10 Ağustos 1937 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

10 Ağustos 1937 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

10 A&ustos 1937 CUMHURIYET İ Terbiye bohisleri Ihtısadî hnrpkptler Korku müsabakası Biitün devletler yekdiğerinden daha fazla silâhlanmaya çalışmakta ve silâhlandıkça yekdiğerinden daha fazla korkmaktadır Yazan: GuglUlmo Ferrmro Daima iyi haberler alan bir dostum vardır. Resmi bir makam sahibi bulunmıvan dostumun fikirleri hiçbir vakit herhangi bir siyasî menfaatin tesiri altında kalmaz. Bu zat bana, büyük devletler (Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere. İtalya) arasında hangisinin muharebeden daha ziyade korktuğunun takdiri için bir müsabaka tertib edilmeü, dedikten sonra böyle bir müsabakada bulundurulacak bitaraf bir hakem hevetinin birinci ikramiyeyi bunların beşine de tevzi edeceği neticesine vardı. Bu fikir, Avrupanın hakikî vaziyetini hariciye nazırlarının, elçilerin anlat mağa muktedir olduklanndan daha güzel bir surette tasvir etmektedir. Eğer Fransa ve Rusya Almanyadan korku yorlarsa Aîmanya da Rusya ve Fransadan korkmaktadır. tngiltere ile ttalya arasında da ayni hal vakidir. MuhteMf nazırların nutuklarında sahte cesaret tezahürlerile saklamak istedikleri ha kikat işte bundan ibarettir. tspanya hâdiseleri bunun en yeni bir ispatıdır. Eğer korkuya tutulmuş olan siyasiler hakikatleri daha ziyade anla mak kabiliyetinde olsalardı deliller kat'i olarak tezahür edeceklerdi. Valensiya tayyareleri Deutschland'ı bombardıman ettikleri zaman Fransa da bulunuyorduBi. Herkeste anlatılmaz bir korku vardı. Bütün Fransızlar Al manyamn yeni bir dünya harbi çıkarmak için hertürlü fırsatı gözetlemekte olduğuna kanaat getirmişti. Hepsi: < Korktuğumuz oldu. Yarın Al manya Valansiya hükumetine karşı harb ilân edecek ve bu da umumî harbin patlamasına sebeb olacaktır. Zira Almanyanın muharebeden sonra îspanyayı taksim etmesine Fransa ve tngiiterenin tahammül etmesine imkân yoktur» diyorlardı. Deutschland'ın bombardımanından sonra Almanya tahrik edildiğini ileri sürerek Valansiya hükumetine harb açabilirdi. Fakat o da Fransa gibi korkuyordu. Matbuatile şiddetli protesto yapmak ve Almeriya'yı bombardıman et mekle iktifa etti de Valansiya'ya harb açmadı. Bütün Fransayı hayretler içinde bı rakan bu sulhçu vaziyetin sebebi ne olsa gerek? Korku, muharebe korkusu. Mazorka'da bir kruvazörünün bombardımanından ve yedi zabitinin öldürül mesinden sonra Italyamn aldığı vaziyet de ayniydi. Matbuatile protesto etti. Fakat İspanyaya karşı muharebe ilân e demedi. Hiçbir mukabele bilmisilde de bulunmadı. Yalnız Almanyanın muka bele bilmislini tasvib etmekle iktifa etti. Bütün devletler muharebeden ayni suretle korkmaktadırlar. Eğer muha rebenin zuhuru büyük devletlerin te rnennüîine mütevakkıf olsaydı, Avru pa sulhunun tehlikeye girmesine imkân bulunamazdı. Büyük devletlerden hiç birisi bütün Avrupada bir muharebeye girmek niyetinde değildirler. Fakat Avrupanın en büyük tehlikesi korkunun tahrikile bütün Avrupa devletlerinm mütemadiyen daha ziyade karışık bir