8 Nisan 1936 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

8 Nisan 1936 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

8 Nisan 1936 CUMHURİYET f TERBİYE BAHİSLERİ j Ihtiyarlamamak için ne yapmalı? Ihtiyarlamak istemiyorsanız önce genc kaldığınıza kendiniz inanmalısmız! Yazan: Selim Sırrı Tarcan îhtiyarlık! Gencken üzerinde hiç durulmıyan, fakat yaş kemali bulunca telâffuzu bile elem veren bir hayat çağıdır. Sanki ayıb birşeymiş, bir kabahatmiş gibi onu kimse kendine mal etmek istemez. Bir mecliste, hele kadınlann yanında yaş • bahsini açmak terbiye ve muaşeret kaidelerine aykırıdır. Böyle olduğunu bildiğimiz halde bu yılan hikâyesi her toplantıda ortaya atılır. Erkekler arasında: Kuzum efendim siz bileceksîniz, Ahmed Nedim kaç yaşında vardır? Eh... Altmış olmalı! Biz mektebde çocukken o kumral bıyıklı zabittı! Allah! Allah! Hiç te göstermiyor! Kadınlar arasında: Aman bugünlerde Bayan Ayse Fitnatı gördünüz mü? Bitmiş zavallı! Tanıyamadım. Ne başında saç, ne ağğında diş kalmış! Tabiî değil mi, o benim büyük annemin kapı kotnşusu idi. Maşallah kaçın kur'ası? Sahih siz onun yaşını bileceksîniz? Pek bilemem amma, biz daha bebek oynarken o şöyle böyle otuzluk bir bayandı. Hesabca elli beş filân olsa gerek! Ne garibdir, gencler ihtiyarlıktan bahsederlerken günün birinde ayni akıbete kendilerinin de uğnyacağını hiç düşünmezler ve ancak ihtiyar olduktan sonradır ki biitiin bir hayatın rüya gibi çabucak geçtiğine saşarlar. Ihtiyarlık! Bu yıkıcı, tahrib edici kuvvetin önüne kimse duramıyor. Zengin, fakir sırasile herkesin kapısını çalıyor. Yalnız onun zararlarını tahdid etmek, gencliği uzun zaman elden bırakmamak bu azçok herkesin elindedir, sanırım. Ihtiyarlığın vakitsiz gelmesine en miiessir olan şey telkin olduğu gibi onun geç gelmesine birinci çare gene telkındır. Bir memlekette yaşı elliyi bulanlara ıhtiyarlık damgası vurulursa, elbette orada yaşıyanlar için yetmiş yaş bir münteha olur. Hatta bu yaşı bulup ta hayata «özlerini yumanlara adeta gıpta ederek: Keşke hepimiz o kadar yaşasak! derler. Vücudümüz kafamızın esiri olduğuna göre gencliğimizi muhafaza ettiren veya bizi vakitsiz kocatan gene kafamızdır. îhtiyarlamak istemiyenler kendi kendilerine daima şu telkini yapmalıdırlar: «Yaşım hayli ilerledi, fakat ben henüz gencim, çünkü genclik vasıflannı kaybetmiyorum, sıhhatim, neş'em yerinde, canlı ve heyecanlıyım!» Demeli. Bir yandan kendi kendine bu telkini yapmalı, öbür yandan vücud makinesini yıprandıran şeylerden sakınma lı. Yalnız şunu da söyliyeyim ki siz iHiyarladıgınıza inandıktan sonra, dünya bir araya gelse sizi gencleştiremez. îhtiyarlık saçların beyazlaşmasında. yüzün kınşmasında değil, maneviyetin sarsılmasındadır. Kafanızın, vücudünü zün, tavır ve hareketlerinizin gösterdiği yaş, sizin hakikî yaşınızdır. Bizden artık geçti! Bu yeniliklere biz ayak uyduramayız! diyenler yani kcndilerini fikren ve cismen genclikten ayıranlar yaşları kaç olursa olsun ihtiyardırlar. Yaşım hayli