Her genç kızın evlenmeden evvel izdivaç hakkında garip garip hüly dır. Meselâ nin kendilerini hafif bir keman sesile uyandıracağını tahs ederler. Sâ- bahleyin kendisi ipek bir yatak içinde yatıyor. Kocası, genç, güzel bir deli- kanlı başı ucunda kemanın yayım ç€- kiyor. Ve eğer kendisi ince, lâtif keman seslie uyanmazsa o Zaman delikanlı gayet nadide gülleri onun güzel bur- nuna yaklaştırıyor ve kendisini gül ko- kusile uyandırıyor... Hakikaten hiç evlenmemiş genç kiZ- ların izdivaç hakkında ne saf, ne mâ- sum ve ne şairane hülyaları vardır. Ve bu hülyalardır ki, onların çoğunu bed- baht eder. Çünkü ekseriya evlenince bu olmıyacak hayalleri bulamazlar ve de- rin bir hayal sukutuna uğrarlar... İşte Munllâ da bunlardan biri idi. Genç kızlığında «Sevimli şimarık» İs- minde bir roman okumuştu. Bu «Se- vimli şımarık» romanında bir genç ka» dın vardı. Son derecede güzel bir ke- dın... Erkeklere gayet tatlı şimarıklık- Jar yapıyor. Erkekler bu güzel, bu se vimli şimarığın hareketine kızmak Şöy- le dursun, bilâkis bayılıyorlar... Muallâ bu roman kahramanının ti- pini pek beğnmişti. Evlenirse işte böy- le sevimli bir şimarık olacaktı. Nibayet beklenilen gün geldi: Kâ- zım Kâmil adında genç bir âlimle ev- lendi. Âlim gayet ciddi bir adamdı. Amma öyle eski zaman âlimlerinden zayıf çe- limsiz filân bir adam değildi. Bilâkis ilim kitaplarının haricinde peblivan- lık eden güçlü kuvvetli bir insandı. Muallâ sevimli şimarıklıklarını gös- termek için fırsat bekliyordu. Bu fir- sat çok gecikmedi. Bir gün kocasile be raber bir şirket vapurunun üst güver- tesinde Boğaza doğru gidiyorlardı. Kâ- zım Kâmil yanıma birçok nadide ilim kitapları almıştı. Birini bırakıp öteki- ni okuyordu. . Bir aralık Muallânın gözü kocasının yanında duran yeni aldığı şapkasma ilişti, Genç kadın Kâzım Kâmilin şap- kasını yavaşça aldı. Kendi kendine: — Netatlı, ne güzel, ne şık bir şima- rıklık olacak... diyordu. Şapkayı gü- vertenin kenarından denize fırlattı. Şapkanın gittiğini gören yolcula- rın: — Şapka gitti!. — Şapkapı attı!. — Şapka Diye bağırmalarından Kâzım Kâmil son derece daldığı kitaptan başını kal- dırdı. Denize şöyle bir göz attı. Bir şap- ka dalgalar üzerinde uzaklaşıyordu. yanına. şapkasını biraz evvel koy- duğu yere baktı. Şapkadan eser yok... Muallâ bir marifet yapmış gibi karşı- sında gülüyordu. Vapurda nane ve 1i- mon şekeri satan küçük çocuk kari- sını işaret ederek: — Şapkanızı bu attı... diyordu. Kâzım Kâmll hayretler içinde Mual- Jâya baktı: —— Sahi mi?.. diye sordu. Muallâ fıkırdadı: — Sahi kocacığım... Tatlı bir şima- rıklık... Şimdi yalnız olsaydın bu s6- vimli şimarıği öperdin değil mi?.. Kâzım Kâmil şimdi dalgalar Üze- rinde bir nokta gibi kalan zavallı şap- kasının arkasından baktı. sonra başı- nı iki yana salladı ve içinden: «Lâ- havle, dedi, Canının sıkıntısını gidermek için tekrar kitaplarından birine daldı. Mu- allâ: «O bu şimarıklıktan birşey anla- madı, Daha güzelini, daha iyisini ya- payım. » dedi... Kâzım Kâmil yanında» ki dört nadide kitaptan yalnız