Bir zamanlar Yeşilköyde “ol Hergün gidip geldiğim trenin y #ında zayıf, kısa boylu, sarışm, orta yaşlı bir adam vardı, Onur bir kaç kere trende hiç yoktan ötekine berilşine bağırıp çağır- dığını, arkadaşlarına çılştığını görür ken- di kendime: «Amına da gksl:adaml..» der- dim. Bir kere de ona gayet seak bir yaz günü tramvayda raslamiştım; Tramvay âra- bası ie sahanlık arasnda kapının önünde durmuştu. Galiba burası biriz esiyordu ve zayıf, kısa boylu zat da bir parça sörinle- mek niyetinde idi, i Tramvay Karaköyde dürdy. Buradan bir kaç kişi bindi. Yeni yolöulardan biri kapı- da duran sarışın sala: — Efendim, arabanın İçi tamamile boş... Halbuki biz sahanhkta sıkışıp kaldık. Niçin içeriye girmiyorsunuz?..; Bu &öz biraz sert vejhzli söylenmişti. Bunun üzerine sarışın zat bâyrakları açta: Sana ne be adami diyordü, sana n9 oluyor?.. Ben istersem iramvaym kapısı Önünde dururum, istersem arabanın bepo- sine çıkarım. Buna nitiayet belediye mo- muru karışır. Süna ne?... Yalnız bu sözlerle kalsa gene Iyi idi. Fa- kat bir türlü adamcağızın çenesi kapanmı- yordu ki... İçimden: «İşte aksilik diye buna derler.. Adam hiç yoktan mesele çıkardı.» diye mırıldandım. Kendi kendime «Aksi adams adını koy- duğum zatın lemini de öğrenmiştim. Ona arkadaşları Vehbi diyorlardı, Bir gön eski arkadaşlarımdan biri bana geldi, mühim bir tavırla: — Birader, dedi, bizim oğlan evlenmek ni: yetinde... Vehbi adında birinin kızını almalı İstiyor. Bu zatı senin taruyacağımı ümid €- diyorum!... dedi. Aklıma, hemen trendâki aksi adam gel- di. Sordum: u zat kısı boylu, zayıf, sarışın biri mi? Evet, öyle imiş... — Ben kendisile tanışmam... Lâkin onu gayet İyi tanıyan arkadaşlarım vardır. So4 rup soruştururum, fazat zannederim ki bu | zat biraz fazla asabidir. Arkadaşımın oğlunu tanıyordum. Gayt weki, herkesin nabzına göre şerbet vermesi- mİ bilen bir delikanlı idi. Fakat ne de olm onun kayınbabâsile geçineceğini hiç ümid etmiyorum. Çünkü o öylesine aksi bir adam- dı ki. Maamafih belki ben aldanıyorum, Kendi kannatlerimi göz önünde lundurarak bu evlenme işine mâni olmak doğru değildi, Bunun İçin etraftan tahkikat yapmağı da- ha münasip görüyordum. Vehbiyi baniyanlardan baztarına bu 7a- fan ve kızının nasıl insanlar olduğumu sor- dum. Bana: — Kızı iyidir. Fakat kendisi müthiz ak- sidir, emsali bulunmuyan kuysuzlardandır. Onunla bir adamın geçinmesine imkân yoka tur... diyorlardı. Vehbinin tanıdıklarının bir kısmı da bu- nun tamamile aksini iddia ediyorlardı. Bun- Jar da: Ne Vehbi mi?.. Dünyarın en dürüst, &n namuslu, en fazileğli insanıdır. Öyle ak- &i filân da değildir. Yalniz onun huyunu bil- mek, ona göre kendisine karşı hareket et- mek lâzımdır. Bir kere huyunu öğrendik- ten sonra Vehbi ile şeker gibi, bal gibi ge- ginmek kabildir. Aldığım biribirne zıd bu malümat karjı- &inda şaşırıp kalmıştım, Bu Vehbi nasl adamdı?... HAl& onun hakkında müsbet bir kanaat elde edememiştim. Bir gün trende pek