siyaset takib etmelerindedir. Bu siya • setin bir gün kendilerini kaçınmak istedikleri muharebeyi kabul etmek mecburiyetinde bırakacak bir mevkie ge tirmesi ihtimali vardır. Zaten muharebelerin en çoğu bu şekilde başlamıştır harebeye sebeb olmattan geri kalmaz. Bütün müdafaa niyetlerile devletler önünde sonunda silâha müracaate sevkeder. Bu vaziyetin doğrudan doğruya bir neticesi de süâhlanmanıa şiddetle hergün artmasıdır. Burada niyetlerîe neticeler arasında feci bir tenakuz vardır. Meselâ Fransada Ingilterenin bir sene evvel başladığı müthiş silâhlanmas biter bitmez umumî vaziyetin düzeîe ceğine inanıyorlar. Bunlar «îngiltere bir defa kuvvetlerini iktisab etsin. Britanya Samson'unun saçları yeniden h kere büyüsün, işte o vakit Avrupada muvazene ve intizam teessüs edecek Muharebeyi istiyenlerin kâffesi akıl larını başlarma toplayıp bu korkunc silâhlı kuvvetin karşısında sakin kala caklardır> diyorlar. Bu da kendi kendini aldatmaktır. Eğer silâhlanan yalnız îngiltere olsaydı buna benzer bir düşünce makul sa yılabilirdi. Fakat diğer devletler de onun örneğini güdüp duruyorlar. Silâh lanmak her yerde artıyor. Ve bir devlet nekadar fazla silâhlanırsa diğerlerinin silâhlanmasmdan o kadar fazla korkuluyor. Dahası da var: Bir devlet nekadar fazla silâhlanırsa, silâhlarını harekete getirmekten o kadar fazla korkuyor. Çünkü bir büyük mu harebede kullanmak için hazırladı ğı bütün kuvvetlerin birden se ferber edilmesi pek müthiş mesaiye mütevakkıftır. Bu sebebler dolayısile tngiltere muharebeden daha ziyade korkmaktadır. Silâhlarını artırdıkça diğerlerine karşı artan korkusunu hem onlardan hem de kendisinden saklamak için daha hazır olmadığım söyliyecektir. Diğer bütün devletler de ayni va ziyette bulunmaktadırlar. Avrupa, büyük felâketlere uğrama dan içinden nasıl çıkacağı bilinmiyen bir cehennem çemberi içinde kalmış tır. Artık akıl ve mantığın Avrupanın büyük devletlerini bu tehlikeli siyase tin çıkmazmdan kurtaracak bir geçid bulabileceği imkânım görmediğimi itiraf ederim. «Istanbulun Taşları» başlığı altında gün aşırı çıkmakta olan yazılarımın hemen hepsinde bir kaç mürettib, bir kaç da musahhih sehvi var. Mürettib sehvi biraz bizim okunaksız yazışımızdan ileri geliyor. Fakat berikiler düpedüz dıkkatsizlik eseridir. Böyle olmasa benim «tarih» diye yazdığım bir kelıme, mürettib arkadaşlar tarafından tahrir, tahriş ve tahrif şekline de konulsa gazetede «talih» diye çıkmazdı. Halbuki son Taşlar yazısında tarih, benim talihimden olacak» talih olmuş. Geçende de Justen, bilinmez nasıl bir düşünce ile, Justinien biçımine sokulmuştu. Gerçi her iki isım, Kayserler cetvelinde var amma yazıda geçen vakıalara alâkalı olan Justinien değil, Justendi. Bunlar görülünce ister istemez ihiiyar elden gidiyor ve yazılarımızda gedik açan arkadaşlara birkaç fiske taşı fırlatmak hevesi içimizde yüz gösteriyor. Bu, bir çeşid ödeşme ve taşı gediğe koyma meselesidir, hoş görülmelidir. Fakat muharrirle musahhih arasmdaki şu taş atışma okuyucuların da hoşuna gider mi?.. Burasını kestiremediğim için taş mevzuunu umumileştirmek