21 Nisan 1938 O ne güzel o ne şirin edadır Salkımına bütün kanım. fedadır Türkiyenin en büyük şalri «halk» dır, Anadolunun ve Rumelinin büyük şehir sınırlarını aşıp, memleketin ku» rak ve sulak vadilerine, yaylarına, kâh tatlı, kâh acı rüzgârlar esen dağları- na yamaçlarına gidiniz, ister bozkur- larda, ister sık ormanlarda dolaşınız, kulağınıza yurdun havasını terennüm eden bazan yanık, bazan şakrak ses- ler gelir. Bu seslerde büyük yurdun iğ duyguları, Yütün memleketin havayi nesimisi, her diyarın kendine hâs ne- gesi, elemi, agusu ve panzehiri vardır. Ülkü gütmesini bilen millet, sevgi- nin ne olduğunu bilen, seven, sevilen, aşk ödiyle yanan, sevda ile sarhoş olan ve gönlünün duygularım ahenkle âle- me yayan millettir. Türk şairdir, çünkü Türk âşıktır, 'Türk aşkının nağmelerini duymasını ve duyurmasını bilir, Güzel bir mayıs günü, Ege denizi- nin lâciverd sularında hafif hafif sal- lanarak Mermerise çıkalım, Oradan Ayağımızda spor iskarpin, elimizde ucu demirli bir baston, sirtımızda mo- der dağarcık, Muğlaya doğru uzana- hum... Yollar uzak, çok uzak... Ama Muğlaya yakın bir orman kıyısına ge- Myoruz. Büyük bir meşenin altında, yağız bir genç göklere haykırıyor: Şu dağların meşesi gönlüm Billür şişeşi gönlüm, Yanıklık kemiğe işledi Ateş düşesi gönlüm!. Muğla, Egenin derinlerden esen ha- vasile bestelenen güzel diyardır. Men- deresle, Kocaçayın arasında, denize göğüs gerip bozkırlara ardını dönen Muğla aşkın durmuş oturmuş, meşru- laşmış zevkinden hoşlanır: Yaylada bülbül ötmesin Evliler hovardalık etmesin Hovardalık ederlerse Kızlar evlerinden gitmesin!., Ayağımızda spor iskarpin, elimizde ucu demirli baston, sırtımızda mo- Memleket İ cek; kızardıkça kızarıyor ve ay kızar- | Gülüm sermiş mendilini kireze, i Yok mu bize al yanaktan bir meze... Köyceğizi geçtik, Fethiyeye vardık... Bir öbek kız kuyu başında su doldu- ruyor... Kuyuya sokulamıyanlar testi- lerini yere bırakmışlar, bir kısmıel — Ve ta uzaklardan, Feti larının aksi sadası duyuluyor: Kuyu başımda ayna, Ealk güzelim kalk oyna! Allı Fatmam, güllü Fatmam, Rakıya ben hiç su katmam, Sen katarsan ben içemem, Benden de hiç vazgeçemem!.. Yarinden hiç vazgeçmiyen delikan- a gibi, Anadolunun yar topraklarını seve okşıya Aydıma vardım. Aydın, Ekin ekdim gül bitti Dalında bülbül öttü.... kişiyiz bir orduyu yeneriz» diyen yi- ğitleriniden birinin sesidir ve bir ordü- yu yenen yiğitlerin yüreği de yalnız ve yalnız Aydın güzellerine dayanamaz: «Şu Aydının ortasında bir direk - Kız- larına dayanamaz bu yürek!» Haydi, Aydın havalarını söyliyerek İzmire doğru yollanalım: «Aitı kızın biri Ayşe - Benleri var köşe köşe - Dost- Jar şaştı hep bu işe - Altı kızlar altı kızlar...» Güneş kalaysız bakır bir bakraç ka- dar kızıl... Orak biçilmiş, Milâsta har- man savruluyor: Şu Milâsın harmanları usul usul Hem savrulur hem durulur... Ve yürüyoruz... Gönlümüzde mem- leket