ilerlediği halde henüz gencim! diyebilen ve etrafındaki genclerle bağdaşan, neş'eyi, şetareti, canlılığı elden bırakmıyan kimseler hakikaten gencdirler. Yalnız böyle bir zihniyet için kuvvetli bir irade lâzım. İhtiyarlamamağa azmetmek ve hergün fiil ve hareketlerinizle bu fikri takviye etmek lâzım. Bu oldukça zordur, sıkınblıdır. Halbuki ihtiyarlamak çok kolaydır. İhtiyarlamakta olduğunuzu düşünmek, biraz da onun gelisindf.n korkmak, sizi canınızdan bezdirmek için kâfidir. Ingilterede yetmiş yaşında çok genc kalmış bir mekteb müdürüne böyle genc kalabilmek için ne yaptınız? diye sor muşlar. O da cevaben: «Otuz beş yıldır bu mektebin müdürüyüm. Beni genc bırakan talebelerimdir. Onların neş'eli, heyecanlı hayatı bana da sirayet ediyor. Tenis ve kriket oyunlarına ben de iştirak ediyorum» demiş. Manevî üzüntülerin de insanları ihtiyarlattığında şüphe yoktur. Gene sekseninde dipdiri olan bir Amerikalı kadına ihtiyarlamamasının sebebini sordukiarında: «Ben üzüntülü şeyleri unutmasını bilirim» demiş . Şu garib iki vak'a telkinin nekadar müessir olduğuna canlı birer misaldir. Bundan beş yıl evvel NevvYork istinaf mahkemesi reisi (Mrs. T. Braun) hayatının yetmişinci yıldönümünde intihar etmişti. Olünün başucunda meşhur ruhiyatçı profesör (Osler) in «Hayat nazariyesi hakkında bir kalem tecrübesi» adlı eseri açık olarak bulunmuştur. Filhakika o sahifede muharrir şöyle diyormuş: «Hayatm yetmişinci yılı! Bu yaşta insanın faaliyet cevheri söner. Artık ahiret yolculuğuna hazırlanmağa bakma J Biz bize Onlar bilseler daha iyi olurdu Gümrük resminin birinci gayesi yerli sanayii korumaktır. Yeni kurulmuş olan sanayi şubeleri, himaye edilmezlerse inkişaf edemezler; eskiden mevcud olanlar da yaşıyamazlar. Bunu hep biliyoruz! Diyeceksiniz. Yazık ki aldanıyorsunuz. İçimizde bu işi bilmesi icab ettiği halde bilmiyenler pek çok. Biraz sonra bana hak vereceksiniz. Bu memlekette bir zamanlar çok kuvvetli ustalar varmış. Birçok şubelerde ihtısaslarını eserlerile ispat etmiş olan bu ustalar, hakikî birer san'atkârmışlar. Bunu, arasıra gördüğümüz eserlerinden anlıyoruz. Çünkü şu veya bu san'at şubesi ölebilir amma eser ölmez. Millî eserlerimizin himaye ve muhafazası için ne gibi niz^mlarımız vardır, bilmiyorum. Dünyanın her yerinde bu gibi seylerin ihracı ya menedilmiş veya güçleştirilmiştir. Bizde de öyle olması icab eder. Fakat dünyanın hiçbir yerinde millî bir eserin, anavatana dönmesi yasak edilmiş veya bir sürü kayidlere, şartlara bağlanmış değildir. On yedinci asra aid bir Fransız goblenini Parise götürürseniz, kimse size birşey söylemez. Renaissancedan kalma bir Floransa oymasını İtalyaya sokmak için, hususî müsaade almak lâzım gelmez. Bilâkis, bu gibi hareketler her yerde teşvik görürler. Yalnız, biz müstesna! Bu memleketin san'atkârları tarafın dan, bu memlekette yapılmış meselâ, eski bir çiniyi hududlanmızdan içeriye sokmak için gümrük resmi vermek lâzımmış. Bu vaıka gösteriyor ki, içimizde gümrük resminin ne