istedim. Mubarek kelimenin de genişlemeğe o kadar kabiliyeti var ki. Meselâ «taş yerinde ağırdır»' sözünden başlarsak tefsirlerile, tahlillerile iki üç sütun yazı çiziktirebiliriz. Böyle bir işin başarılamıyacağını zannedenler bir kere kaç çeşid taş bulundu?unu düşünmelidirler. İşte ilk hamlede hatıra gelenler: Atlama taşı. Bunlar, sığ derelerde ayağı ıslatmadan sıçrıya sıçrıya geçilmeğe yarıyan taşlardır. Çakmaktaşı, çakıU taşı, maltataşı, göbektaşı, nişanlaşı, mezartaşı, bileğitaşı, bileziktaşı, binektaşı, çekitaşı, harmantaşı, teknetaşı hepimizin bildiği şeylerdir. Fakat ayak taşını, ot taşını, teslim taşını, fal taşını herkes bilmez. Çünkü bunlar, artık tarihe kanşmış veya karışmak üzere bulunmuştur. Ayak taşı, kayıklarda muvazeneyi muhafaza için kullanılırdı ve denk taşı diye de anılırdı. Ot taşı, bir cins süngerdir. Teslim taşı, yurdumuzda Tanrıya şükür artık görünmez olan cerrar dervişlerden bİT kısmının kullandığı kemer taşı idi. En çok balgamî, seyrek olarak da siyah renkte olurdu, tekerlek ve diş diş yapılırdı. Fal taşı, gene kanunen yurdumuzdan tardounan falcılann istikbali veya gaibi keşif çin kullandıklan ufak çapta taşlardı. Istiare suretile taşa verilen suretler ve manalar da geniştir. Kmayeli tarizlere «taş atmak» diyoruz. Zahmetsizce refaha erenlere karşı imrenişimizi ifade için: «Taş atmadı ki kolu yorulsun» tabirini kullanıyoruz. Güclü ku\rvetli adamlar hakkında «taşı sıksa suyunu çıkanr» de» mek ve yorulmadan çalışanlan: «Ekmeğini taştan çıkarır» sözile tarif etmek âdetimizdir. «Başı ta«a geldi» sözünden hatasını anlayıp nedamet çeken bir adam manası çıkarınz. «Basını taştan taşa vurdu» tabirinde kuvvetli bir pişmanlığm elemini sezeriz. «Bir taşla iki kuş vurdu» demekle teşebbüslerinde bir kaç türlü muvaffakiyete nail olanları kasdederiz. «Taş çatlasa» sözü, imkânsızlığın ve kovu inadcılığın remzidir. Taş çıkarmak, kötülükte taş dikmek, herhangi bir işte üstünlük ifade eder. Tas, şiire de, mücevher bir kelime gibî, girmiştir: «Atarlar tası elbette direhti mevvedar üzre» mısraında olduğu zibi!.. Dağ tas, tas toprak gibi sözleri prk meş hur olduklan için dile almıyorum. Baltaı taşa vurmus olmamak icin de fıkrayı daha fazla uzatmaktan cekiniyorum! M. TUBHAN TAN ra bakarak, bekledim. Bu duruş, bekleyiş, beni, bir an şaşırttı, fakat gene kendime getirmedi. Sen ileride imişsin dc, sana yetişecekmişim gibi adımlarımı aç tım. İnanırmısın, her attığım adım;n, beni senden uzaklaştırdığını düşündüğüm an, yıkıldığımı hissettim. Ayakta du'u yordum, fakat yıkılmıştım. Otofcüste, trende, doktorla beraberdik. Doktor, o gün beni, bir daha minnettar etti. Terbi yeli insan olmak, baska şey... Konuşu • yorduk. Ben, farkında olmadan düşünüyor ve düşündüklerimı de gözlerimle görüyordum. Otobüsün, trenitı geçtiği yerlerdeki evleri, ağacları, bahçeleri, insan lan değil, burayı, bu beyaz, bol ışıklı odayı görüyordum. Kendi kendime de tekrar ediyordum: Çocuğum, ne yapıyor acaba?.. Doktorun oda^mda oturup beklerken, çeneleri kenedlenmiş, elleri buz gibiydi. Soğuk soğuk terlivordu. Onun, kendini ne