havası, kalbimizde memleket sev- gisi yürüyoruz: wİzmir uzak yorul- dum - Kaşlarına vuruldum - A benim üzüm gözlüm « Ben gönlüne kurul dum» Uzaktan İzmirin bağları görünüyor: «O ne güzel, o ne şirin edadır - Salkı- muna bütün karım fedadır!..» İleride şu kaygusuz, tasasız, yassız, elemsiz Manisaya bakınız... Mesud yurdumun mesud bir bucağiyım di- yor. İşim iştir: Yemenimin incesi Gönlümün eğlencesi Oturmuş inci dizer Ciğerimin köşesi... Üzüm ve incirden değerli hangi in- ci vardır ve hangi İstif incir ve üzüm istifinden daha güzeldir?.. Haydi Egeden uzüklaşalım; Konya» ya doğru yol #lalım, Konya güzel bir Anadolu kızıdır: «Uzundur selvinin Deniz dalgasız olma? Yiğit sevdasız olmaz Aydın... Gökyüzünde tam değermi ay var... O da nerede ise kaybolup gide- dıkça gece kararıyor ve bu alaca ay karanlığında Aydının sesi duyuluyor: Bugün ayın on dördü, Kız saçını kim ördü? Ördise efem ördü, Ay karanlık kim gördü?.. Kız nazlanıyor, gerdan kırıyor, omuz titretiyor... Çekingen. Gider- ken ya görürlerse... Ama hele ay bat- sın, ortalık bir kararsın: Ay aydınlık varamam, Dile destan olamam, Ay buluta girince Bağlasalar duramam!., ya güzel sevilmez - Yaman kızdır ken- di gelip sarılmaz - Varıp Kapısında dinelmeyinee..» Şair avcı: «Keklik düz ovada âvla- nır» demiş. Konya « ında keklik av- lanır mı bilmem ama, insan Konyanın (Devamı $ inci sahifede) Selâmi Sedes Durümaz ya... Aşk uzaklan görünüp seslenmiş, insan ile uşkın sesine koşa- cak... Koşluğu seste Aydının: «Üç dalı birden eğilmez - Karşıdan karşı- | İ de içerin ferahlasın. Bak ne lâtif ha- Yazan: Sermed Muhtar Alus Sahife 7 'Tefrika No, 44 ANEMOLLA e de rütbeni, memüriyetini, hişanlarını çırpıştarı- ver. Zeki, Fatin, Akll efendi. Onları da terfi ettirelimi, diyerek mabeyin ka- pısından içeri girdi. İki derd ortağının sevinçlerine had ve pâyan yok. Hele yaşlısınınkine, Dahâ bahçeden çıkmadan zıplıya z1p- uya oynuyor, gene Kafasını uzatıp (öp şu tepemi!) diyor, sonra da ilâve | ediyordu: — Düşünüp taşınıp derli toplu bir | varaka yazarız. Paşadan istedikleri- mizi arka arkaya dizeriz. En &lâsı, ta- nıdığım dava vekiline her ciheti anla- tap kıvrak bir istida kaleme aldırmak- tır. Orasını bana bırak, hepsini yarın tamam ederim, akşama da götürüp takdim ederiz paşamızaâ... Ah yalel ya- Jel, yalel yalel yalel!.. Bir arab oyunu oynsmada ki görül- meğe seza.. Haritada olmıyan bir Hıdrellez safası Acele işe şeytanı karışır, Ertesi gün, günlerden cuma imiş meğerse, Tufan efendi, ertesi sabah, yeni aç- tığı çapaklı, şaşı gözlerini konakta uğuşturuyordu. Bütün dairelerin ve adliyenin tetil olduğunu, varakayı yazacak dava vekilinin bulunanıya- cağını, maalesef evini de bilmediğini, işin ister istemez yarına kaldığını söy- Yüyordu. İrfan, eski hamam eski tas, yalak- ta, Bolkeyif Tayyar paşaya pusla mu- sula yazılıp götürüleceği aklında bile değil. Zihninden çıkmıyan bir