i i al BAE RR Bahife 12. Arkadaşım Hamdi, karsı Neclâ, ben İstanbulun eski semtlerini dolaşı- | yorduk. Çakmakçılar yokuşundan Tahtakaleye inen yoldan geçiyorduk. Bir aralık Hamdi bir dükkânın önün- | de durdu. Arkadaşımın gözleri dük- | kânın camekânındaki sedef kakmalı, harikulâde nefis bir tavlanm önüne dikilmişti. «Tavlaş denilince Hamdi- de akar sular dururdu. “Arkadaşım son derece tavla meraklısığdi. Gözleri camekândaki sedei kakmah, ceviz ağa- cindan yapılmış tavlada karısı Neclâ- ya. : — Neelâ rica ederim şu tavlanın gü- zelliğine, nefasetine bak... diyordu. Neclâ omuz silkti: — Aman Hamdi... dedi, sen de hay- ran olacak büşka şey bulamadın... — Eğer bu tavlayı almazsam rahat edemem karıcığım... 'Neclâ kaşlarını çattı: — Vallahi Hamdi tıpkı annesile be- raber çarşıya çıkan huysuz çocuklara benziyorsun... Hani bu çocuklar çarşı- da balon görürler de: «Anheeee... ba- Jon isterim...» diye tuttururlar. Sen de tavlayı görünce tullurdunu.. — Ne yapayım karıcığım?.. Elimde değil... Tavlaya karşı ne kadar zâafım olduğunu bilirsin... Ne olur alalım şu taylayı... — Peki... peki rica ederim alalım... Dükküna girdik. Hamdi şimdi sedef kakınalı tavlaya daha yakından, daha büyük bir hayranlıkla bakıyordu. Fa- kat hakikaten tavla da tavla idi hani... Dükkâncı bu güzel tavla için müthiş bir flat istedi. Adam: «Böyle tavla bu- lamazsınız, bunun her parçası elle o- yulmuş, sedefler içine kakılmıştır. Ha- pishane işi... Sinop hapishanesinde ya- pılmıştır.» diyordu. Ne ise arkadaşım epi bir para vererek tavlayı satın aldı. Elde kocaman tav- la ile yürümek kabil olmadığı için bir otomobile atladık. Neclâ otomobilde: — Yarın sayfiyeye taşınacağız... Tay- layı satın aldın amma kiminle oynıya- caksın?.. diyordu. Hamdi kendisine bayramlık bahriye- li elbisesi alınmış bir çocuk sevincile; — Zarar yok... diyordu, bu tavla- yı seyretmek bile bir zevktir. Ertesi günü Hamdi ile karısı benim oturduğum sayfiyeye taşındılar. İşle- rim pek çok olduğu için ben sabahle- yin erkenden İstanbula iniyor, gece son vapurla sayfiyeye dönüyordum. Bu- Run için onların yüzünü görmek pek kabil olamıyordu. Aradan böylece uzun müddet geçti. Bir boş günümde kalktım, Hamdilere gittim. Bana kapıyı arkadaşım açtı. Önüne bir hizmetçi göğüslüğü takmış- ta. Elleri sabun içinde idi. Şaşırdım: — Ne o Hamdi?.. Bu he hal?. de- dim, O fena halde sinirli: — Ne olacak, diye cevab verdi, bu- Jaşık yıkıyoruz... Ben hayretler içinde: — Sen mi? dedim. — Evet, ben... Hep o sedef kakmalı tavla yüzünden bunlar başıma geldi... — Tavla ile bulaşık yıkamanın alâ- kası var mı?.. Arkadaşım aci acı güldü: — Anlatayım da alâkdsı ölup olma- dığını görürsün... dedi, hele evvelâ şu bulaşığı bir bitireyim... — Peki Neclâ nerde? * « Arkadaşım dişlerini gıcırdatarak: : — Nerede olacak?.. Bütün ey işleri. Dİ bana bıraktı. Kendisi sinemaya git. mek için İstanbula indi, Hamdi bir yandan bülaşiğını yıkar. ken, bir yandan da mutfâkta bana 'der. dini döküyordu: — Azizim bu tavlayı âldığım zaman bir çocuk gibi sevindiğimi bilirsin. Me- erse başıma ne büyük bir belâ almı- şım... Tavla ile bu sayfiyeye. geldik. Kpndi kendime: . «İnsanın bu derece güzel tavlası olsun da oyniyacak kim- se bulamasın! ..» diye üzülüyordum. Eve gelen arkadaşlarım arasında da tavla meraklısı hemen hemen yok gibidir. Bunun için aklıma