güclükle luttuğunu görüyo rum. Ya ben? Benim soğukkanlılığımı, durgunluğumu görerek, acaba, duygusuzluğuma mı hamlediyor? Sekıb, başını önüne eğmiş anlatırken elini hafifçe salladı: Spor ve kavga Yazan: Sellm Sırrı Tarcan Her zehirin bir panzehiri olduğu gibi kavganm da panzehiri spordur. Atak, geçimsiz, sinirli, hırçm kimseleri bu fena huylardan geçirmek, onlan haluk, imtizaçlı, çabuk kızmaz bir hale gctirmek yani mizaçlarmı tâdil etmek için yegâne vasıta spordur. Yalnız spor çok umumî bir sözdür. Karakteri metin bir hale koyan, insanı sinirlerine hâkim kılan doğrudan doğruya cidal sporlarıdır, yani futbol, ragbi, boks, güreş, eskrimdir. Rakibi veya rakiblerile döğüşmek, güreşmek, mü cadele etmek ve hilesiz hurdasız, kuvvet ve meharetle, bilgi ve hünerle karşındakini altetmek. En büyük marifet kızma dan, çıngar çıkarmadan, itidalle, serin kanlılıkla savaşmak. Öyle olursa yarın İngilizlerin «stuggle for life» dedikleri hayat için savaşa hazırlanılabilir. J. J. Rousseau vücud için «nekadar kuvvetli olursa o derece itaatli olur, nekadar zayıf olursa o kadar mütehakkim olur.» der. Nekadar doğrudur. Tam manasile kuvvetli bir vücudün adaleleri gibi sinirleri, ciğerleri, kalbi, midesi hulâsa biitün uzviyeti kuvvetli olur. O zaman böyle bir vücud kendine hâkim olur. îrade kudreti onu lüzumsuz infıallerden, manasız hiddetlerden korur. Zayıf bir vücudde ise irade hiçe indiğinden vücud istediğıni yapar ve ekseriya fena şeyler yapar. Çabuk kızan, hiç yoktan kavga çıkaran gencler adaleleri kuvvetli de olsa vücudlerinin muvazenesi bozuktur. Zayıf veya hastadırlar. îngiliz mekteblerinde genclerin miza • cına itidal vermek için, onlan hayat savaşında karşılarma çıkacak zorluklarla kızmadan hatta gülerek mücadeleye ha zırlamak için daha küçük yaştan itibaren boks yaptınrlar. Bir îngiliz babası ev lâdını mektebe verirken §u nasihati eder: «Oğlum mektebde kafanı terbiye et mek için bir takım dersler okutacaklar. Onlara çalış, karakterini terbiye etmek için de spor yaptıracaklar ve bilhassa boks öğretecekler. Ona daha çok çalış, ta ki büyüyüp de hayat mücadelesine a tıldığın vakit kendinden küçüğüne el kaldırmıyan, kendinden büyüğünün de yumruğundan yılmıyan bir adam olasm!» Her insan bazan asabileşir, kızar, çocukluğundanberi aldığı terbiyeye, yetiçtiği muhtfe, mizaç ve ahlâkının nev'ine göre içinden gelen kuvvet muhtelif sckilde tezahür eder. Ya bağırır çağınr, ya söver sayar, ya döğüşür kavga eder, ya eline geçen şeyi kırar döker. Ekseriya hiddetle kalkıp zararla otu ran bu gibileri bu fena karakterden geçirecek spordur ve bu cidal sporu onun içinde kabaran ve coşmak, taşmak ihtiyacı gösteren asabî kuvveti teskin edecektir. «Theodore Rosevelb> bu hakikate vâkıf olduğu için (NewYork) emniyeti umumiye işlerini üzerine aldığı zaman en çok vukuat çıkan amele mahallelerinde hiç için birbirinin gırtlağına sarılan ve günde beş on kişinin yaralanıp saklan masile neticelenen kavgaların önünü almak için oralarda halk için bedava boks salonlan açtırmış ve derhal vukuat azalmış, mahalle halkı da, şehrin polisi de rahat