olduğunu bilmesi icab ettıği halde bılmivenler vardır. Keşki biz bilmeseydik te onlar bilseIerdü. Galiba Ipodromu bulmak mümkün olmıyacakî Çünkü bunun için Hapisane, Tapu dairesi ve Ticaret mektebinin yıkılması lâzımmış! İÇsf Evlerin dili Tabiatin dili vardır: Ağac söyler, ç? men söyler, dağ söyler, dere söyler. İrt sanlar kabiliyetlerine göre bu dili anlarlarlar, haz veya elem alırlar. Hiç yon tulmamış veya pek maddileşmiş kimse lerdir ki bir dalda uzanan canlı mısraij bir tutam çimende yeşeren ince nükteyi, bir dağda yükselen azametli manayı, bil derede köpükleşen gümüş mefhumu o kuyamazlar. İnsan elile yapılmış seylerin de dili vardır. Fakat bu dil, tabiatin dilinden daha güç anlaşılır. Uzun tecrübeler, de rin incelemeler yapılmadıkça eşyanın tasıdığı esrara nüfuz edilemez ve meselâ bir ihtiyar elindeki bastonun, bir genc kız omuzundaki eşarpın, gelişigüzel bağlan mış bir kravatın takrir ettiği beliğ nutuklar hissedilemez. Bütün bunlar gibi evlerin de Demostenlerden, Katonlardan, Çiçeronlardao daha telâkatli dilleri vardır. Meselâ bir ev görürsünüz ki vaktile Tanrıyı kıskan dırdığı rivayet olunan Şeddadın sarayla rı gibi eflâke ser çekmiştir, göz kamaşh ır durur. Fakat ev dilinden anlar bir adamsamz bu haşmetli yapıda miskin bir zevkin kekelediğini duyarsınız. Sonra ö:ede küçük bir eve rasgelirsiniz. Dalgın bir göze çarpmıyacak kadar minimiri bir yapı. Lâkin kulak verip te dinlerseniz onun güzellikten anhyan bir ruhun şen teranelerini haykırdığını işitirsiniz. Çarpık bir ev, ihmalin ve teseyyübün mersiyesini; kırık camlı ve dökük kiremidli bir ev, yoksulluğun figanını isittirir. Bunlar, daha tiz sesle konuşan dillerdir. Fakat söylediklerini duyanlar gene azdır. *** Istanbuldaki evler içinde en sağırlara da seslerini duyuracak kadar keskin konuşanlar, şüphe yok ki, vakıf evleHir. Her evın dili kolayhkla anlaşılmaz ve belki duyulmaz amma vakıf evlerin se sini hepimiz işitiriz, hepimiz duyarız. Çünkü onların yüzde doksanı ağlar. Ağamak ise yeryüzünde iki şekli olmıyan bir halettir. Tabiat, insan ve hayvan, hep ayni biçimde ağlayagelmiştir. Birbirleri nin meramını anlayamıyan bir Fransızla bir îngiliz, bir Japonla bir Italyan, bir birinin ağladığını anlamakta hiç giiçlük çekmez. Vakıf evlerin dili de aşağı yukarı böyledir. Ipodromun temelleri altında olduğu söylenen binalardan Tapu dairesi ve Ticaret mektebi Tarihî hipodrumun meydana çıkarıl ması işile uğraşan İngiliz Baxter yirmi güne kadar tekrar şehrimize gelerek hafriyata devam edeceğini bildirmiştir. Mıster Baxterin eski Hıpodrumu tamamile meydana çıkarıp çıkaramıyacağı malum değildir. Yalnız geçen seneki hafriyatta Bizans sarayının zeminlerine aid çok kıymetli mozaikler meydana çıkar mış olan îngiliz mütehassısı Hipodruma aid izleri de bulacağı ümidınde idi. Bununla beraber Hipodrumun Sultanahmed camisinin altına tesadüf ettiği binaenaleyh bunun meydana çıkması için caminin yıkılması lâzım geleceği buna ise hiçbir veçhile imkân mevcud olmadığından