nesne varsa o da Küçük Karakaşyan, Mütemadiyen, o gece Pirinççideki muameleleri, tavırları, sözleri tartıyor. Acaba bunların hepsi cilve miydi, naz muydı, yoksa istihza mı, hakaret mi? ğa çekiyor olmuyor, sola çekiyor olmuyor, biç birine akla yakın bir mâna veremiyor. Üzüntüden harab, hastadan beter. Gözünde hiç bir şey yok, bir tek is- tediği var. Küçükten biraz merhamet, biraz güler yüz Bu derinlere dalışı sezen bacaksız kurd, artık senlibenli ya, kolundan kavradı: — Kajk, şu pencerenin önüne gel va... Haklı. O günkü havanın güzelliğine uyar yoktu. Masmavi gökde yeni atıl- miş pamuk kümeleri gibi bulutlar; ortalığı yaldızlıyan ılık bir güneş. Ye- nikapının kara suratlı, çarpuç çurpuk damları arkasındaki Marmara, firuze renginde ve çarşal gibi, Üstündeki yel- kenliler sanki birer marti... Baharın müjdecileri çaylaklar, ötü- şe ölüşe uçuşuyorlar; fıstık ağacının tepesine yuva kuruyorlar, Bahçenin yabani otlar basmış tarhlarında, yol- lara taşmış lâvantinlerinde, kurumuş güllerinde kelebekler dolaşıyor, Civar- daki küçük evlerin kümeslerinden ho- roz sesleri geliy Delikanlı, pencerenin önünde, sin- dire sindire nefes alıyordu: — Sahi hava pek lâtif, iç açılıyor! "Tufan, yapıştırdı: — Bugün Hidrellez yahu, yaz bay- ramı!.. Nanemollacık, içini çekti: — Gönlü ferahlar, dört başı ma- murlar düşünsün. Gezsinler, eğlensin- ler bakalım!. Bunun cevabı öfkellce çıktı: — Sözüme kızma, bulup ta buna- mak derler buna. Bizim de gönlümüz ferah, dört başımız mamur demek. Yarın öbür gün müşküllerimizin biri imıyacak, hepsi yoluna girecek Karadenizde gemileri batımışlar gibi gam kuyusuna dalmada mâna yok. Dosta düşmana karşı, kaspahannek e gezelim, tozalım bugün, Gen sini çıkarmadı... Ne ile gezip tozacaklar?.. Para var mı?,. Bu derece parasızlığından herifin hağeri yok Kİ. Bu derece züğürtlüğünden herifin sahi haberi yok. Ne de olsa vezirzade diyor, hiç değilse şu dakika cüzdanın- da üç beş lirası vardır sanıyor. Ve dediğinden şaşmıyor: — Hidrellez bu beycağzım, artık bönden öğerenccek değilsin ya ne ne gün olduğunu, Rahmetlinin sağlı- fında landolarda, faytonlarda, sandallarında, futalarında kimbilir ne piyasalar ettin? Kır şeytanın aya- ğını, gezmemize bakalım! Ballandıra ballandıra, teşvikte; — Eidrellezde İstanbulun bütün seyir yerleri, Kâğıdhane, Silihtarağa, Çırpıcı, Velefendi, Haydarpaşa, Fener- bahçe, hele Büyük Çamlıca ve Büyük Çamlıcanın Millet bahçesi insanla kay- nar; şevkten, meşeden inler. Ayak ta- kımı araya karişiyor diye hadi öteki- leri geç, fakat Millet bahçesine, önün- deki piyasalara diyeceğin var mı?.. Sultanlar, şehzadeler, hünkâr damad- Jarı, paşalar, beyler... — Hepsi Allahtan bulsun!., — Daha bitirmedim gözüm, alt ta- rafını söyleyim. Paşalar, beyler, ha- nımlar; sonra Beyoğlunun en Kibar müsüleri, madamları; kokonaların en dilberleri, en mâdideleri., Kimi bah- çenin önünde, arabalarla piyasada, kimi