etmiştir. Ingiltereye gittikçe ve fırsat buldukça tenis, boks, futbol maçlarını seyre gide rım. Bilhassa boks maçları tüyleri ürpertecek kadar şiddetli olur. Beş on dakika evvel neşe içinde gülen canlı çehreler alkana boyanır, tanınmaz bir şekle girer. İnsan kendini ortazamanda glâdyatör müsabakalannda zanneder. Yalnız birbirine gülle gibi yumruk sallıyan gencler cetilmenlik ferefini ihlâl edecek en küçük bir saygısızlıkta bulunmadıkları gibi maçın sonunda candan iki kardeş gibi ayrılırlar. Çünkü yapılan şey bir düşman harbi değil, bir dost savaşıdır. Aralarında ne bir kiden, ne bir adavetten eser vardır. 1924 te Paris Olimpiyadlarında ragbi maçında amerikalılara fena halde mağlub olan Fransız takımının bu hezimetini bir türlü hazmedemiyen Fransızlar ga libleri alkışlamak şöyle dursun biçarelere yapmadık hakaret bırakmadılar. Futbolda ve bilhassa el ve ayakla oynanan ragbide karşılıklı döğüşen takımların mücadelesi çok kere şiddetlidir. (Paul Bourget) Denizaşırı adlı eserinde bir glâdyatör döğüşünden farkh ol mıyan ragbi maçını şöyle tasvir eder: «Amerikada bulunduğum sırada beni Harvard koleji takimile Pensylvanie Ü niversite takımı arasında oynanacak bir ragbi macma davet ettiler. Teşrinisani sonunday Hava çok soğuktu. Tribünleri on bin seyirc: doldurmuştu. Heyecanla çırpınan halkır: bir kısmınm el lermde küçük kırmızı, j;r kısmında mavi bayrak vardı. Kırmızı Harvard, mavi Pensylvanie takımının rengiydi. Oyun başladı, hayır cidal başladı. Savletler Roma glâdyatörlerini hatırla tacak kadar şiddetliydi. Atlet vücudlü genclerin çehreleri korkunc bir şekil al rnıştı. Topu kapan var kuvvetile ko?uyor, üzerine saldıran rakiblerinin arasından yılan gibi kıvnlarak sıyrıhyor, bazan yuvarlaruyor, topu bir arkadaşına atmak isterken rakiblerinin eline geçiyor, bu sefer onu rakibleri yakalıyor. Kolundan, bacağından, belinden kavnyorlar, beş altısı birden yerlerde yuvarlanıyor, bir kanşık küme oluyor ve gene dağılıyorlar. Kolu incinen, ayağı burkulan sahadan çekiliyor. Top bazan havada, bazan yerde, bazan ellerde saçsaça başbaşa itişen, kakışan, topu kaptp yerlerde yuvarlanan, onu gayesine ulaşhrmak için var kuvvetile didinip uğraşan bu gencler yalnız birşey yapmıyor: Kavga! Şiddet var, hiddet yok!» 1931 yıh eylul ayında îsveçlilerin Ikinci Oskar adlı bir mekteb gemisi Is tanbul limanma gelmişti. Vaktile onlarm memleketinde yaşamış olduğum için bir hafta kadar devam eden misafiretlerinde hemen her akşam zabitlerile ve kadetlerile beraber bulundum. Bir akşam bir genc mülâzim bana: «Haberiniz var mı sizin bir futbol kulübünüz bizi maça davet etti. Biz de sevinerek kabul ettik» dedi. İyi oynar mısınız, idmanlı mısınız? dedim. Güldü: Belki dört ay var karaya çıkıp koşmağa fırsat bulmadık. Hiç de iyi oynamayız! O halde bu maçı y?prr.asanız daha iyi olur, sizi davet edenler, bizim en kuvvetli kulüblerimizden biridir. Korkanm sizi yenerler, mahcub olursunuz. Doğrusu buradan dayak yiyip gittiğinizi hiç istemem. Muhatabım gene güldü: Biz koşmak için fırsat arıyoruz. Böyle bir vesile hiç kaçınlır mı? îsterlerse