Hipodrumun meydana çıkarılması kabil olamıyacağı iddia ediliyordu. Bizim tahkikatımıza göre Hipodru mun Sultanahmed camisi altına tesadüf ettiği hakkındaki fikirler doğru değildir. Hipodrum bunun aksine olarak îstanbul hapishanesinden başlıyarak, tapu dairesi, elbise amban ve ticaret mektebinin bu lunduğu sahayı ihtiva etmektedir. Hatta bu sahayı gösterir bir plân profesör Manburi tarafından hazırlanarak hükumetimize verilmiştir. Hipadrumu meydana çıkarmak için hükumetimizin para tahsis etmesine im kân yoktur, en az yedi, sekiz yüz bin liraya baliğ olacağı söylenen masrafı ıhtıyar edecek hiçbir müessese de mevcud değildir. Hipodrumu aramakta olan Mister Baxterin bağlı bulunduğu müessese de bu parayı veremiyecektir. Maamafih bu sahanın bazı boş yerlerinde yapılacak hafriyatla bir takım iz lere tesadüf edilmesi muhtemeldir. h...» (Mrs. Braun) bu satırları okuduktan sonra son derece yese diişmüş, cesaretini ve ümidini kaybetmiş ve işte ben de yetmişini buldum. Artık köşe penceremdeki koltukta pineklemekten baska işim kalmadı. Ne kendisine, ne başkalarına hayrı olmıyan bir adam için yaşamak manasızdır, demiş ve kurşunu beynine sıkmış. İşte bir kötü telkin ki bir zavalhnın hayatına mal olmuştur. Londrada çıkan bir tıb mecmuası şu hâdiseyi naklediyor: «Büyük bir aşkla bağlandığı nişanlısı tarafından terkedilen yirmibir yaşında bir genc kız aklını oynatır ve zaman mefhumunu kaybederek nişanlısının gene geri geleceği kendisinde bir sabit fikir halini alır. Onun avdetini bekler. Böylece yıllar geçer. Nihayet kızın yaşı yetmişi bulur. Ancak yaşının bu kadar ilerlemiş olmasına rağmen yüzü taravetini kaybetmediği gibi bir tel saçı da beyaz olmaz. Birçok ruhiyatçı profesörler bu malul kızı ziyaret etmişler ve böyle kocamamasının sebebini kendisıni daıma genc zannetmesinde ve nişanlısının geleceğine inanmış olmasında bulmuşlar.» Öyle ise ihtiyarlamak istemiyorsanız, önce genc kaldığınıza kendiniz inanınız. Çünkü sizin inanmadığınız birseye baş kalarını inandırmak mümkün deâildir. Karaköydeki facia | Fransız matbuatı Yaralı Merzukanın ölümüne intizar ediliyor Evvelki gün Galatada mahallebici dükkânında Uzunköprülü Hüseyin Pehivan tarafından yaralanarak Senjorj hastanesine yatırılan Merzukayı dün profesör Nissen ile tabibi adlî Enver has anede muayene etmişlerdır. Verilen rapora göre Merzukanın altı yarası vardır. Yaralardan dördü başındadır ve bu yaralan açan dört kurşun da kafada kal mış, çıkarılamamıştır. Yaralardan beşincisi sol ayağında, altıncısı sağ elindedir. Merzukanın anbean ölümüne intizar e dilmektedir. N. 