde ağaç dikme faaliyeti başlamak üzeredir. İzmit, ağacı pek bol olan bir şehirdir. Bununla beraber belediye bütün, yol ve caddeleri ağaçlandırmaktadır. Daha şimdiden hükumet önü çam ağaçlarile büyük bir çamlık manzarasmı aldığı gibi Cumhuriyet meydanı da nadide ağaç ve çiçeklerle tarhlanmak üzeredir. Bu maksadla bahçe mimarı Mevlud Baysal şehrimize gel mıştır. Her sene daha fazla inkişaf eden vi lâyet fidanhğı, bu sene de halka meyva fıdanı tevzi etmeğe başlsmıştır. Fidanlık bu sene, 14,857 aşıh armud 5,780 elma, *,7d0"Mr«. 5,808 vişVe. 4,543 şeffali, 2,357 kayısı, 2,900 erik, 90 dut, 330 akasya, 200 gül, 300 incir, 180,000 dut, 120,000 Amerikan asması, 38,100 ah lat, 1000 yaban elması, 6,250 glodiçya yetiştirmiştir. cevab veririm. Türk san'atkâr ve entellektüelinin, bir gün ona ölüm mukadder değilmiş gibi, nefsine bol keseden bahşettiği ebedî mühletlerden çok şikâyetçiyim. İçimde, başkası için yalan, benim için gerçek bir ifade âleminin tazyikını her an, bir diş ağrısı gibi, duyuyorum. Zaten bu tazyik yüzünden değil midir ki, her şartı kısır bir akamet plânında işe girişecek kadar kendimi kaybettrm ve (Ağac) ı çı kardım? Şimdi orada bıraktığım yerden burada devam edeceğim. (Ağac) da yazdığım ve pek bağlı olduğum birkaç baş yazıyı sırasile (Cumhuriyet) te de neşredeceğim. Bu yazıların vaktile çık mış olduğu hatıra bile gelemez. O kadar değiştiler ki eski hallerine nisbet edilseler tanınamazlar. Birçoklan yumurta kapıya ;elince karalanan ve bir an evvel yetişsin diye cümle cümle mürettibhaneye verilen bu yazılar acele yüzünden çözülmez birer şifreye dönmüşlerdi. Bu şifrelerin yalnız bana ifşa ettiğı ehemmiyet olmasaydı onlara bir daha elimi sürmezdim. Fakat bir davanm örgüsü halinde başlıyan ve bana göre aziz hakikatleri çerçeveleyen bu yazılar, evvelâ yeniden yazılmaya, sonra da kaldıklan yerden devam edil meye muhtacdırlar. Bu şekilde (Ağac) da çıkmış birkaç yazıyı hem yeniden yazmak suretile kazanmış, hem de (Cumhuriyet) gibi bir organda neşretmek suretile ne«retmiş oluyorum. Bir san'atkânn (nihayet sonuna erdi) diyebileceği hiçbir faaliyet nev'i yoktur. Sözümüz son nefesimizle biter. Buna rağmen ana zeminleri hazırlayıcı öyle sözlerimiz bulunabilir ki muhakkak söylenmeve ve bitirilmeye mahkumdur. Bu bitiş bir operada uvertürün bitişi gibi ancak başlangıcdır. Ben de san'at işimin piyasa faktörlerini çizecek ve rüyasını gördüğüm san atın ideolojisini kurmağa savaşacak oIan fikirler serisini bitirdikten sonradır ki işe başlamıs olacağım. Ondan sonra hasretile yandığım kitablık mikyasta bir iki metafizik hamleden başka bana, ömrü mün sonuna kadar yalnız şiir yazmak düsüyor. Ah, yegâne san'at ve en yüksek ifade telâkki ettiğim şiirden başka kaygu su olmıyan bir nefis kifayetine ulaşabil sem! Hadi hayırlısı! Kadıköy sahillerinde azgın dalgaların bir hücumu Sen de mi îstanbula inemedin? Hiçbir rüzgâr, İstanbulun bünyesine Nasıl ineyim.. Telefon ettim işte... lodos kadar tesir edemez. Kıme? Bunu anlıyabilmek için Rasadhane Şaşaladı, yutkuna yuMcuna yalanı uyDirektörü Fatini sorguya çekmek icab durdu: etmez. Berbere... Beklemesin diye. Sen Hele gazetelerin fırtına kazalarını kayde et istersen.. deden kuru satırlarında durmak hiçbir işe Benimki berber değil... yaramaz. Seni kâfir seni.. demek.. Vakıa, iki sene evvel olduğu gibi mi Ne fena kızsın... Terziye gideceknare külâhlarını uçurup kubbeleri tarümar ederek, çatıları yıkıp, camlan kırarak, tim. Provam var. Bugün ulmazsa elbiseyi rıhtunları sökerek bir felâket halinde esen baloya yetiştiremiyecek. Yanıbaşlarında bir üçüncü dost peyda lodoslar da yok değildir. Ancak bu çeşidi Allaha şükür nadir oluverdi: Sinemaya gidiyordum.. Bugün son görülen lodosun, her zamanki tahribatı, gazete sütunlarına geçmek şöyle dursun, seans... Gülüşüyorlar: her göze bile kolay kolay görünmiyecek Sabahleyin sinema olur mu? derecede sinsidir. Öteki kıpkırmızı dudaklarını ısırıyor: Dağlara çıkan azgın deniz homurdana Canım sınemadan evvel uğrıyaca homurdana kıyıları döverken, onun yü zündeki köpüklü dalgalar kadar sayısız ğnn yerler vardı da... Ha şöyle... hemşeri, her biri bir başka şekilde, fakat Neden sonra, nihayet, yolunu şaşırmış hepsi de lodosun şerrine uğradığı için b; r sarhoş gibi yalpa vura vtıra gelen vamustaribdir. îşte Kadıköy vapur iskelesinde, vakti pur, güç halle iskeleye yanaştı ve hop saati geldiği halde bir turlü kendi gele laya hoplaya yolcuları aldı. Burada, bir kenarda durup yerleşmemiyen vapuru bekliyen endişeli yolcular.. îri göbekli zat altın kösteğinin ucun ğe çabalıyan kalabalığa bakın: Aşağı inelim.. Az sallanır.. i kocaaaan saatini biı türlü cebıne koYukarı çıkalım ha\a vardır. yamadan yanındakine derd yanıyor: Ve gözleri fırıl fınl dönen delikanlı 1.Mahvoldum birader... Bittim. Şu anda Galatada bulunmam lâzımdı.. Şim lar sessiz sadasız seçtikleri yerleıe kurudi ne yapacağım. Yüz bin tütün işi çatır luyor. İlk dalganın sarsıntısını incecik çığlıkçatır gözü körolası lodosa kurban gidiyor. Mukaveleyi imza edecek herif de bu ak larla karşılıyan başlar, ikınciyi solgun bir benizle atlattıktan sonra, birdenbire sağşam yolcu. larında veya sollarındaki omuzlara düşü Telefon et bari. veriyorlar. Buluşacağımız yerde telefon yok Haydarpaşadan binen yolcular arasmki... Olsa da ne çıkar, imzayı telefonla daki îstanbula ilk defa geldiğini, böylece mı atalım.. Zarif bir bayan kocasının kolunda, denizi de henüz gördüğünü söyliyen bir Sıvaslı, kollarını açarak kanapenin iki yah'rçm hırçm söyleniyor: n:na yapışmış, gözleri faltaşı gibi açılmış: Gördün mü başınr.za geleni.. Öğ Dimedilerdi bana bunu, diyor, leye kadar pey vermezserıiz başka kiracım var, diyordu. Göz göre göre kaçır Haydarpaşadan vapura binince îstanbula geçersin.. Bu ecel beşiğir.m adı vapur mu, d:k canım evi.. bu ne biçım deniz böyls.. îki kadın yana yakıh konuşuyorlar: Bugün lodos var da... Yavrucağım bu sabah ameliyat oAdamcağız bir lâhavle çekerek boy lacak.. Dün boynuma sarılarak ağlıyor du; ille başımın ucunda bulun anacığım nunu oüküyor: Bula bula bizi mi buldu bu lodos diye, deli olacağım hemşire.. dediein.. Benimkinin de bu s<tbah nikâhı var. Ve veriyor kendini.. elmezsen anam değilsın, dedi. BaksaBir aralı arkadaşı, Sarayburnunu nıza şeker paketıle şurackta kala kal " göstererek, sevincle kolunu dürtüyor: dım. Lodosa meram anlatılır mı? Aha.. Burun gözüktü.. Bir genc kız, yerinde duramıyor. Si Biçare gözlerini bile açamadan inli nirli sinirli dolaşırken gözleri, iskelenin büyük saatile keyifli keyifli kucaklaşan yor Günaha sokma beni... Başlanm coşkun dalgalar arasında mekik doku şimdi burnundan.. yor. Nihayet dayanamadı: Köprüye çıkarlarken bu yolcuların Telefon var mı? Gösterilen odaya koştu. Gelin isterse yüzlerine dikkat ederseniz; kiminde tadıniz, kapı arahğmdan bu heyecanlı görüş na doyulmaz bir seyahatin pek çabuk bi" tişine yanan bir hırsın, kiminde de bir damiye kulak misafiri olalım: Lodos var.. canıtı nasıl geleyim?. ha vapura binmemeğe yedi ceddine tcvBen hep böyle miyim.. Allahtan kork be etmiş bir nedametin izlerini görürsü muyor musun.. Sandalla mı? Ayol va nüz. Fakat, lodoslu havanın, bir de ıstanpur işlemiyor diyorum.. Şişlide birşey yok mu.. Denize baksana.. Görünmüyor bu'dan dönüş faslı vardır. Müsaade ederseniz, onu da, mevsim mu, yemin ederim ki... Genc kız telefon oda=ından çıkar çık icabı, eli kulağında olan eelecek lodosa bırakalım. KANDEMİR maz bir arkadasına rasgeldi. undan sonra yetişmelerine im» kân olmıyan ayaklı kitabhanelerden birile Akıntıburnundaki bahçeli gazinoda kahve içiyorduk. Musahabesini gerçekten nimet tanıdığım değerli arkadaşım bir aralık dalgınlaştı, gözlerini Marmaraya kavuşmak ister gibi koşa koşa akan sulara çevirdi, sonra kendini topladı: Hiç, dedi, Arnavudköyü sırtlannda dolaştın mı? Hayırî Bir gün dolaş ve Hasankalfa köşkünün tarihini ara! Eğlenceli veya ibretli bir hikâye dinliyeceğımı anladım, üstadı rıcalarımla sıkıştırdım ve şu sözleri dinledim: 1798 yılmdaydı. İzzet Mehmed Paşa Sadrıazamdı, Üçüncü Selim de Padişahtı. Vezir, efendisine hulus çakmak istiyordu. 5 " gördüğün akıntının üst başındaki Hasankalfa sırtını gözüne kestirdi, bol amele dökerek oraya nefîs bir kösk kurdurdu. Köşkün iki yani havuzlarla ve havuzların etrafı da ağaclarla çevriliydi. O devirde yapı işlerine haylî rçermi verilmiş olmakla beraber bu köşlc kadar zarif bir bina vücude getirilmemiş^ ti. Görenler parmak ısırıyorlardı ve köşkü peri yuvasına benzetip bir sürü masal uyduruyorlardı. «Sadrıazam ne on para masraf etmîş, ne küçük bir sıkıntı çekmişti. Parayı veren milletti, fakat bina Sultan Selime ar* mağan edilecekti. İzzet Mehmed Paşa, köşkten görünmez ve köşkü görmez bir mevkie Kızlar Ağası, Silâhtar Ağa, Ha* zinedar Ağa gibi saray uluları için de da* ireler yaptırdıktan sonra Padişahı davet etti. «Sultan Selim, şöhreti diljerde gezen köşkü görmek için zaten mera'k edip duru« yordu. Bu davet üzerine kalktı, Arnavud» köyüne geldi, köşkün açılma rasimesini yaptı, hazırlanan yemekleri yedi, on bin altın kıymetinde eşya ile dolu bohçayı aldı, havuz başına getirilen sazendeleri dinledi, meydanlıkta yapılan güreşleri seyretti ve geceyarısı sarayına döndü. «Simdi köşkün resmî surette teslimi ve tesellümü lâzımdı. Padişah bu mühim işi de bitirmiş olmak için vezirine şöyle bir mektub yazdı: «Sadık vezirim. Yaptırdığın köşk gayet ferahlı bir yerdedir. Hazettim. Takdim ettiğin hediyelerden ise ayrıca memnun oldum. Doğrusu tam yerinde hoş bir mesire yapmışsın. Allah «safayi hâtır» versin!» Sadrıazam da ona şu cevabı verdi: «Karıncadan kıymetsiz olan kölenizi mübarek hazzinizle dilşad buyurdunuz. Ne bu inayetinizin, ne de köşkü teşrife tenezzül buyurmak suretile bana lâyık gördüğünüz iltifatın teşekkürünü eda edeme^n. Kulun nefsi ve malı efendisinindir. Efendime lâyık değilse de hakkımda bir mürüvvet olmak üzere köşkün kabulünü dilerim.» «İşte bu muhabere ile köşk «emlâki hümayun» arasına geçti. O sırada Rumeli ve Anadolu eşkiya elinde inim inim inliyordu. Meşhur Pazvanoğlu da yakm bir inhilâlın müjdecisi rolünü oynıyarak Tuna boyunda hükumet kurmağa sava< şıyordu. İşte Hasankalfa köşkü böyle bir devirde milletin omzuna yükletilen dalkavukluk abidesiydi. Şimdi onun yerinde gerçi yeller esiyor. Fakat o esen yellerde eski bir tarihin iniltisini de duymak mümkündür. Vaktin olursa gez, dolaş ve o iniltiyi dinle!...» Ayaklı kitabhane dediğim dostumun hikâyesile iktifa ettiğimi söylemeğe zannederim ki lüzum yok. Zira enkaz arasmda mazinin kirlerini aramak da insana elem veriyor. M. TURHAN TAN Feci bir asansör kazası Belediye karşısmdaki Dilberzade apartımanında dün akşam bir asansör kazası olmuş ve apartıman kapıcısı Vahan ağır surette yaralanmıştır. Hâdise şövle cereyan etmiştir: Vahan, asansöre binerek apartımamrı üst katına çıkarken yolda asansör bo zulmuştur. Vahan. bu vaziyet karsısında asansörün bütün düŞmelerine bas mış, fakat asansör hareket etmevince kapıyı ararak üçüncü kata tırmanmak istemiştir. Tam bu sırada asansör aşaŞıya doğru ka\Tnış ve zavalh kapıcı asansörle ücüncü kat arasmda kalarak ezilmiştir. Vahanın feryadları üzerine karısı ye tismiş ve kocasını zorlukla kurtararak bir kenara cekmiştir. Vahan tedavi altına alınmıştır. Zarada iki kalpazan yakalandı Zara (Hususî) Z a b 11 a, faaliyet merkezi Elâzığda bulunan bir şebe keye mensub iki kalpazanı yakala mıştır. Bunlar, ü zerlerine aldıkları kalp paraları Er zincanda sürmek üzere yola çıkmışlar. Zarada da bir miktar bozdurmuşlardır. Suçlularm üze rinde bulunan kalp paralar musadere edilmiş, kendileri Adliyeye verilmiştir. ölü olarak bulundu Doğancılarda Halk caddesinde otu ran 85 yaşlarında Kafkasyalı Lâlezar isminde bir kadm dün evinde ölü ola", rak bulunmuştur. Adliye doktoru tarafından görülen lüzum üzerine cesed Morga kaldınlmıştır. Üsküdar Müddeiumumiliği tarafın dan bu ölüm hâdisesi hakkında tahki kata başlanmıştır. NECİB FAZIL KISAKÜREK Yakalanan kalpazanlar polista