on gol atsınlar. Elverir ki bize koşmak fırsatını versinler. Maç oldu ve Isveç takımı sıfıra karşı dokuz golle mağlub oldu. O akşam beni gene gemilerine yemeğe davet etmişlerdi. Genc mülâzim kahkahalarla anlatıyor du: Ah, neden bulunmadınız. Tam do İpek sanayıımız Hükumetimiz ipekli kumaşlarımız için yeni bir nizamname hazırladı. Nizamname Devlet Şurasından ve Heyeti Vekileden de geçtiği için artık tatbik mevkıine konacaktır. Bu nizamname ile ipekli kumaşlarımız kısmen standardize edilmekte ve sıkı bir kontrol altına alınmaktadır. Bundan böyle ipekli ku maşlarımızın asgarî evsafı tayin edilmiş bulunacak ve yüzde yüz tabii ipekten olan kumaşlara (ipek), yüzde yüz sun'î ipekten olan kumaşlara (sun'î ipek) ve karışık olan kumaşlara da (karışık ipek) damgaları vurulacak ve ayrıca kumaşlara fabrikaların isimleri de yazılacaktır. Hükumetimizin bu karan çok yerin dedir. Herkes tarafından sevincle karşılanmıştır. 800 tezgâha malik olan, senevî 2 2,5 milyon metro kumaş dokuyan, Avrupada bile iyi bir nam kazanmış olan ipek sanayiimiz maalesef son seneler zarfında muhtelif sebebler ve bilhassa maliyet fiatını ucuzlatmak gayesile fena ve karışık iplik kullan mak, kumaş enlerini küçültmek, çözgü ve atgı ipliklerini azaltmak neticesin de iyi kumaşlarını bozmuş ve gayet tabiî olarak halkımızın da rağbetini kaybetmişti. Buna da sebeb, rekabet, ipek fiatlarındaki istikrarsızhk, murakabesiz çalışma ve mikyassız mübayaalardır. Bakınız, yedi sene zarfında memleketi mizde sene başı ile sene sonu arasında ipek fiatlarında nekadar farklar olmuştur: 930 senesi zarfında 6,5 lira, 931 de 5 lira, 932 de 7.5 lira, 933 te 3,5 lira, 934 te 5 lira, 935 te 5,5 Iirave936 da 4,5 lira Gram ve santim üzerine işliyen bir dokuma sanayıi için bunlar çok büyük ve mühim oynayışlardı. îşte ipek fiatlarındaki bu istikrarsızhk ve körükörüne rekabet, ipekli kumaşlarımıza hile de karıştırmıştır. Mademki hükumetimiz artık ipekli kumaşlanmızı standardize etmekte ve sıkı bir kontrol altına almaktadır, o halde bundan böyle koza fiatlarım da kontrol edecek ve onu müstakir tutacak bir teşkilât yapmalıdır. Bizce en iyi teşkilât, başka hiçbir teşekküle bağlı ol mamak üzere müstakil bir koza kooperatifi kurmaktır. Türkiyede ipek fiatlarında istikrar temin edecek ve onu mütemadiyen müstakir tutacak yegâne çare, budur. ^ M. TEZEL Cam satışları Birkaç Musevî firmanın tröst yaparak züccaciye satışlarma hâkim oldu ğu yazılmıştı. Türkiye Şişe ve Cam fabrikaları şirketinden aldığımız bir mektubda fabrikanm ötedenberi satışlarım doğrudan doğruya yaptığı ve kumusyoncu kullanmadığı, yeni ithalât rejimi dolayısile fabrikanm satış fiat larına herhangi bir zam yapmadığı ve dışanda böyle bir zam yapılmasına da meydan vermediği bildirilmektedir. Hava vaziyeti ve yağmurlar Dün sabah da şehir ve civanna bol yağmurlar yağmıştır. Birkaç günden beri devam eden yağmurlardan hava mahsus nisbette serinlemiştir. Yeşilköy rasad istasyonunun verdiği malumata göre, bugün de hem şehri mizde hem de Karadeniz kıyılarile Kocaeli ve Trakya mıntakalarında hava nın mevziî