içeride... Bir tarafta incesaz, bir tarafta alafranga çalgı... Hâlâ yüz buruşturan, dudak büken genci bir cümle ile yola getiriverdi: — Senin Küçük bugün oraya gel mezse kellemi veririm! — Deme allasen!., Geçen sene, evvelki sene, daha evvelki sene orada gözile gören bura- da; İşle ben!.. Bu, martaval tabii, O da, Millet bahçesinin daha yüzünü görmemiş. Diline dolayışının sebebi var. Atlı Hasasa wiusallatlığını biliyoruz. Her gece, el ayak ortadan çekildikten sonra, Etyemezdeki karşıki evin kafes- lerinden içeriyi gözlemede; konuşu- lanlara kulak kabartımada, Bir gece evvel, gene pusudayken, Hasibenin ertesi gün Büyük Çamlıcaya gideceği- ni duymuş ve fitili almış, İrfan, çoktan yumuşamıştı. Millet bahçesine gitmeğe can atıyor, cebin- dekini hesablıyordu: Mevcudun hepsi 15, 20 ku kadarcıkla nereye gidilir? Düşünce içinde yüzünün gözünün oynamasından, - ârife Işaret kâfi - ba- caksız işin paraya dayandığını çaktı. — İki gözümün bebeği, dedi, sor- mak küstahlıktır ama müflis müfli- sin halinden anlar. Kaç kuruşun var yanında? Karşıkl, darlıktan açıp lâkırdıyı ge- velerken, beriki avucunu ağzına ka- padı: — Uzatma, yalnız kaşlarını indir, yahud kaldır, İki beyaz mecidin var mi, yok mu? İrfan, başını geri çekti: « Dadıma bırakmıştım, bakayım! Odadan çıktı. Dilruba kalfa sofa- daydı. Gene içki mi içiyorlar, yoksa aldıracaklar m diye içeriyi dinlemiş olacak ki hemen: — Yavrucuğum, dedi, bugün Hıd- rellez. Biraz gezip dolaşsana, hava al- sana!. Avucundaki iki mecidiye ve sekiz on kuruş bozük parayı uzattı: — AL, yanında bulunsun!., Kadıncağız bir gün evvel gene san- dığa, bohçaya müracaat etmiş, çarşı- ya bir kaç şey daha götürüp satmıştı. İrtanın Ehdrellez gezmesine çıkmış- lığı şimdiye kadar vaki değil, bugünkü siftah olacak, Ve lâkin kulakları dol- gundu: Günlere evvel hazırlıklara girişil- diğini, kesesi cılızların sarraflara ay- lik kırdıklarını, daire odacılarından faizle para aldıklarını, dul kadınların gelinlik tel duvaklarını ve elbiselerini rehine koyup borç harç “ettiklerini, hattâ dammnm kiremidierini bile sa- tanları duymuştu. Şimdi de başka kayguda. Böyle bir ana baba günü bu halde, bu kılıkla nesi ortaya çıkar?. Elbiseleri berbad, fesi eski, fotinleri çarpılmış, tıraşı bir parmak... İşaretle kıyafetini gösterir- ken, Tufan: — Tasa ettiğin şeye bak!.. diyip ka- pıya seğirttiz — Hemşiranım, bacıcığım, çabuk beyime temiz çamaşır çıkar; elbiseleri- ni de Ütüle. Gönlünü ettim, gezmeğe gidiyoruz, Ben önde kösemen o arkâ- da kınalı kuzu... Kafasını iğiyor. Hamdise onada (tepemi öp!) diyecek Dadı: — Oh, oh, Allah razi olsun birader efendi!.. derken, kösemen gencin fesi- le fotinlerini kapar kapmaz, merdi- venden aşağı bir iniyor ki uçar gibi, Fesinin üstünde kalıplanmış fes, bir elinde boyanmış fotinler, öbürün- de bildik bir perukârdan aldığı ustu- ra İle kayış, gene dört nala geldi; (Arkası var) Bu