'emal Hüsnünün istifasını teessürle karşıladı POLİSTE KADIKÖYÜNDE BİR KÖŞK YAN • DI Dün sabah saat 10 da Kadıkö yünde Acıbademde Atıf sokağmda Haydarpaşa hastanesi müdürü doktor Galib Altana aid 61 sayılı üç kath köşkter yangın çıkmıştır. İtfaiyenin vaktinde gelememesi yü zünden köşk bir saat ıçinde tamamen yanmıştır. Yapılan tahkikatta evde oturan arabacı Alinin karısı tarafından yakılan mangaldan sıçrıyan kıvılcımların döşeme tahtasını yaktığı ve bu yüzden yangının çıktığı anlasılmıştır. KAYIB KIZ HÂLÂ ARANIYOR Anadoluhisarında portakal tüccarı İb rahimin evlâdlığı Seherin ortadan es rarengiz bir surette kaybolduğunu yazmıştık. Kızın öldürülüp Hisardaki Kurbağalıdereye atılması ihtimali üzerine dere nin boşaltılmasına dün de devam edilrniştir. Su çok olduğundan ancak dört beş gün sonra derenin dibi görülebile cek ve cesedin burada olup olmadığı o vakit anlaşılabilecektir. YEMEK YERKEN YARALADILAR Topanede Mumhane caddesinde oturan Abbas, Galatada Talibin lokantasında yemek yerken İbrahim tarafından bı çakla sol kolundan yaralanmıştır İKİ KİŞİYİ YARALADI Asmaaltında Borulu handa 3 sayılı odada oturan Bağdadlı İsmail, Mehmed Ali ve Acem Abbas isminde üç kişi bir iş meselesinden dolayı kavga etmiş, bunlaraan İsmail kama ile Mehmed Ali ve Abbası ağır surette yaralamıştır Öğreneceğim... Fakat neyi?.. Artık, bahtımıza ne çıkarsa? Yatak odasına geçti, sokağa çıkmağa hazırlanıyordu; oda kapısı vuruldu. Giriniz! Arzı Niyaz kalfa, kapının eşiğinde durmuştu: Yemeğe evde misiniz? Ali Tunc, dudak büktü: Hayır, kalfacığım... Hatta, akşam yemeğine de bekleme... Bugün, çok işim var. Arzı Niyaz kalfa boynunu büktü: Siz bilirsiniz, beyciğim! Ve uysal bir gülümseyişle odadan çıktı. Ali Tunc, birşey unutup unutmadığını anlamak için etrafına bakındı ve sonra hergünkü alışkanlığile eli, gayriihtiyarî Yakut yüzükü koyduğu yelek cebine gitti. Apartımandan çıktıktan sonra, kafasının sersem bulanıkhğını dağıtmak için yürüyordu. Ve yolda, hep ayni şeyi düşünüyordu: SELİM SIRRI TARCAN VÎLÂYETTE Beykoz Malmüdürlüğü Beykoz Malmüdürü İbrahim Çorlu Malmüdürlüğüne tayin edilmiştir. ADLÎYEDE Adliyeye alınacak memurlar îstanbul Müddeiumumiliğinden: Münhal memurin için icra kılınan imtihana girenlerden ilk imtihanı kazanan ların isimleri encümen kalemi ile müddeiumumilik dairesi koridoruna asılmıştır. Kazananların 10 nisan 936 tarıhine müsadif cuma günü saat onda yazıdan ikinci imtihanlan yapılacağından o saatte hazır bulunmaları. Istifa eden Bern elçimiz Cemal Hüsnü dün Isviçreden Istanbula gelmistir. Cemal Hüsnü birkaç gün şehrimizde kaldıktan sonra Ankaraya gidecektir. 29 mart tarihli Intransigeant gazetesi emal Hüsnü hakkında şunları yazmaktadır: «Türkiyenin îsviçre mümessili ve MilBu sözüme inanmıyanlar Kadıköydeletler Cemiyeti murahhası Cemal Hüs ki İş Bankası şubesinin karşısında bulunünün istifa etmiş olduğunu bugün bü nan vakıf malı yapıyı görsünler. Her tayük bir teessürle öğrendik. şında bir gram altın gülümsiyen bu büCemal Hüsnünün Cenevrede Milletyük yapı hüngür hüngür ağlıyor, ve gelerarası mesaiye iştirak etmiş olduğu beş lip gecenin yüreğini dağlıyor. Lâkin ne sene zarfında politika ve hukuk saha SAĞLIK ÎSLERİ smdaki bütün mezıyetlerıni, Milletler arayan var, ne soran. Çünkü vakıfhr ve vakıf evler, dediğim gibi, ağlamağa, ağCemiyetıne bağhlığını ve Fransaya olan Gülhane müsameresi laya ağlava yıkılmıya