yağışlı geçmesi muhtemel dir. Memleketimizin diğer yerlerinde hava bulutlu geçecek ve rüzgârlar, doğu Anadoluda şimalî, cenub Anadolu sunda cenubi, diğer mıntakalarda garbî istikametten orta kuvvette esecektir. Doğu, Ege ve cenub Anadolusunda hava açık olacaktır. Dün, mıntakamızda hava tazyikı 759 milimetre idi. Sıcakhk en az 18, en fazla 26 olarak tesbit edilmiştir. Rüzgâr şimali şarkî istikametinden hafif su rette esmiştir. Dün yağan yağmur 3 milimetre idi. kuz gol yedik. Bizimkileri görmeliydiniz. Bir sağa bir sola koşuyorlar, goller yağmur gibi yağıyor. Yerler çamur olmasa daha iyi koşacaktık. Amma alışmadığı mız için ikidebirde ayağımız kayıyor, düşüyorduk! Fena da olmadı çamurda nasıl koşulduğunu da biraz öğrendik! dedi. Mağlubiyeti bu kadar serin kanlılıkla kabul eden genc zabitin itidaline hayran oldum. Meğer sporda maç yapmak ne olursa olsun galib gelmek fikrinin yanında koşmaktan, düşüp kalkmaktan, vücudünü işletmekten zevk almak ve mağlubiyeti kızmadan kabul etmek de varmış. #** Spor ve kavga birbirine tabantabana zıddır. Çünkü sporcu iradesine, sinirlerine Korku iki tarah da keskin bir bıçakhâkim, karakter sahibi bir insandır. tır. Sulha, ancak bir noktaya kadar teSEL1M SIRRI TARCAN minat sayılabilir; fakat sonunda da muSonra, buraya nasıl geliyorum? Niçin bunlan sormuyorsun ? Ben, sana, bun ları anlatmak istiyorum. Melike, ellerini kocasınır. avuclarından kurtardı; kollarını onun boynuna doladı: Oh, S^kib, bunu söyle... Yalva rırım, bunu, söyle... Birden bir sinir buhranına tutulmuş gibi titriyordu: Bunu, sana sormağı düşünmüyordum, sanma... Fakat ben sorarsam, işin rengi değişecekti. Samimiyetinden şüp heleneceğim küçük bir nokta, beni kırıp yıkabilirdi. Sesinde ağlıyan bir titreyişle yalvarı yordu: Oh, kocacığım, bana anlat... Bunu dinlemeğe ihtiyacım var. Hem o kadar ihtiyacım var ki, sen, bunu bilemezsin. Bunu bilmek, beni, öyle diriltecek ki... Çünkü, seninle beraber olmadığım za manları, seninle berabermişim gibi yaşı yacağım. Senin, ben yokken nasıl yaşa dığını bilmek, bana, sensizliğin acısını unutturacak, ıstırablarımı azaltacak... Elile kür balkonunu, bahçeyi, sık çamların maskelediği aşağı koruyu gösterdi: Burada, ses, o kadar az ki... insan burada, biraz da hatıralann tılsımile yaşıyor... Dışarıdan buraya geîenler, meselâ doktor, sen, beraberinizde dışa rının havasmı da getiriyorsunuz, fakat o Pek yakında OsmanlıRasputini yordum. Senin, yanımda olmamana, oimayışına inanamıyordum. Genc kadın. ellerini çekti, püamasının cebinden mendilini çıkardı. Gözlerine götürdü. Edebî tefrika : 36 Yazan : Mahmud Yesari Inşallah doktorcuğum. Doktor, Melikeye dönerek: Ya sabahları, yahud akşamları bıraz bahçeye çıkar dolaşırsanız, iştihah;mz ve barsaklarınız için çok iyi olur, dedi. Doktor odadan çıkarken Şekibe sor du: Kaç trenile dönmek niyetindesi niz? Melikenin yüzü mahzunlaştı, soluk elâ gözleri büsbütün soluverdi: Bugün, biraz geç gidecek. Doktor, gülmeğe başiamıştı: Bugün, kür yok mu? Genc kadın, karyolanın yanındaki şezlongu gösterdi: O da burada kür yapar. Siz bilirsiniz. Karı