birini okuyordu. Kitapların üçü yanında du- Tuyordu. Muallâ yavaşça bunlara u- sandı. Ve bir hamlede kitapları suya fırlattı. Bu sefer güverte yolcuları: — Kitaplar!, — Gitti kitaplar!. — Kadın bu sefer de kitapları attı!, diye bağırmağa başladılar. Kâzım Kâ- mil bu sefer can havlile yerinden fır- ladı. Gene evvelâ denize baktı, Üç ki- tap sahifeleri açılmış. dalgaların üze- rinde inip çıkıyorlardı. Sonra yıldırım» la vurulmuş gibi yanına baktı. Kitap- Yarının yerinde yeller esiyordu. Karşi- Sındaki nane, limon şekercisi gene ona acı acı İzahat veriyordu: — Kilapları bu attı... mil ne diyeceğini şaşır- - tın Muallâ? ye sordu. Muallâ gülerek cevap verdi: — Küçük, sevimli bir şimarıklık ko- cacığım... Kâzım Kâmll deli olacaktı, Çıldıra- caktı. Fakat genç âlim kendi kendine: «İtidalini muhafaza et Kâmül!.. Sık di- şini Kâmil!.. Soğukkanlılığı elden bı- Takma Kâmil.» O günkü gezinti Kâzım Kâmile ze- hir olmuştu. Eve geldiler. Muall& mem- nundu. İşte «Sevimli şimarık» roma- nındaki güzel kadının şimarıklıkları- na benziyen iki şey yapmıştı... Ertesi gün genç âlim aldığı müteva- zi maaşını eve getirdi. Bu üç tane el- Ji liralık kâğıddan ibaretti, Üç ellilik kâğıd masanın üzerinde duruyordu. Bunları görünce Muallâ- Dın gözleri parladı. «Sevimli şimarık« romanındaki bir sabne gözlerinin ö- nünde canladı. Romandaki Sevimli şimarık kadın âşığının paralarından en büyük bir banknotu alır, kibriti çakıp tutuştu- İşte Muallâ için tam zamanı idi. Hemen elli liralıklardan birine uzandı. Aldı. Bir yandan da ağzına bir sigara yerleştirdi. Kocası her zamanki gibi ki- tapları ile meşguldü. O günü eve misa- fir gelen kaynanasile görümcesi birşey- ler konuşuyorlardı. Muallâ kibriti ça- kıp yaktı. Sonra elli liralığı gayet şuh bir tavırla tutuşturdu. Sigarasını alevler içinde kıvrılan el- Mi Jiralığa yaklaştırdı. Ve sigarasını yaktı. Fakat onunbu hareketi kimsenin dikkatini celbetmemişti. Sigarası ağ- zında kocasının yanına yaklaştı. Ağ- gındaki dumanları onun yüzüne şid- detle üfürdü. Kâzım Kâmil okuduğu kitaptan başını kaldırdı. Muallâ mânalı mânalı gülümsedi: — Sigaramı ne ile yaktım biliyor musun?.. Kâzım Kâmil: — Kibritle değil mi?, Muallâ: — Hayır, dedi. tutuşturduğum bir elilikle.. Kaynanası, görümcesi, kocası hep bir ağızdan: — Aaa... diye fırladılar. Hakikaten tablanın içinde yanmış, yalnız uç ta- rafından bir parçası kalmış bir ellilik duruyordu. Kâzım Kâmil itidalini muhafaza et- mek için pek ziyade kendisini zorla- dı. İşte aylar böyle geçiyordu. Bir gün de Muallâ sevimli bir şimarıklık olsun diye kırmızı topuklu terliğini dalgın dalgın kitap okuyan kocasının kafası- na attı. Adamcağızın az daha ödü pât- Uuyacaktı. Muallâ karşısında gülüyor- du: — Küçük bir şimarıklık.. tatlı bir şi- marıklık!.. diyordu. Kâzım Kâmil sobanın maşasını ka- pınca Muallârın Kaba etlerine yerleş- tirmeğe başladı. Muallâ bağırdıkça Kâ- zım Kâmil: — Küçük bir şimarıklık Muallâci- ım... diyordu, tallı bir şimarıklık.. O günden sonra Muallâ sevimli şi- marıklıklardan vaz geçti, (Bir yıldız) Bu akşam Nöbetçi eczaneler Şişli: k Merkez, Taksim: İM caddede Kemal Rebul, Beyoğlu: Tünelde Matkoviç, Yüksekkaldırımda Venikopulo, Gala- ta: Topçular caddesinde Merkez, Ka- sımpaşa; Müeyyed, Hasköy: Ase, Eminönü: Mehmed Küzun, Heybelia- Merkez, Sarıyer: Nuri, Tarabya, Yer köy, Emirgân ve Rumelihisarındaki ec- zaneler, Aksaray: Ziya Nuri, Beşik- taş: Nal, Kadıköy: Pazaryolunda Merkez, Modada Nejad Sezer, Üskü- dar: Selimiye, Fener: Defterdarda Arif, Beyazıd: Yeni Lâleli, Küçükpa- sar; Hikmet Cemil, Samatya: Çula, Alemdar: Cağaloğlunda Abdülkadir, Şehremini: Ahmed Hamdi, Londrada esrarlı bir cinayet Polis hem maktulün, hem katilin hüviyyetini bulmağa çalışıyor Geçen hâfta Londra zabıtası esrar- engiz bir cinayeti meydana çıkan'mış- tir, Londranın iş bulvarlarından Euston Road sokağında nöbet bekle- mekte olan bir polis memuru bir pencereden duman çıktığını görmüş ve başını yukarıya kaldırdığı zaman: — Yangın var! İmdad! Feryadla- rini duymuştur. Polis, derhal sesin geldiği pencere- nin bulunduğu binaya dalarak mer- divenleri dörder dörder tırmanmağa başlamıştır. - Bu binanın en üst ka tında bir oda vardı, Odanın kapısı da açıktı. Odanın içinde bir radyo makinesi- nin cızırlıları duyuluyordu. Polis odaya girince bir köşeye sin- miş olan ihtiyar bir kadın görmüş- tür, Polis pencerenin yanmakta olan perdelerini söndürdükten sonra kar- yolanın üzerinde cansız serili bir ka- dın cesedi görmüş, derhal telefona sa- rılarak; — Allo. allo Skotlandyara. Burası Euston Road caddesi 55 numarali ev... Bir kadın öldürülmüş. Çabuk polis müfettişlerini gönderiniz... di- ye zabıtaya haber vermiştir. Beş on dakika sonra Skotlandyard müfettişleri cinayet yerine gelmişler ve derhal tahkikata başlamışlardır. Maktul kadının boğulmak suretile öldürülüdüğü, bir hafta evvel bu ma- helleye geldiği tesbit edilmiştir. Fakat bu kadının asl ismi nedir, kimdir? Belli değildri. Gene Londra zabıtasının tesbitine göre maktul ka- dın, âdi barlara gider ve mütemaği- yen içerdi. Öldürüldüğü gece de bir barda saat üçe kadar içmiş ve çıktığı zaman iki Gin Şişesi de almışdır. 'Yanında kesik bıyıklı ve sarışın bir adam vardı. Bu adamın katil oldu- una şüphe yoktur. Fakat acaba bu sarışın ve kesik bıyıklı adam, iki se- ne evvel Soho mahallesinde, alüfte güruhundan bir kadını boğmuş olan esrarengiz katil midir? İngiliz zâbis tası bir taraftan maktu), diğer ta- raftan da katilin hüviyetlerini tesbi- te uğraşıyor. 23 Ağustos 987 Pazartesi İstanbul — Öğle neşriyatı: 1230: Plâk- Ya Türk mus Hatadis, 1305 Muhtelif plâk neşriyatı, Akşam neşriyatı — In30: Plâkla dans musikisi, 1930: av hatıraları; 5. Selâhad- din Cihanoğlu tarafından, 20: Rifat ve ar- kadaşları tarafından Türk musikisi ve kalk sarkıları, 2030 Ömer Riza, tarafından arapça söylev, 20,45: Safiye ve arkadaşları tarafından Türk musikisi ve halk sarkıla- ri, 2115: Örkesira, 22.15: Ajans ve borsa haberleri ve ertesi günün programı, 2230: Plâkla sololar, opera ve operet parçaları, 28: Son. Ecnebi istasyonların en müntehap programı Strasburg (saat 1600) - 349 - Bach - Mozart, Beremünster (saat 20,00) - 540 - Grinka - Grieg - Svendsen, Berlin issat Mozart - Elgar, Prag (saat senet, - Bizet - Saint - Sadns, Viyana (saat 2180) - 506. alz- burgtan - Mozartın eserlerinden, Slultgrat (saat 21,15) - 523 - Poldi Mildner Rach- | maninovun eserlerinden çalacak. Dans masikisi Brüksel (saat 2205) - 484 -, Varşova | (saat 23/00) - 1339 -, Roma (saat 23,50) - 421 -, Milâne (saat 23.15) - 389 -, Buda- peşle (saat 2200) - 470-. 24 Ağustos 937 Sah İstanbul — Öğle neşriratı: 1230: Plâk- )a Türk musikisi, 12,50: Havadis, 13,06: Muhtelif plâk neşriyatı, 14: SON. Akşam neşriyatı: 1850: Plâkla dans musikisi, 1930: Konferans: Eminönü Hal- kevi sosyal yardım şübesi namına doktor Osman Şerafeddin (Yazın barsak hasta- lıklarından korunma), 20: Nuri Halilin iştirâkile Türk musiki heyeti, 2030: Ömer Rıza tarafından arbca söylev, 2045: Ve- din Rıza ve arkadaşları tarafından “ürk musikisi ve halk şarkıları Saat ayarı, 2115: Radyo fonk dram: MANON, .2215: Ajans ve borsa haberleri ve ertesi günün programi, 2230: Plâkla gololar, opera ve operet parçaları, 23: BON. Hasan Âli Yücel Pazartesi Konuşmaları Kitap halinde intişar etti. Satış yeri Remzi kitaphanesidir. KUBİLÂY HAN Yazan: İskender F. Sertelli No. 150 Özkan yeraltı sarayına indiği zaman Çinli peygamber yerde oturmuştu. Başı ucunda iki cariye yelpaze sallıyordu İki Moğol zabiti, dar bir merdiye- nin başında duran kısa boylu Çinliye kılıçlarını uzattılar, Çinli gülerek kılıçları kucağına ai- dı ve kabzalarından öptü: — Dönüşte gene benden alacaksı- nız, yiğitler! Diye mırıldanırken, nöbetçilerden biri merdivenden inmeğe başladı. Moğol zabitleri, Çinli nöbetçiyi ta- kip ediyordu. Yirmi basamak kadar inmişlerdi. Birdenbire genişçe bir sofaya vardı- Jar, Burası dağ oyuklarından süzülen ışıklarla aydınlanmıştı. Sofanın dört köşesi vardı, ve her köşede saçları bel- erinden aşağıya sarkmış iri boylu Çin- kiler, ellerini göğüslerine kavuşturmuş ayakta duruyorlardı. Sağ tarafta bir Çinlilerden biri perdenin önüne s0- kuldu ve misafirlere hitap ederek: — Gözlerinizi yere indiriniz, dedi, efendimizle birdenbire gözgöze gelir- seniz, korkarım ki gözleriniz sönme- sin! Özkan ari yüzüne baktık» tan sonra başını önüne eğdi. Çinli per- deyi açtı: — Buyurunuz içeriye... Özkan önde, arkadaşı bir adım ge- ride yürüdüler. Loş bir odaya girdiler. Burası, dağ peygamberi (Şi - Ho)- | nun sarayı idi. Peygamber yerde bir küçük halının üstündö oturuyordu. İki Çinli cariye, peygamberin başı ucunda yelpaze sallıyordu. (Şi - Ho) ufak tefek, altmış yaşla” nında bir adamdı. Uzun saçı siyah klaptanla örülerek arkasına uzatılmış- (17 Başında eski Çin imparaborları- nın tacına benziyen, parlak ve de- gerli taşlarla süslü bir taç vardı. Elleri çok küçüktü. Nafiz ve mânalı bakışları vardı. Elinde inciden bir tes- bih sallanıyordu. Sol elinin baş par- mağındaki siyah taşlı bir yüzük Öz- kanın ilk bakişta gözüne çarpmıştı. Mpğol zabitleri, dağların peygam- berini askerce selâmladılar ve boyun- larını eğerek kendisine saygı göster- diler. Büyük bir kayanın içi oyularak oda haline getirilen bu basık tavanlı odada birdenbire ince bir ses yüksel- di: — Hoş geldiniz, delikanlılar! Özkan, Tunadan Pekine yeni dön- müş, gezdiği yerlerde neler görme- mişti! Fakat, bu adam, Özkanın O güne kadar gördüğü mahlükların hiç birine benzemiyordu. Gerçek, (Şi - Ho) nun gözlerinde eritici, uyuşturucu bir kudret vardı. Özkan gözünün ucile Çinli peygam- berin gözünün içine bakmak istedi. Birdenbire beyninin içinde öldürü- cü şimşekler çaktı. Özkan dizlerinde bir titreme duydu. Biraz daha kuv- vetli bakmış olsaydı, dizlerinin üs. tünde duramıyarak yere düşecekti. Kendini güçlükle tuttu. Ulu hakınımız si i görmek isti- yor! Diyebildi. Özkanın arkadaşı da ayni tecrübe- yi yapmak istediği için, o da müthiş bir sarsıntı geçirmişti. Ayakla güç- lükle durabiliyordu. Bu adam bir yıldırım, bir şimşek miydi? Neden bir bakışla insanı bu kadar sarsıyordu? (Şi - Ho) nun ince sesi tekrar işi- tildi: — Demek siz Kubilây hanın elçile- risiniz, öyle mi? Özkan yavaşça başını salladı: — Evet... Yavaş yavaş konuşmağa başladı- lar: — Buraya Pekinden mi geldiniz? — Evet. — Hakan sizi buraya kadar boşu- na göndermiş. Çünkü ben buradan Pekine gidemem, — Hakan ordusile Kantona gidi- yor. Yolumuz buraya düştü. Kendi. si dağ yamacında çadır kurup Konak- tadı, ($i - Ho) birdenbire kaşlarını ça- tarak homurdandı: — Demek Kubilây han benim ük kemde misafir bulunuyor? — Evet. Aranizda iki saatlik bir yol var! (Şi - Ho) birdenbire, elinde tuttu- ğu tespihi yere atarak: , <— Ben, bir şartla kendisini ziyare- te gidebilirim. küçük. bir yılan oldu ve yerde do- Jaşmağa başladı. (Şi - Ho): — İşte, dedi, görüyorsunuz ki, bir tesplhe can vermek için, mabud ok — Bir mucize... Diye mırıldanırken, (Şi - Ho) ilâ- Ve etti: — Haydi, alnız onu yerden! Özkan tereddüd etti: — Ben yılandan çok korkarım. (Şi - Ho) gülerek başını salladı. Özkan çekingen bir tavırla yere eğildi. Elini yılana uzattı, O ne?! Yılan tekrar eski kılığına girmişti. Yerde bir dizi inci duruyordu. (Şi - Ho): — Onu koynuna koy! Ve benden hakana selâm söyle! Bu esrarlı dağ- lara hükmetmeğe kalkışmasın, yolu» na devam Dedi. Çinli kızlar yelpazelerini sallarken, Özkan yerden inci tespihi aldı. Koy- nuna yerleştirdi. Çinli peygamber böş bir adam de- gidi. Özkan fazla konuşmaktan çekindi, Arkadaşile birlikte (Şi - Ho) yu se- Iâmladı. Dağların hâkimi gözlerini kapadı. Moğol zabitleri yeraltı sarayından ayrıldılar, . Bir dizi ci.. ve Kubilâyın zekâsı!.. Özkan arkadaşlarile beraber, ©s- rarlı dağa gittiği zaman, bütün Mo- ğol zabitleri Özkandan ümidini kes- miti. yecekler! Diyorlardı. Özkan atından iner inmez hakanın çadırına koştu. Koynundan #nci tes- piki çıkardı: — Şi - Ho sizi ziyarete gelecek. Fa- kat, bir şartla hakânım! Diyerek, Çinli peygamberin sözleri- ni tekrarladı: i — Şi - Ho size bir tespih gönder di, hakanım! Ona can verirseniz, dere hal yeraltı sarayından kalkıp ziyaree tinize gelecek, (Arkası var)