aklı başında, akıllı, mazbut bir arkadaşıma ras geldim, Bilhas- | 84 onun insanlar hakkında verdiği hüküm- lerde biç yanılmadığını bilirdim. Vehbiyi de pek İyi tanırdı. Bu fırsattan istifade ede- rek kendisine sordum: — Kuzum şu senin tanıdığın bay Vehbi hakkında bana biraz izahat verir misin?. Bİ rarkadaşımın oğlu onun kızını istiyor- Arkadaşım: — Vehbi mi? dedi, bizim Vehbi ha. O emsalşız bir adamdır. Pırlanta gibi bir ru- hu vardır. Konuşması pek tatlıdır. Çok iyi bir arkadaştır. — Lâkin onun için pek huysuz diyorlar. Arkadaşım bunu şiddetle reddetti: — Lâftir o... dedi, Vehbinin nabzma gö- re şerbet verirsen başina vurup ağzından Jokmasını alabilirsin... İş onun tabiatını an- Iamakta... Bak sana kendisinin bir vakası- nı anlatayım da bana hak ver... Geçen kış bir sabah ilk trenle İstanbula iniyorduk. Baktık, Vehbi de trene geldi. O günü yeni yaptırdığı bir paltoyu ilk defa sırtına giy- mişti. Fakat bu paltoyu görür görmez biz kahkahalarımızi güç saptettilr. Çünkü bu geniş paltonun içine ufak tefek, zayıf, ço- Hmsiz vücudile iki Vehbi mükemmel bir $u- rette sığabilirdi. Üstelik kolları ve etekleri o derece uzundu ki, Vehbi bu kocaman pal- tonun İçinde âdeta kaybolmuş tesirini ve- riyordu. Bu acalp paltonun içinde ciddi ve aksi yüzü ile onnu hali hakikaten pek ko- mikti. Gülmeğe başladık. Tren yolcuları srasında sik sık gördüğümüz Şakir bey adında fevkalâde iri yarı bir adam vardı. İçimziden birisi gülümsedi: — Vehbi. dedi, galiba sen yanlışlıkla Şakir beyin paltosunu giymiş olacaksın. O şaşırmış: — Ne var paltormda?... Bu kadar gülecek ne var?.. diye soruyordu. — Daha ne olsun canım.. Şu hale bak bir kere... Ben bu kadar geniş, bu kadar uzu bedenine göre bu kadar kocartan palto ki- min sırtında gördün?. dedik... O da paltonun bicimsizliğini anlamıştı: — Birader, diyordu, işimden akşamları geç çıkıyorum. Terziye geç gidiyorum. Pro- yalar hep geceye tesadüf ettiği için iyice görmemiştim, Bak ne biçim dikmiş... Dur ben bu akşam gider o terziye gösteririm... Vehbi durdukça içeriyor, hiddetleniyor, köprüyordu: — Ben ö terziye yapacağımı bilirim... He- le bir aksam olsun!.. Artık biz de Vehbinin terziye yapacaklarını merak ediyorduk. Çünkü kızınca Vehbinin gözünün hiç birsey görmediğini biliyorduk. Kimbilir bu akşam paltosunu fena diken terziye neler yapa- caklı, O yanımızda söyleniyordu: — Paltoyu başına atacağım... Kumaşın parasını ödeteceğim!... Onu teskin etmek için: Sanım... dedik, o kadar hiddete, şidde- te lüzum yok... Adama karşı pek sinirli dav- ranma... Vehbi: — Yok. Yok... diyordu, ben yapacağımı irim. İşime karışmayın... rtesi sabah onun sırtında ayni palto fis neşesi fevkalâde yerinde olduğu belde trs- ne geldiğini görünce pek haytet etmiştik. Sorduk: Ne oldu terzi meselesi?.. Kahkahalarla gülmeğe basladı. O kadar ki, gülmekten konuşamıyordu. Nihayet anlatmağa başladı: — Sormayın... Dün akşam sonsuz bir hid- detle terziye gittim. Merdivenlerden çıkar» kon parlkmağta hazır bir teneke ben?in ha- linde idim. Terzinin odasına girdim. Daha ben ağsımı açınadan terzi pallora şöyle bir baktı: — Nedir bu sırtındaki palto?... diye sor- maz mi? Şaşırmı O devam ediyordu: — Bu paltonun rezaleti ne?... Bunun içi- ne senin gibi iki kişi ferah ferah sığar... Hangi külüstür terzide diktirdin bunu... Artık şaşkınlıktan ağzım bir karış açıl- mıştı, Biraz hayretim geçince: — Yahu, dedim, sen diktin ya... — Öyle ise düzeltelim... Şimdi birkaç gün işim pek fazla... Onunla adam akıllı uğras- mak lâzm., Sen birkaç gün sonra bana uğra. Şimdi birkaç gün sonra gidip paltoyu dü- zelteceğim... Terzinin bana cevabına ne der- sin? Ömür değil mi? Vallahi şu bizim terri yaman adamdır, bulunmaz biz insandır» Vehbinin dünkü hiddeli hali ile, bugün- kü vaziyetine baktıkça şaşıp kalıyorduk. Muhakkak kj terzi: «Palto mükemmeldir; diye kestirip atmış olsaydı Vehbi küplere binecek, bütün akriliğini gösterecekti. Fa- kat terzi onun nabızına göre şerbeti ver- mişti. Pitonun düzeltilmesi işini de birkaç gün tehir etmişti, İşte Vehbi böyle bir adamdır. O basan ar. Türkiye Radyodifüzyon Postaları Dalga uzunluğu Türkiye Radyosu 1048 m. 163 Ke/& 120 Kw. Ankara Radyosu T.A. P.317 m, 485 Ke/s 2 K. W. Hergün yalnız kısa dalga 317 m. 5455 Ke/s, postamızia neşredilmekte olan Ya- bancı dillerde haberler saatleri aşağıda gösterilmiştir: İranca saat 13,00 ve 1845'de Arapça saat 13,15 ve 1946 de Fransızca sant 13,45 ve 20,15 de BALI 28/11/939 TÜRKİYE SAATİLE 1230 Program ve memleket saat ayar, 1945 Ajans ve meteoroloji haberleri, 1250 Türk müziği, Çalanlar: Vecihe, Cevdet Ko- zan, Kemal Niyazi Seyhun, Cevdet Çağla, Okuyan: Müzeyyen Senar: 1- Hüseyni peş- revi, 3- Şükrü - Hüseyni şarkı: (Baygın su- ların), 3- Lemi - Hüseyni şarkı: (O güzel gönlerile bakmasını bil), 4- Lemi - Hüseyni garkı: (Zeman olur ki), 5- Cevdet Çağla: Keman Taksimi, 6- Sadettin Kaynak - Hü- seyni şarkı: (Ayrılık yıl dönümü), 7 - Halk fürküsü (Benim yarım pencereden bakı- yor), 8- Halk türküsü; (İki karpuz bir kol- tuğu sağar mı), 9- Halk türküsü: (Meşeli meşeli) 1330-14 Müzik (Karışık hafif mü- zik - PL) 18 Program, 18,95 Memleket saat ayarı, ajans ve meteoroloji haberleri, 1825 Müzik (Cazband - PL), 1855 Konuşma CÜlüsal ekonomi ve arttırma kurumu), 19,10 Türk müziği: Şerit Muhittinin saz semaileri, Ça- lanlar: Vecihe, Ruşen Kam, Mesut Cemil, 19,25 Türk müziği: Çalanlar: Vecihe, Me- sut Cemil, Rumen Kam, 1 — Okuyan: Neo- mi Riza Ahiskan: 1- Ferahnak şarkı: (Aya- re gönül), 3- Kanuni Reşat - Perahnak şar- > (Ağyare ile dalmış zevki sefays), 3- (Hoş yaratmış), 2 — Mef. : 1- Hüseyni şarkı (Çekdim Vaslınla ca- na), 3- Bemsettin Ziya - Hüseyni şarkı; (Yaslanıp yatmış), 4- Hüseyni sz semaisi, 1950 Konuşma (Aile ziraati - tavukçuluk), 20,05 Türk müziği: Klâsik program Anka» ede: Mesut Cemil, 21 Ko: Hati Bedii Yönetken, 2115 Müzik (Radyo or- kestrası - Şef: Hasan Ferit Alnar), 1- R. 8. Senfoni, Re Minör, 2- M. Moussorgeki: Gopak Rus dansı, 3- F, Smetana: Ultava, 22 Memieket saat ayarı, ajans haberleri, ziraat, esham - tahvilâs, kambiyo - nukut borsası (flat), 2220 Ser- bes saat, 2230 Müzik (Mozart: Kuartet fa majör - «Ouba» !le), 22,45 Müzik (Cazband- PL.), 28,25-23,30 Yarınki program ve kapa- DIŞ. — Ben huysuz bir adamım. der. Eğer buna: — Estağfurullah. Niçin huysuz olacak- anışsanızl... cevabini verirseniz hemen &k- silenir; Canım efendim... Ben kendi huyuma tablatımı senden öğrenecek değilim ya. nım işte, der. «ben huysuz bir adı » - Evet huysuzsundur!.. Derseniz bu 39- fer gene kızar; — Sana ne huysuzluk yaptım ben!... ye köpürür. Tâkin onun ben «Huysuz bir adamim» lâ- fina karşı; — insanlık hali bu. in herkes sinir- Terine hâkim olamaz... Derseniz o zaman gülümser: Birader... der, bazen otrafınızdakiler insanı çileden çıkarıyor. Sinirlerinize hükim olamıyorsunuz ki Vebhi huyunu anlıyorsun ya... Hayat- ta «aksi» damgasını basiğımız Kimbilir ni“ ce insanlar vardır ki Vehbi gibidir Onların nabzma göre su verdiniz mi? Mesele kal. maz.» Ertesi günü Vehbinin kızını isteyen de- Ukanlının babasını buldum: «Azizim. dedim, senin oğlun zeki, herko- $in nahsına göre şerbet vermesini bilen bir delikanlıdır. Onu istediği kızla evlendir.» Hikmet Feridan Es di- Tefrika No. 140 SEVİLEN KADIN Nakleden : ( Vâ - Nü) Bu sefer de öyle olmuştu. Birlikte gelen İki otomobil halkından çinar al tında iki grup meydana gelmişti, Gö- rünüyordu ki gruplardan biri efendi- ye, öteki de maiyete nitti. Aralarında - hürmet ifadesi olarak - epeyce mesa- fe bırakılmıştı. Efendiye ait masanın başında, Mı- $ıra gitti sanılan Cemil Aciba ile vak» tile Bursada Suzanın izinli takip eden avukat Said dikkati celbediyordu. Bu- rada bir de uzun saçlı, artist kılıklı adam vardı, Yemek yemişlerdi, biraları içmiş. lerdi, Cemil, uzun saçlıya: — Sesleri zapt hususunda muvaffa- kıyetinizi gördük Hristo efendi; - de- di, - fakat ihtimal oda loş olacaktır. Resimlerinizde ayni şekilde muvaffak olacak mısınız? Adam; — Oyle bir obzektifim var ki pa sam, karanlıkta enstantane tsekerim. Ben sinemadgiyim, Atindda sesli filme tsalismisim on yedi sene... Bak- ma ne ki Beyoğlunda yapiyorum f0- tograftsilik! - dedi, Cemil, sesli filmin icadı üzerinden henüz on yedi sene geçmediğini dü- şündü. Fakat uzun saçlarile kendine artist rolünü veren fotoğrafçıyı boz- mak istemedi. Esasen, bu adam yap- tığı tecrübelerle ses makinesini iyice kullanabildiğini © isbat © etmemiş miydi? — Pekâla, pekâla... - dedi. . Demek yukarıki odalarda icab eden tertibatı aldınız? — Sen its merak etme pasam... Yaptik sanki studyo gibi. Avukat Sald: — Ben de gördüm. Emin olabilirsi- niz beyim... - diye temin etti. - Zaten mösyö iyi teknisyendir ...Çıt işitilme- den her şey tesbit ediliyor, — Demek mesele, kafileyi o nokta- yâ sevketmekte kaldı, — Bunu da bize İsmail becere cek... Maiyete alt grupta, hasıra bağdaş kurmuş oturan avcı ceketli ve minta- nı kravatsız bir adam, ismini duyun- ca çevik bir hareketle; — Efendim... - diye sıçradı, — Sen gel bakalım... Fakat Cemil, köylü çocukların kendilerini seyir için pek lâübali bir şekilde toplandıklarını farketmişti, — Bekir! - diye seslendi. Yerdeki hasırdan Berberi uşak fır. ladı. -— Sende bozukluk para var mı? — Var efendim, Arap, el çantasında bir avuç çeyrek, on kuruşluk, kırklık çıkardı. Cemil köylü kalabalığına hitaben: — Kuzum sizin köyün nesi meşhur. - dedi. «— Çinarı, — Başka? — Beyim... Burada «Ferasetsiz fa- Sulye» dedikleri bir fasulye çıkar ki lezzetine doyum olmaz... İstanbula turfanda olarak göndeririz... Bunu, çocukların on beşini bulmuş en kaba kıyımı söylemişti. — Görüyorsunuz ya şu paraları... Avucumda nasıl çıngırdıyor... Dağı- ın bakayım fasulye tarlasina... Biz buradan aynlırken ençok fasulye toplayıp yanımıza en geç gelene ve- receğim... Öbürlerinin kilosunu elli kuruştan alırım... Ferasetli iseniz fe- Trasetinizi anlayıp dağılın. Zeki çocuklar, abdalımsıları, kolla- rından çeki — Haydi... Kalablık istemiyorlar beyler... aksi, 'Tefrika No. 130 Yazan: İskender Fahreddin Mansur, Leylâyı iyi tanıdığı için Tanerin Mecnuna bir tuzak kurmak istediğini anlamıştı — Urman'ın oğlunu dağdan şehre in- dirmek ve saraya götürmek işini Seyld Ahmed bana havale etti. Bugün dağa git- tim, Mecnunu buldum. Fakat beni tanı- madı, O hâlâ Leyllsının aşkile yanıp tu- tuşuyor. Neye baksa, neyi görse, hangi sesi duysa, Leylâyı görüyor, Leylânın sesini du- yuyor. Onu aneak senin gibi güzel bir ka- dın avlayabilir. Dağa beraber gideceğiz. Onu ancak sen teshir edebilirsin. Bünnur söz verdi. Ertesi sabah erkenden atlara bindiler, “Taner gene iki sadık adamını yanına aldi. Sürnur kılığını değiştirmişti. Yolda Taşbileğe raslamak endişesile ih- tiyatlı davranmışlardı. Ur dağının yolunu tuttular. Taner'in gözünü hazine hırsı bürümüş- ti. Gözü bir gey görmüyordu. Hattâ yolda giderken, kendi kendinö: — Altın, aşktan duha kuvvetli imiş! Diye murıldanıyordu. Böyle olmasaydı, Taner, çok sevdiği Bünnur'u böyle tehli- keli bir işe sokar mıydı? O, Taşbileğin gö €e gündüz durmadan Sünnur'u araştırdı Banı herkesten iyi biliyordu. Böyle olmakla beraber, relsln hazinesine” kavuşmak hulyası onu tehlikeden tehlike- ye sevkediyordu. 'Tanet çok cesur, atılgan ve kuvvetli" bir gençti, Fakat, Taşbilek onu her zaman ve ber döğüşte yenmişti. “Taner, Taşbileğin demirden kuvvetli bilek- lerini hiç bir zaman bükememişti, Ur dağına vardıkları zaman hava gene bir gün evvelki gihi çok sıcaktı. Hayvanlar hem yorulmuşlar, terlemişler, her de sU- samışlardı Acaba (Can) beyi gehe bir yüksek Kaya- nin üstünde mi bulacaklardı? Taner: — Nerde olursa olsun, Sörmür onü yola getirmesini pekâlâ bilir. Diyor ve (Canjı yakalayıp saraya gölü- receğinden emin bulunuyordu. Taner bu işi o gün de bitiremezse, Seyid Ahmedden önce kendisine: — Sen çok beceriksiz, korkak bir erkek- mişsin! Diye