koca odada yalnız kaldıkları zaman Melike: Doktor, ne iyi adam, değil mi? dedi. Evet. Bizi de çok şimartıyor. Genc kadm, kocasının yakasını tut muştu, dişlerini sıkarak baktı, kısık bir sesle bağırdı: Nasıl? Yoksa, bundan şikâyet mi ediyorsun? Ne demek istediğini anlıyo • rum. Başka ziyaretçiler, öğleyin gelebi lırler. Halbuki sen, istediğin vakit gelebıliyorsun. Canını sıkan bu mu? Sekibin yakasını bıraktı, dargm b;r omuz silkışle gitti, şezlongun kenarına oturdu, kaşlarını çatarak bakıyordu: Haydi git, sen de öğleyin gel... 3«kib, ağır ağır ona yaklaştı, eğild:, elile çenesini tutarak başını yukarı kal dırdı: Bunlan bana mi söylüyorsun? Melike, gözlerini kapamıştı. Hayır. Aç gözlerini... Gözlerimin içine bak. Bunlan, bana, nasıl söyliyebi liyorsun? Cevab ver. Genc kadın, gözlerini açtı, kocasının elini tuttu, yanına çekti: Sus... Yanıma otur. Sekib, uslu, uysal bir sokuluşla karısınm yanına oturmuştu, onun ellerini a vucları içine aldı: Buradan çıkıyorum, eve gidiyo rum... Sensiz günlerim nasıl geçiyor? havanın bir parçasını burada bırakarak gidiyorsunuz. Bu, bizi oyalıyor... Onun; «Bu, bizi oyalıyor...» demesi, Şekibi tuhaf bir şaskınlık içinde bırak • mıştı: «Sizi» mi? Genc kadın, sinirli bir kahkaha ile güldü, güldü: Evet, bizi... Buradakileri..» Sesi, birden yoruluvermişti: Kaç gün, oldu, değil mi? Üç dört günün içinde, vaziyet değişiverdi. Burada, «biz» varız; «sizler» dışandasınız. Bu, kaza, kader, hastalık, mecburiyet, ne dcrsen de, bir ayrılık... Kocasının içinin daraldığını, yüzürün karardığını gören Melike, onun yanak larını okşadı: Söyle şimdi, sevgilim? Şekib, karısının ellerini tekrar avuclan içine aldı: Buradan çıkarken geçirdiğim sarsıntıyı bilemezsin. Bu, anlatılmaz bir şey... Çünkü bu ayrılık da, herkesin bildiği, tanıdığı ve tattığı ayrılıklardan degil... Bir müddet yürümemi faşırdım, inanır mısın? Melike, gözlerini açmış, hem sevinc, hem ıstırabla dinliyordu: Neden? diye sordu. Neden mi? Yürürken, sen, niçin yanımda yoksun? diye etrafıma bakını, Ağhyor musun, sevgilim? Melike, hıçkırmıştı: Bırak, ağlıyayım, içim jerinlesin. Şekibin de sesi burkulmuştu: Sana ıstırab veriyorsam, söylemi yeyim. Karısı, gözyaşlannı küçük mendiline içirerek sessiz ağlıyordu: Hayır, söyle... Beni, ne kac'ar mes'ud ettiğini bilmiyorsun. Söyliyeyim, sevgilim... Hem, is tersen, adım adım duyduklarımı söyli yeyim. Genc kadın, başını kocasının omz^na dayamıştı: Söyle, kocacığım. Şekib, geçea günleri, tekrar görüyor muş gibi gözleri dalarak anlatıyordu: Dış kapının önünde durdum, gayriihtiyarî etrafıma bakındım, eğer kapıcı ile göz göze gelmemiş olsaydırrt, belki, bir müddet orada bekliyecektim. Merdivenleri indim, bahçeyi geçiyordum. Ken Bunlar, ayrı şeyler... dimi zorlıyarak birşey düşünmüyordum; Melike, gözlerini mendilile kurulamı kafam, kendi kendine işliyordu. Yolun yor; sessiz akan yaşlar, yanaklanndan ortasmda durdum. Sen, geride kalmış sızarak kocasının vakasına, koluna dö sın, bana yetişecekmişsin gibi, ara yo'.la külüyordu: (Arkası var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: