Muhtar Şefik: — Saadet öyle ince, öyle kuvvetsiz İpliklere bağlıdır ki, bunlar hiç ümid etmediğiniz bir zamanda kopuverir ve #İZ de şaşıp kalırsınız. Bazan ufacık bir $ey koskocaman bir saadeti sizin eli- Dizden ahverir... e Etraftan; — Allah aşkına Muhtar felsefe sa» Vurma... Şimdi kimsenin felsefe dinle- Meğe ne hali var, ne vakti... diye itiraz- lar Yükseldi. Muhtar: — Bu beğenmediğiniz felsefenin hi- kâyesini anlatayım da dinleyiniz. Dünyanın öteki ucunda, çok uzak BİZ memlekete sefaret kâtibi tayin edil- Miştim. Memuriyetimin bulunduğu ye- Te Kitmek üzere yirmi gün vapur bek- lâzım geliyordu. Dünyanm obür gideceğim için yirmi gün kala- Cağım İstanbulun bütün zevkini çıkar- Mak istiyordum. Bir gün köprüden geçiyorum. Ar- Kamdan tatlı bir kadın sesi: — Muhtar! diye ismimi çağırdı. “ndüm, baktım. Nazende... Yanında GA ihtiyar bir kadın.. Heyecan içinde Ga yaklaştım. Nazende benim çocuk- Yak arkadaşımdı. Sonra pek gençlik devirlerimizde aramızda aşka çok ben- Miyen Küçük bir macera da geçmişti. Fakat o zamanlar çok loyduk. O va- kitler Nazende 17 yaşında idi, ben de , Yirmi bir... Sonra uzun yıllar bi- izi hiç görmemiştik. Köprü Üs- tühde rastladığım bu uzun boylu, ka- anlaşmış ve fevkalâde bir kadın gü- gelmiş Nazende ile o zayıf 17 ya- Gindaki genç kız arasında ne derin bir İark vardı. Nazende bu olgunlaşmış ha- Me erkekleri çileden çıkartacak bir hâlde idi, ş Nazende benim fazla gevezelik etme- Mem için derhal yanındaki ihtiyar ka- dim takdim etti: > Kaynanam... İhtiyar kadının elini sıktım. Nazen- görmiyeli belki 10-15 sene vardı. Genç kadın birdenbire: > nereye gidiyoruz biliyor mu- MA. dedi, | » — Yooo... #everdi. Büyük teyzem Boğazda koca- Man yalısında otururdu. Kendisini 4-5 Tİ görmüyordum. bir aralık bana yavaşça: > Teyzene gelsene... Biz bir hafta ida kalacağız. Derhal kararını verdim. Hakikaten Ütyzeme karşı çok ayıp ediyordum. Va- Mi memleket memleket dolaşmıştım. di € uğramağa vakit bulamamış- yi «mma beş sene de insan teyzesi- e eze pek ayıp etmiş olur değil ba Rilhassa Nazende gibi harikulâde kadın insanın kulağına «sen de tey- MENE gelsene, » derse... Kararımı verdim. Bu sefer yariımız- daki ihti yar kadının işitebileceği bir tarzda: >> Ben de, dedim, zaten şimdi or&- Ya gidiyorum, Rep birden vapura atladık. Teyzem ği görünce o kadar memnun oldu #evincinden gözleri yaşardı: SE Bir kere elime geçtin ya... Dünya- 5 #eni bırakmam... Hazır Nazendeler ar” yirmi beş gün bizde. diyor- Nazendenin, kocası yaşlı ve son de- Tece Çirkin bir adamdı. Aksi gibi deh- geti . Daha ilk bakışın bizim Samim! samimi konuşmamızdan işkil- lenmişti. Nazende ile beni bir dakika Gözünden uzak tutmuyordu. biz gene öğle üstleri, ye- een sonra yalının gölgeli bahçesin- la Nazende ile çene çalacak vakit bu- biliyorduk. Eski gürlerimizden bah- uk. Ağaçların pek sıklaştığı me kadar sokulabilirsek onun gü- elini tutup uzun uzun sıkabiliyor- ai İşte hepsi bu kadar kalı- Nazendeye ne kadar yalvarıyorum: Bati € olur? Ayni katta yatıyoruz... “odalarımızın müşterek birde ma var., Bu gece odama gel de tıralarımızdan, eski günlerimiz- a asedeiim... 'azende beni çıldırtan bir gülüşle: — Sen delirdin mi Ma Ya va z Muhtar?.. diyor-, Günler böyle geçiyordu. Nazendeye karşı öyle sonsuz bir arzu duyuyor- dum ki, onunla sabaha Kadar bir aşk gecesi geçirebilmek için hayatımın ya- rısını vermeğe razı idim. İstanbuldan gitmek günüm yaklaş- tikça içimdeki ateş büsbütün alevleni- yor, Nazendeniri mukavemeti de gür- den güne kırıhyordü. Nihayet günler bir rüya gibi geçti, gitti. Ertesi günü İstanbuldan hareket edecektim. O günü öğle yemeğinden sonra Na- zendenin kocası İstanbula gitti. Mü- him bir işi çıktığı için o gece yalıya gelmiyecekti, Bunu ben sevinçle karşıladım. O gün bahçede dolaşırken Nazendeye: — Nazende, dedim, bu gece bana misafir gelecek misin?.. O gayet hafif bir mukavemetle: — Nasıl olur bilmem ki?.. dedi. — Amma bu benim İstanbulda son gecem... Gideceğim ve belki de bir da- olmuyor musun?, Nazende güzlerini yere indirdi! — Hiç olmaz miyım?.. — O halde bu gece seni bekliyece- Bu sefer cevâp vermedi... sordum: — Gelecek misin?, — Geleceğim... — Kapımı açık bırakacağım ve se- ni bekliyeceğim... O gece Nazendeyi ne büyük, ne de- rin bir heyecanla beklediğimi tasav- vur edemzesin. Kapımı aralık bıraktım. Yalıda el ayak çekildiği halde hâlâ aklıma uyku denilen şey gelmiyordu... Nihayet koridorda küçük bir hışır- tı oldu. Aralık kapım hafifçe gıcırda- dı. İçeriye bir hayal süzüldü. Nazendenin sesi: — Muhtar... diye fısıldadı: — Nazende... Nazende: — Heyecandan kalbim duracak... diyordu, böyle çılgınca bir macerayr ilk defa atılıyorum.. Yatağımın kenarına oturdu. Kalk- tim kapıyı kapadım... Nazendenin gü- zel yüzünü görmek için içimde muka- vemet edilmez bir arzu vardı. İhtiyat- #ızlık olmakla beraber hafif gece lâm- basını yaktım. Biribirimize derin derin bakıştık. Kafalarımızın içinde sabaha kadar geçirireceğimiz aşk gecesi vardı. İşte tam bu sırada Karafatma deni- len simsiyah böceklerden birinin zendenin omuzunda dolaştığını gör- dük. Nazende kendi de farkında olma» dan; — Aman! diye öyle bir bağırış ba- gırdı ve arkasından öyle bir çirpındı ki, ortadaki masâ devrildi. Onun müthiş feryadı ve arkasından devrilen masa bütün yalıyı uyandır. mıştı. Teyzem ve ukalâ vekiliharcı bü- tün İsrarlarıma rağmen zorla odama girdiler. Her tarafı ararlârken Nazen- deyi karyolanın altında buldular. Za- vellı sevgilim büyük bir rezaletle oda- sna götürüldü. Ben de ertesi günü dünyânın öteki ucundaki memuriyetime hareket ettim ve bir daha Nazendeyi görmedim. İş- (e görüyorsunuz ya insanların saadeti bazan bir küçücük Karafatmanın ha- rekeline bağlı oluyor... O minimini bö- cek eğer yerinden çıkıp da Nazende- hayatımın en güzel aşk gecesini geçi- nin omuzuna tırmanmasaydı belki ben recektim. (Bir yıldız) Bu akşam » Rebul, Beyoğlu: Tünelde Matkoviç, Yüksekkaldırımda Venikopolo, Gala- ta: Topçular caddesinde Merkez, Ka- aımpaşa: Vasıf, Hasköy: Haleoğlun- da Barbut, Eminönü Yemişte Bensa- son, Heybeliada: Halk, Büyükada Halk, Falih: Hamdi, Karagümrük: Mehmed Fuad, Bakırköy: EDİĞİ, Ser- yer: Osman, Tarabya, Yeniköy, Enir- gin, Rüumelihisarındaki (eczaneler, Aksaray: Yenikapıda Sarım, Beşik- taş: Büleyman Recep, Fener: Balatta Merkez, Beyazıd: Cemil, Kadıköy: İs- kele caddesinde Sotiryadis, Yeldeğir- meninde Üçler, Üsküdar: Ömer Ke- nan, Küçükpazar; Yorgi, Samatya: Kocamustafapaşada Rıdvan, Alem- dar: Divanyolunda Esad, Şehremini: Hamdi, 6 Eylül 937 Pazartesi İstanbul — Öğle neşriyatı: 1230: Plâk- la Türk musikisi, 1250: Havadis, 1305: Muhtelif plik neşriyalı, 14: SON. Akşam neşriyatı: 1040: Pllkla dans musikisi, 1930: Afrika av hatıralar; 8. Salâhaddin Cihan oğlu tarafından, 20: Rifat ve arkadaşları türafından Türk rnu- #lkisi ve halk şarkıları, 2070: Bay Ö: Rıza tarafından eraben söyler, £ fiye ve arkadaşları tarafından, "Türk m #ikisi ve balk şarkları (Saat ayarı, 211 ORKESTRA, 22,15: Ajans ve borsa habe leri ve ertesi günün programı, 22,30: Pl De a Opera ve operet parçaları, 28: Kenebi istasyonların en müntehap programı Viyana (saat 1735) - 500,8 « Mussorgakl, Beremünster (saat 1955) - 540 - Beet- hoyen - Mozart - Sehvbert, Londra (sart 20,00) - 342 - Vagnerin eserleçinden, Ber- Min (saat 20,10) - 35- Bach - Beethoven, Leipsix (saat 20,10) - 382 - Cherupini - Mozart - Beethoven, Budapeşte (saat 21,00) - 650 - Bruhner: 2. Senfoni, Stutt- grat Csaat 2400) - 523 - Sehubert: 7. Bentonl. Dans musikisi Toulouse (saat 2345) - 329 -, Budapeş- te (nat 2205) - 550 -, Londra (saat 2220) - S42 -, Paris (anat 2205) - 313-, Londra (saat 23,15) - 342. 7 Eylül 937 Sah İstanbul — Öğle neşriyatı: 1230: Pikkla 'Türk musikisi, 12.50: Havadis, 1305: Muh“ telif plâk neşriyatı, 14; Bon. Akşam heşriyatı; 1830: Plükla dans musikisi, 1930: Konferms: Eminönü Hal- kevi sosyal yardım şubesi namına, doktor Saim Ahmed Ergün (İdrar yolları hif- zışsıhkası), 20: Nuri Helilin iştirikile Türk musiki heyeti, 2030: Bey Ömer Ri- za tarafından arabca söylev, 2045: Vedia Rua ve arkadaşları tarafından Türk mu- sikisi ve halk şarkıları (Saat ayan), 2115: Rodyafonik dram; Louise, 9216: Ajans ve borsa haberleri ve ertesi günün programı, 22: Plâkla sololar, opera VE operet parçaları, 23: Son. Pazartesi konuşmaları (Baş tarafı 6 ncı sahifede) Kıml boya, sarı allın yazıyla #üslemeli, — | Taşın yüzünde Kılıç resmi olmalı mutlak, Memiş nefer mi, yâ zabit mi kim bakip soracak. — Şuna bakındı tamamır.. Memiş sen ağlar İsen şimdilik kaçıp giderim, — Yasındı yaz Ömer, Osmangile selâm ederim! Teselsil eyliyecekti selâmlar amma Çalındı bir boru... — Kalk, kalk Memiş silâh başına Memiş © mektubu müstağrak etti göz yaşına, Kivırdı koynuna Koydu .. “Tüfek sustu, top sustu hep süngüler “Takılmıştı... Aduya eynelmefer.. O sAllah, Allahs yine berdevam O «Allah, Allah. ile tâ beşâm Göğüs göğüse can cana uğraştılar, M N Yarullu tâ yüreğinden, Hudaya gitti şehit Gölürdü yârine koynundaki vasiyetini. Vasiyyet, Ali Ekremin bu kubbede bıraktığı en hoş sada ve bizde birak- tığı en özlü bir hatıradır. Toprak olacaklar için küçük bir hatıra bile büyük bir ebediyet sayılmaz m? Hasan - Âli Yücel N 1056 537 9,15 1200 135 348 5,32 1212 15,59 1855 2011 gız ve havalisi satışı — 1 Eylül 937 tarihinden itibaren İzmir ve havalisinde gazetemizin satışı İzmirde İkizbeyler sokağın- da 66 numarada Esad Ekicigile verilmiştir. Alâkadar bayilerle ka- rilerimizin kendisine müracaat “etmeleri ilân olunur. ri göst KUBİLÂY HAN Yazan: İskender F. Sertelli No. 163 Moya gözlerini yere indirdi: “Bizim adamızda ne Çinlilerden, ne de Ja- ponlardan, Hakana karşı başkaldıran bir ferd yoktur, dedi Özkan: — Timur, kendine gel! Ne yapr- yorsun? Diye seslendi. Timur bahadır artık kendinde de- gidi. O, kudurmuş bir maymun gibi sağa sola saldırarak deniz kenarına kadar bir hamlede köşmuştu. Asker genç zabitin delirdiğini gö- — Tanrım! Sen onu bize bağışla! XDiyerek, hep birden yerlere yatıp Tanrıya yalvarmağa başlamışlardı 'Timur deniz kenarına varınca &ir- tındaki elbisesini çıkardı, Bir göm- lekle kaldı. Ve - ateşten kim bilir ne kadar yanan - ensesini suya sok- tu. Kollarını sahile çarparak, suları dalgalandırıyor ve su aygırları gibi kalın, korkunç sesler çıkarıyordu. Timur acınacak bir halde idi, » Gözleri ateş*püskürüyor, kolları demir gibi, tuttuğu yeri koparıyor ve mütemadiyen yumruklarını sıkarak suların içinde yuvarlarıyordu. 'Timurun boğulmaması için, et- Tafındaki' askerler sabaha kadar nö- bet beklemişler ve o gece ayni âkibe- te uğramak korkusile Özkan da yat- mamış, ayakta dolaşmıştı. Güneş doğuyordu. Bu yürekler paralâyıcı sahneyi da- ba fazla seyretmek kudretini ken- dinde göremiyen Özkan, ortalık ay- dınlanmağa o başlayınca, adayı tanı- yan Moğol askerini çağırdı: Şimdi gidebilir miyiz Güneşin oğ- Tuna?... — Hemen yola çıkalım. Biz gidin- ceye kadar o da yatağından kalk- yruş olur. Ve başını sallıyarak ilâve etti: — Şi - Yan - Veng zaten güneş doğmadan uyanır ve güneş battık- tan sonra yüzünü kimseye göster- mez. * ” Özkan «Güneşin oğlu»na yalvarıyor.. «Rlçük Timur» u kollarından bağ- Jadılar Sahilde raktılar. Yola çıktılar. Özkan eskerlere; —İlk önce biz gidelim, Şi - Yan - Vong ile görüşelim. . Derdimizi ve isteğimizi söyliyelim. Anlaşalım. On- dan sonra Timuru götürürüz. Demişti, Özkan yanına elli kadar Moğol as-, keri aldı. Sahilden tepeye doğru tırmanmağa başladılar, Yarım saatten fazla yürüdüler. Kasabaya girerken, yerliler Moğol- ları görünce korkudan evlerine ve dükkânlarına girip saklanıyor ve: —Cellâdlar geliyor. Diye bağırışıyorlardı. Meğer adalılar Moğol den çok korkarlarmış, Moğolların harp meydanındaki vu- ruculukları onların da gözünü yık dırmış. Moğol muhariplerine ait bir çok masallar, efsaneler dinlemişler. Özkan sokakta konuşacak hir kim- seye raslıyanmyordu. poe görenler yıldırım sürati- askerlerin — Moya... Bizi kurtar! Diye bağırarak kaçıyordu. Nihayet askerlerden bir), köşeyi kıvrılan bir adalıyı eteğinden yaka- ladı. Bu adam orta yaşlı bir satı- ciydi. Özkan adalıya sordu: — Bizden niçin kaçıyorsunuz? — Adayı ateşliyeceksiniz ve bizi keseceksiniz, diye korkuyoruz!. — Merk etmeyin. Moğol askerin- den bir zarar görmiyeceksiniz! Adalı bu sözleri işitince geniş bir nefes aldı:' — O halde adamızda ne işiniz var? Özkan, adalıya itimad verici bir tebessümle cevap verdi: — Şi - Yan - Vong'u ziyarete gel dik, Haydi, bize onun oturduğu ye- ayara — Onu ne için görmek istiyorsu- nuz? — Bir hastamız var da, den yardım diliyeceğiz. Adalı tereddütle başını eğdi: — Gelin arkamdan öyleyse... Özkan ve askerler adalının veşine takıldılar, Yüksekçe, bir tepeyi tırmandılar. Özkan yolda giderken arkadaşının başme gelen felâketi düşündükçe tüyleri ürperiyordu. Acaba (Güneşin oğlu) Timuru çar- çabuk iyileştirebilecek miydi? Biraz sonra yüksek duvarlarla çevrilmiş İir evin kapısı önünde dur- dular. Yool gösteren adalı: — Moya burada oturur. Artık be- nim vazifem bitti, Diyerek çekilip gitmek istedi, Özkan adalının yakasını birak- madı: — Kapı kapalı, dedi, nereden gire- ceğiz içeriye? â — Kapıyı üç kere vurunuz. Bek- çiler gelir, açar. Haber gönderirsi- niz! Fakat, Moyanın sizi kabul edip etmiyeceğini bilmem. Özkan kapıyı üç kere vurdu. Bekledi. Cevap veren olmadı. Bir daha vurmak istedi. Adalı Özkanın ellerine sarıldı: — Moyanın gazabına uğrarsınız. Bir kere çaldınız. Açılmazsa dönüp gidersiniz! Ve başını sallıyarak korkak bir ta- Yırla ilâve etti; — Moyanın kapısı iki kere çalın- maz. Kapının önünde konuşuyorlardı, Birdenbire sokak kapısı aralandı. Çok iri boylu ve cellâd kılıklı bi: Japon kapıdan dışarıya baktı. — Ne istiyorsunuz? Moğol zabitlerinden Japonca bilen bir genç cevap verdi: — Bir hastamız var, Şi. Yan - Vong'u görmek istiyoruz. — Moya şimdi ibadetle meşguldür. — Çok uzaklardan geliyoruz. Geri dönemeyiz. Sen bir kere haber ver ve Kubilây han tarafından geldiği- mizi söyle! İri boylu uşak sokaktaki kalabalı- ğa şöyle birgözattı. Diye başını sallıyarak içeriye girdi. Çok sürmedi. Usak koşarak döndü. Kapının iki kanadımı birden açtı ve: — Buyurunuz... Diyerek Moğollara yol gösterdi. Özkan askerlerile birlikte geniş bir bahçeye girdiler. Moyanın bahçesi cennete benziyordu. Çiçekler, kuslar, ağaçlar ve havuzlar... Daha geride bir katlı küçük bir köşk. Şi - Yan - Vong bu köşkte oturu- yordu. Bahçede ilk görünen uşak gibi heybetli beş ön Japon hizmetçisi da- ba vardı... Bu adamların iri boyları ve parlak çehrelerile dik dik bakış- ları insana dehşet veriyordu. Bahçeye dizilen Moğol üâskerleri arasından, Özkan'la, Japonca bilen arkadaşı ilerlediler. Şi - Yan - Vong uzakta, dalları şemsiye gibi açılmış bir ağacın altın- da oturuyordu. Güneşin oğlu ufak tefek bir adam- dı. Yüzü çok genç, bakışları zeki ve se- vimli olan (Güneşin oğluy Moğol zabitlerini güler yüzle karşıladı. Özkan, Moyanın Çince konuştuğu- nu görünce, arkadaşının yardımını beklemeden söze başladı: -— Kantondan geliyoruz, Moya! Kubilây hanım selâmını getirdik. Ar- kadaşlarımızdan biri hastalandı. Siz- den ona şifa dilemeğe geldik, dedi, Moya, Kubilâyın adını duyunca üç kere başını yere eğdi. Sonra Özkan'a döndü: * ; Kendisin- (Arkası var) , gele edi ön