bağıracaktı. Sünnur birdenbire atanı durdurdu. kı ei 4 (da İki aslan dolaşıyor... Taner güldü: — Onlar çoban köpekleridir. Maamafih aslan da olsa hemen yere devirir, gene yo- Yumuza devam ederiz. Biraz daha ilerilediler. Ur dağının yamaçları d. Sünnur tekrar seslendi: — Çoban köpeğine e Çe lerim beni aldatmıyor #8 lar üzeri; Taner adamlarına emir veri, Atlılar oklarına sarıldılar, Yolun kenarında dolaşan iki aslan bir. denbire kükriyerek yere yuvarlandı. Taner göğsünü şişirerek gülümsedi; Gördün mü benim nişancilarımı?... Sünnur cevap vermedi. Atların; sürdüler, Birax daha yürüdüler, Taner dağ yollarını herkeşten Iyi biliyor- du. — İşte kayalıklar göründü, dedi, Mecnunu & tırmanıyorlar- ya uyurken yahud da kuşlarla konuşurken | göreceğiz. Sünnur, Mecnunla başbaşa... Taner dağda Mecnunu ararken zenci bir adamla karşılaştı. Bu adam (Can) beyin kölesiydi. Taner onu tanıdı. yolunu çevir« di: — Nereye gidiyorsun, Mansur? Buralar. da ne işin var senin? Zenci kölenin dizlerinin bağı çözülüver- ai Kekelemeğe başladı: Böylece, Cemil Atiba'nın grupu, ko- caman efsanevi ağacın altında. rahat kaldı, Artık istedikleri gibi konuşabi- lirlerdi, Ve konuştular da. Cemilin suallerine karşılık, İsmail: — Evet... Ne saklayım, beyim.:. Al- lah ahım: affetsin... Ben tütün kaçakçılığı da yapiyorum... - Gi- yordu. Said onun omuzuna vuruyordu: — Bu ahlâkını bıraksa pek mükem- mel bir adamdır... Fakat bu huyu sa- yesinde şu karmakarışık dağ yolları- nı avucunun içi gibi öğrenmiştir. Göz- lerini kapayın, İstediği yere gider... Gözlerini açın, bir dönüm yeri göste- rin, nerede bulunuduğunu anlar... Bulâsa Uludağ muıntakasını karış ka- rış bilir... Bahusus, kaçakçılık ettiği için ağzı sıkıdır... il: — A... İşte bu cihetten hiç merak- lanma beyim... « dedi. - Sar veririm, sır vermem... Cemil; — Bütün bu yapacaklarımız fenalık gibi görünüyor, İsmail, oğlum... - di- ye cevap verdi. - Fakat işin aslmı ka- rıştırırsan iyiliktir. Çünkü bir kadını esaretten, bir kızı şerefsizlikten kur. tarmak, hasretleri kavuşturmak için- dir. Kaçakçı: — Âşıklık işi mi?,.. - dedi, . Ben de o yüzden mahpusluk çekmiştim... Bi- Vellahdın yanma geldim, dedi, yemiş arıyorum buralarda, Taner sevgilisine döndü: — işimiz yarı yarıya kolaylaştı demek- tir, Mecnunun kölesinden de yardım göre- biliriz. Mansura sordu: — (Can) bey uyuyor mu? — Şüphesiz. O bu saatle uyanık durur mu? — Hâlâ mehtapta göklerle konuşuyor mu? — Eibette, O aya şıktır. — Haydi, düş önümüze bakalım. (Can) beyi ziyarete geldik. — Pakat, onun bu saatte uyuduğunu söy« lemiştim size. m Biz, uyuyan insanı uyandırmasını bi- — (Can) beyin canını sıkarsaniz, bunun. sonu sizin için iyi olmaz. — Ne yapar (Cah) bey bize? — Onu şimdi söyliyemem. Yaptığı zaman görürsünüz. Taner bu sözlere kulak vermedi. Tanerin adamları (Can)ın kölesini çerir- diler, Ve biraz sonra kayalıklara vardılar. (Yıkık kale)nin ve dağların hâkimi gibi, kayalıklar arşama yerleşmiş olan Mecnun, buraya sığındığı gündenberi taze yemişten başka birşey yemiyordu. İlk günlerde taş- la kuş avlar, pişirir yerdi. Fakat, aylar geç- tikçe bu zarlf ve ince dostlarına da kiya- maz olmuştu. Mansur bir aralik Sünnüra baktı, Kendi kendine; — Bu kadın da kim ax Diye söylendi. Taner, sini izale etmek için: — Laylâyı tarımadın mı? - dedi » (Can) beyi görmek istedi. Yol bilmiyordu. Biz yol güsteriyoruz ona, Mansur, Leylâyı tanıdığı için, Tanerin Mecnuna bir tuzak kurmak istediğini an- lamıştı, Hatırlardadır ki, Mansur, Âmiriler kabi- 1osine giderek, Leyliyr Mecnunun son mek- tubunu götürmüş ve Leylâyı gözile görmüş- tü. Mecnunun kölesi önde yürüyordu. Biraz sonra elile göstererek: — işte, dedi, (Can) bey şu mağaranın önünde yatıyor. (Can) beyin yattığını hepsi birden gör- düler, Sünnur (Can) beyi ilk defa göreceği için çok merak ediyordu. Sarayru, ailesini, ha» ginelerini terkedip dağlara kaçan böyle bir gencin derdi ne olabilirdi? Sünnur merakından çatlıyordu, “Taner, sevgilisine bieçnunun ilmi gevdi- Bini anlatarak: — (Can) uyanıncaya kadar, kulağının di- binde maşukası Leyli konuşuyormuş gibi konuşacaksın! Domişti. Atlardan indiler. Taner, Sünnute In beraber mağaranın önüne doğru ilerile- di. Mecnun yere usanmış horul horul uyu- yordu, Taner onu uyandırmadan kaçırmayı da düşünmüştü amma.. Mansur buna mâni ola uş ve Kendi rizasını almadan götürmek ister» geniz, bu iş size tuzluya mal olur. (Can) bes yin buradaki hâmileri çok kuvvetlidir. Yal- nız sizi değli, Urmanı ve onun adamlarını bile püskürtmiiştür. Deyince, Taner ihtiyatlı davranmayı mu- vafık bulmuştu Taner, iCan)ın kölesini de elde etmek için, ona altın ve hüriyet vadederek; — İstersen, azad ederim. Demişti. Mansur her şeye inanmış gibi görünüyordu Bünnur, Mecnunun başı ucunda durdu. Kulağına eğildi: Can, Can Diye seslendi. Mecnun uyuyordu. ona aba? Mansurun şüphe- lirim — Yolda giderken sana benim hikâ yemi anlatırım... Sana Sald bey her şeyi tarif etti ya... Gayet kolsy... Yol- larını şaşırdıkları bir sırada karşıları- na çikâcaksın, onları mahud yere dü- şüreceksin... Beni tanımasan bile Sald k s Bu işin sonundan bir çapanoğlu çıkmaz. — Estağfurullah ' beyim... — Aman pasam... Siz oyle sey yâr par its? - diye fotoğrafçı da söze kâr rıştı. İnkayadaki bu grup bir müddet da» hâ bü minval üzere konuştuktan son- ra, «ferasetsiz» fasulyeler ferasetli ço» cuklardan satın alındı. Cemil Aciba ve maiyeti otomobillere binerek yokuş yukarı mesafe katetmeğe başladı. Müzik çalıyordu. ni Çitler dansediyorlardı. Havvzun suları şakır şakır akıyor. du. Vehbinin masasında oturup ko nuşanlar neşeli kahkahalar atıyorlar. dı, Vehbi de onları dinler ve dan- edenleri seyreder gibi bir tamr ta» kınmışlı. Fakat tam arkasındn, hasır koltuklara gömülüp biribirlerinin burnuna sokularak konuşan Seza ile Rüştünün muhaveresinc hırsızlama kulak misafiri oluyordu. Kıskançlık damarları fena hâlde kabarıyordu. (Arkası var)