bir çare geldi. Nec- lâya tavla öğretmek, hiç değilse onun- Ja oynamak... Fakat Neclâ tavlayı öğ- Tenmek bile istemiyordu. Ben: Bak karıcığım. hele bir kere öğ- Ten... Bunun zevkini anla. Tavla po- kerden de, briçten de, hepsinden zevk- li oyundur... dedikçe o: — İmkânı yok... Bu çatır çutur oy- nanan oyunu hiç sevmiyorum... diyor- | du. Nihayet Benim çok israr ettiğimi görünce tavlayı öğrenmeğe razı oldu. İ Ona tavla oyununun bütün incelikle- rini öğrettim. Benimle tavla oynaya- bilecek bir seviyede değildi amma bir gün can sıkıntısındân ona: — Haydi, dedim, bir tavla atalım... Osordu: — Nesine?.. Ben, bunca senelik tavla meraklısı bu karşımdaki acemi çaylağı hiç oyun vermeden yeneceğime o derece emin- dim ki, mağrurane gülümsedim: — Nesine istersen... diye böbürlene- rek kestirip attım, Neclâ; — Ben sana ipekli bir gömlek dikti- receğim... Eğer ben seni yenetsem sen bana evvelki gün Beyoğlunda gördü- ğümüz kumaştan bir gece tuvaleti yap- tırır mısın?, Hiç düşünmeden: — Kabul... dedim. Gece tuvaletin- den başka sana o tuvaletin renginde bir gece iskarpini ve bir gece çantası da alırım. Onun gözleri parladı: — Söz mü amma... — 'Tabit söz... Söz demek sened de- mektir. Biz başladık oynamağa... O acemile- rin yaptığı gibi tavlanın «kapılarını parmakları ile sayarak oynuyordu. Fakat azizim görsen kendisine ne zar geliyordu... Ne zar birader, ne zar... Be- ni ilk oyunda mars elmez mi?, Maama- fih yiğitliği elden bırakmadım. Acemi talebeme karşı gururla gülümsedim. — İlk oyun aceminindir... diye bir vecize savurdum, Azizim ne dersin? O acemiliğile ve , parmağile kapıları sayarak beni hiç oyun vermeden yenmez mi?.. Te- pem attı. “Ben o tavla meraklıların- danım ki . yenildikçe kızarım, Mağ- lâbiyetimi çıkarmak, karşımdakin- den intikam almak için tekrar oy- narım, Gene böyle oldu. Neclâ mu- hukkak ki bu ilk oyunu kendisine gelen zarlar sayesinde kazanmıştı. İkinel oyunda ben onu amansız bir tarzda yere çarpacaktım, Hemen: — Haydi, dedim, bir daha oyniya- lum... Bu sefer eğer ben seni ye- nersem ödeşeceğiz. Tuvalet, çanta filân almıyacağım. Fakat eğer sen beni yenersen eskiden vadettik- lerimden başka sana bir de kostüm yaptıracağım... Kabul mü? Neclâ gülümsedi; Azizim ikinci oyunda da müthiş bir surette yenilmiyeyim mi? Neclâ gece tuvaleti için kumaşı, çantayı ve kostümlük kumaşı daha o günden aldırttı. İskarpinide hemenogü- nü ısmarlandı. Ben bu işe fena hal- de tutulmuştum. Acısını çıkarmak için çorabına, gömleğine, iskarpini- ne, şapkasına mütemadiyen oynuyor ve mütemadiyen yeniliyordum. Tavla sayesinde karımın elbise dolapları Hollivut artistlerinin gar- droplarına döndü. Şimdi onun dü- zinelerle. iskarpini, şapkası, elbisele- Ti var... Tabii benim bütçem de mahvoldu. — İŞ bü kadarla kilsa gene İyi... Bizim tavla © kadar güzel ki, ve ben mağlüp oldukça o derece kızıyorum Grip, Baş, ve Diş ağrıları Nevralji, Artritizm, Romatizma 25 Kânunusani 1088 Artık tavla Sani e | » — Beş oyun oynıyacağım amma şu şartla... Kim yenilirse evde kalacak bütün işleri görecek... Yenen de si- nemaya gidecek... . Gelince her işi görülmüş, sofrayı hazır bulacak Kabul mü? Kabul etmese! «Bak benden korkuyor!» diyecek... Hal buki ben bir kere ona: «Tavla üs- İ. tadıyım» demiş bulundum. Üstelik insunın tavlayı öğerettiği kendi ta- lebesinden korkması pek ayıp bir şey... Hemen oturup oynuyorum. Ve yeniliyorum. Ev işlerini görüyorum. Karım tavlada yenerek bana iş gür“ dürmeğe o derece alıştı ki hizmetçi- yi savdı. Meselâ bana gösterdiği işi bitirdim değil mi?, Hemen beni çaği- tıyor ve başka bir işini görmesini — Beş oyun daha oynıyalım... di- yor. Ben de dayanamıyorum, oy- nuyorum. Bu sefer öteki işe başlı- yorum... Karım tavlada yenerek ço- Taplarını bile bana yıkatıyor. Sökük- lerini ben dikiyorum. Bu gün de «bulaşık yıkamasına» oynadık, Mağ- Jâp oldum işte... Bulaşık başıma kal- dı. O kör olasıca tavlayı bir gün par- çalıyacağım amma ami ne Zö- man?... Arkadaşıma Sadi yanından ayrıldım. Ayni günün gecesi çok gü- zel bir mehtap vardı. Uykum kaç- miştı. Gece yarısına doğru balkon- da oturuyordum, baktım. Bizim evin önünden bir gölge geçiyor, Hamdi... Seslendim: — Nereye Hamdi. Hiddetli hiddetli cevap verdi: — Bırak Allah aşkına... Gece yar rısı gidip dondurma almasına ka- rımla tavla oynadık. yenildim. O «haydi bakalım git dondurma al.» * dedi... Şimdi dondurma arıyorum... (Bir yıldız) a m a aa 24/1/9838 Pazartesi ünü İstanbul Halinde toptan satılan yaş meyva sebzelerin fiatleri Olnsi Mikyas Fiati Fiati Pırasa Kilo Ispanak , Lâhana > Kereviz kök > » yaprak Havuç Kilo Kamabahar Pancar Yeşli salata 100 Adet Tarihi KAPTAN PAŞA GELİYOR Deniz Romanı Yazan: İskender F. Sertelli mum Tefrika No. 126 “Onun kim olduğunu sen işitmedin mi? Eyüplü Hacer hanım. — Haydi İkbal, dedi, efendimize bir bahane ile git.. ve hazır olduğu- mu haber ver. İkbal koşarak, padişahın odasına doğru yürüdü. Koridorun başında iri boylu iki haremağasına rasladı. İkbal yürümek istedi. Hattahağalı rı İkbalin yolunu kestiler: — Yasak. İkbal durdu: — Yasak mı? . — Evet. haydi dön geri. — Efendimiz dün gece ferman buyurmuşlardı. Kendisini bekliyen- ler var. Haber vermeğe gideceğim. Haremağalarından biri . gözlerini açarak, İkbalin kulağına eğildi: — Bu gece efendimiz hiç kimseyi kabul etmiyecekler, Nedeh.. rahatsız mi? — Bilâkis.. çok neşeli, İkbal haremağasına yalvardı: — Kuzum Cevher ağacığım! Ne var bu gece?... Saraya bir örtülü kadın gelmiş diyorlar. Yoksa omu var efendimizin yanında?... — Ha şunu bileydin” Efendimiz öyle bir dünya güzelini görür de, başka bir kadınla görüşür mü hiç bu gece..?! — Kimmiş bu dünya güzeli..? Ne olur, Cevher ağacığım? Haydi söyle- yiver bana..! — Vallahi bilmiyorum kim oldu- Bunu. Fakat, örtüsünün Altından şöyle gözüme ilişti: Üst dudağının sol tarafında o kadar güzel veiribir beni ve o kadar ince, güzel bir en- damı var ki... Doğrusu ben haremi hümayunda şimdiye kadar bu de- Tece güzel, tüy gibi hafif ve zarif bir kadın görmedim. İkbal dişlerini sıkarak sordu? — Adımı bilmiyor musun? — Nereden bileyim..? — Duymadın mı? — Senin gibi herkes merak ediyor amma, kim cesaret edebilir sor- mağa..? — Tuhaf şey bul Siz böyle şeyleri herkesten önce duyar, öğrenirsiniz! Şimdi... — Şimdi rüzgür değişti. Biraz ön- ce padişahımız kuşçubaşı Kâmil be- yi çağırtmıştı. Arkasından iki ya- bancı haremağası koridorları tahli- ye ettiler. Ve kimseye göstermeden bu tüy kadar hafif ve zarif kadını buradan geçirip götürdüler. İkbal haremağasının omuzların- dan yakaladı: — Vallahi merakımdan çatlıyaca- gım şimdi. Siz onun kim olduğunu bilirsiniz. benden neden saklıyor. sunu? — Eğer biliyorsam, Iki gözüm yere aksın, yavrucuğum! Vallahi habe- rim yok bir şeyden. — Demek kuşçubaşı getirdi onu? — Bunu da kestiremeyiz, Katiyet- le böyle olduğuna hükmedebilmek için, bunu görmüş olmamız lâzım, — Haydi canım, siz beni aldatıyor sunuz! Ve İkbal bu sirada yılan gibi sü- zülerek, iki haremağasının arasın dan kaçtı. ileriye doğru koşmağa başladı. Cevher ağa hafifçe seslendi: — Başımızı yakarsın, İkbal! Geri dön, İkbal koridorun öbür tarafına -kıv- rildı. Gözden kayboldu. — Oh. ne iyi tesadüf! İşte bura- da Cafer ağa nöbet bekliyor. Yanına sokuldu: Burada damı yasak var? — Bu gece öyle. Efendimiz hiç kim- seyi kabul etmiyecekler, — Sebebi?... — Bunu kim sorabilir? Haydi işi- he git bakayım. Cafer ağa İkbalin yanaklarını ok- şadı: — Seni kim bıraktı buraya ka- dar...? — Efendimiz Cevher ağaya benim serbesçe gidip gelmemi tembih et- miş. Cevher ağa beni görünce: — Haydi geç bakalım, dedi. raya geldim. — Ne yapacaksın içeride?... — Hoşedarın hazir olduğunu ha- ber vereceğim. —Haydi git söyle ona.. beyhude hazırlanmasın.. soyunsun, yatağına girip mışıl mişıl uyusun bu gece. — Neden? — Efendimiz yeni bir civanla halvete girdi. İçeri bu gece kuş uçar maz, — Çok güzel mi”0?... — Güzel demek te lâf mı İkbal? Gökten yere düşmüş bir nur par- çası?... — Senin de mi gözlerin kamaşti, onu görünce?... — Kamaşmak değil, az kaldı kör olacaktı gözlerim, — Kimmiş bü kadın? —A.. sen işitmedin mi onun kim olduğunu? — işittim amma, madım. Cafer ağa, İkbalin her şeyden ha- beri olduğunu tahmin ederek, yar vaşça fısıldadı: — Eyüplü Hacer hanım... —Bu da kim? — Ne bileyim ben!... —Eyüpten mi getirdiler onu? — Evet. Kâmil bey getirmiş. Kaş günbenderi kaptan paşanın köşkün- de imiş. - Tuhaf şeyi İşin bu tarafını duymamıştik, Kaptan paşanın cari- yelerinden olmasın sakın?... — Cariye falan değil bu, yavrumi Bir içim su, bir lüle kaymak. daha ne diyeyim? İnsanı Saban bir pain — Seni de çarptı desene, Yeniçeri isyanı... Eacerin saraya gelişi, bir uğur suzluk devrinin başlangıcı sayılabi- lirdi, Üçüncü Murad, Hacerle birlik- te kaldığı gecenin sabahı saray önün- de müthiş bir kalabalık vardı. Pa- Gişah gözlerini açtığı zaman Hace- Tin kollarında yatıyordu. Boğuk ve gürültülü sesler üçüncü Muradı yatağından çabuk kaldırdı. Darüssanade ağası hareme koşi rak; «— Efendim, yeniçeriler isyan et- miş.» Haberini vermekte gecikmedi. Bağrışmalar gittikçe artıyordu: — Adalet isteriz. para isteriz. hakkımızı isteriz. Yeniçerilerin ne istedikleri belli değildi, <Adalet isteriz» bu- iyice anlıyar makla cevap vermişlerdi. — Ne parası istiyorsunuz?... Han- gi hakkınızı istiyorsunuz? Diye sordular. Asiler ayni nekaratı tekrarladılar: «— Adalet isteriz... Para isteriz... Hakkımızı isteriz!.» Yeniçerilerin (o bağrışmalarından korkan Hacer çarçabuk kalkıp giyin- miş ve bir köşeye sinmişti. Üçüncü Murad telâşa düştü, Ve- ziriâzam Ahmed paşayı, Kılıç AU paşayı, o sırada İstanbulda bulunan damad Bosnalı Halil paşayı saraya çağırttı. Z Hacer haremde bir odâya kapan muşta. Bu isyanın arzettiği garip man zaralardan biride şu idi: Hacer, asiler arasında - kendisini Ahmed reisin elinden alan - meşhur Eyüplü Hüseyini de görmüştü. Böyle bir adamın da: «Adalet is terizlş demesinden daha gülünç-ne olabilirdi? Ahmed reisi öldüren bu canavar, asilerin arasına nasıl ve ne cesaretle karışmıştı?, (Arkası var)