mahkumdur muhabbetini takdir etmek imkânlarını Evkaf ile insafı itilâf ettirmek gerek! Gülhane seririyatı 10 uncu müsame bulmuştuk. M. TURHAN TA» resi profesör Dr. Niyazi Gözcünün başAyrılışından milletlerarası mehafili ve kanlığı altında toplanmıştır. sayısız dostlan büyük bir teessür duya Müsamerede profesör Dr. M. Kemal Alaşehir Halkevinin faaliyeti caklardır.» Oke tarafından plâstik yapılmış bir harb Alaşehir (Hususî) Halkevımizinj cerhası vak'ası. Dahiliye başasistanı Dr. köycülük komitesi, büyük bir kafile ha Hamdi tarafından lâvaj pülmonerle iyi linde ve kaymakamımızın başkanlığında î Konferans edilmiş bir rie hürracı vak'ası. Cildiye aKinlik köyüne bir gezinti tertib etmiş vej sistanı Dr. Süphi tarafından bir aprot Hukuk Fakültesi İktısad ve Içtimai şehirli münevverlerle köylüler arasında rikoit tüberküloz zamkı vak'ası. Hari yat enstitüsünce tertib edilmiş olan komün cok güzel bir gün geçırilmiştir. Bu köy,1 ciye asistam Dr. Cevdet tarafından lâmi bilgileri serbest konferanslarının on üçünkazanın en büyük köylerindendir. Halkij nektomi yapılmış bir kırık vak'ası. Hari cüsü profesör Dr. Hirsch tarafından 8/ 4/1936 çarşamba günü Tıb Fakültesi çalışkan, zeki ve yükselmeğe teşnedir. [ ciye asistanı Dr. Cemal tarafından bir Kafilede bulunan doktor, baytar ve birinci sınıf ders salonunda projeksiyon osteomiyelit vak'ası. Cildiye asistanı Ta ile verilecektir. Mevzuu: Şehirlerde su ziraat memuru köyün zeriyat, sağlık ve cettin tarafından bir politeli vak'ası. A işleridir. Konferansa saat 1 7 de başlana hayvan işlerile yakmdan alâkadar olmu§, sabiye başasistanı Dr. Lutfi tarafından caktır. hastaları muayene etmiş, ilâc vermiş, ö j toksikomanidelesitin tedavisine aid vak'ağüdlerde bulunmuştur. lar gösterilmiştir. Bunu müteakıb şehirli gencler bir kouH Bükreş opera artistleri Münakaşalara: Şehrimizden geçerken iki konser ve serle bir temsil vermişler, bir futbol ek , Profesör Dr. Abdülkadir Noyan, Na receklerini bildirdiğimiz Rumen Kora zersizi de yapmışlardır. Kadın erkek zım Şakir, Sani Yaver, Şükrü Emin heyeti arasında Bükreş operasının ar büyük bir köylü kafilesi, misafirlerle yaBurhan Remzi Urus ve Dr. Nejad, Mus tistlerinin de bulunduğu haber alın kından alâkadar olmuş, onlan ağırla mıştır. tafa, Hamdi iştirak etmişlerdır. mıştır. Zülfü Şahin, Nilüferi tanıyor... Eğer Nilüferin hayatında, «Yakut yü zük» ün bir «rol» ü varsa, Zülfü Şahin, bunu, çok iyi biliyor. Belki Zülfü Şahinin hayatında da «Yakut yüzük» ün rolü var. Faka Zülfü Şahinle Nilüfer arasındaki bağın, münasebetin şeklini, cinsini bir türlü tayin edemiyordu. Zülfü Şahin, Nilüfer gibi bir kadını. gizli maksadları, gizli teşebbüsleri için bir alet, bir vasıta olarak kullanabilir miydi? Nilüferin, Zülfü Şahini bir âlet, bir vasıta olarak kullanması, daha akla yakmdı. Nilüfer, Zülfü Şahin gibi karışık, şüpheli bir adamı, ne diye, ne işlerde, nasıl ve ne gibi bir âlet, bir vasıta olarak kullanırdı? Fakat hâdiselerin akışı, Zülfü Şahinle Nilüfer arasında, her ne cinste, her ne şekilde olursa olsun, bir bağ olduğunu gösteriyordu. Ali Tuncun, bunda, şüphesi kalmamıştı. Bu, nasıl bir bağ olabilirdi? Ali Tuncun kafasının içinde kıvnlan, kaynaşan sorgu yılanlan arasına, Zülfü Şahin de çöreklenmişti! *** Zülfü Şahinin işi için, polise baş vu racak mıydı? Ali Tunc, kafasının karı sık, sinirlerinin bozuk bir zamanmda, böyle nazik bir işe girişmekten çekiniyor du. Mühürlü kapı açılsa, ev, baştan aşağı, iğne deliğine kadar aransa, Ali Tunc, Zülfü Şahinin ehemmiyet verdiği «bazı ufak tefek eşya» ile «bazı evraklar» ı bulabilecek, ele geçirebilecek miydi? Ele geçirse bile, Zülfü Şahinin nelere, ne için; ne sebeb ve maksadlarla ehem miyet verdiğini de bilmek lâzımdı. Ba zan bir kunıtma kâğıdının, eski bir takvim yaprağının, yalnız rakamlar atılmış bir pusula parçasının, ödenmiş bir fatu ranın, akla gelmez bir kıymeti, ehmemiyeti olabilirdi. Bunları seçmek, bulmak; zekâ, dikkat işi değildi; bilmek, işin ıçin,de bulunmuş olmak icab ediyordu. Neyi bilmek? Hangi işin içinde bu lunmak? Ali Tunc, uzak olmakla beraber, bütün ihtimalleri hesab ediyordu. Belki de, Zülfü Şahinin, mektubları, kendine göre tuttuğu hesab defterleri ele geçerdi. Fakat bunlardan, ne öğrenebilirdi? Ali Tunc, Zülfü Şahini, tekrar görej cek miydi? Onun kaçışından, Ali Tunc, bunu» pek ummuyordu. Zülfü Şahin, Aljj Tuncun önüne, onun yolunun üstüne bir daha çıkmıyacaktı! Eğer araya tesadüf" lerin kasdi girerse; ümidler, ihtimaller, kuvvetlerini kaybederlerdi. Zülfü Şahin, neden kaçmıştı? Yeşil gözlü kadından mı korkuyordu? «Yakutj Yüzük» ten mi ürkmüştü? Ali Tunc, her halkası ayrı renkte, ay1 rı şekilde, ayn cinste, değişik, acaib bir> zincirle sımsıkı, kıskıvrak bağlandığını görüyordu. Bu zinciri kırıp, parçalayiR kurtulmak istese, bilekleri incinecek, elleri kanıyacaktı. Fakat, bu zincirin kendiî liğinden gevşeyıp sıyrılması, kırılıp par " çalanması, öyle şüpheliydi ki... Zülfü Şahin, o, ehemmiyet verdiği «bazı ufak tefek eşya» ile «bazı evrak lar» ı alınca, nereye gidecekti? Aşk ve macera romam Yazan: MAHMUD YESARİ 66 Yakut yüzük» ün «rol» ü neydi? Ne olabilirdi? Bunu düşünürken de kafasının içi yeryer aydınlanıyordu. Zülfü Şahin, «şık, lüks, ağm> eşyalara ehemmiyet vermiyor, onların gitmesine hiç aldırmıyor gibiydi. O, «bazı ufaktefek» ile «bazı huausî • evraklar» ını düşünüyordu. Bu, «bazı ufaktefek» ile «bazı hususî evraklar» , neydi, ne olabilirdi? Ali Tunc, Zülfü Şahinin işi ile uğ raşmalı mıydı? Uğraşırsa, ne öğrenecek, eline ne geçecekti? Ali Tunc, zabıtadaki tanıdıklarından, bu işi sorabilirdi. Fakat nasıl? Ali Tunc, kalktı, masanın üzerinde duran tabakasından bir sigara aldı, yaktı. «Mühürlü kapı» nın açılması için çalı şacaktı. Bu, belki Zülfü Şahinin aleyhine olacaktı. Çünkü Ali Tunc, «bazı ufaktefek» ile, «bazı hususî evraklar» ı merak ediyordu. Bu ümid, onun kaçan, kırılan neş'esini yerine getirmişti: (Arkan var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: