AKŞAM Kadri» kir sima idi bir meziyeti vardır. ri; nin meziyeti yeti de şu idi yahut parasız elde eti bulmuştu. İstediği şey par, gayet ucuza elde ederdi. olurum. lar bunu. tiyorum... Bir gün «İşini bilir Kadri: ye İs- tanbul havagazı şirketinin önünde rasgtldim. Kadri beni görünce kolu- ma girdi: şirket.. hindiden aradı. Her akşam bir hikâye dum: Beyoğlundaki büyük mağazanın | ber gel, şeker alalım, sonra beraber önünde kendisine rasgelince sor- | döneriz. — Peki,. dedim. — Hayrola Kadri? Beraber yürümeğe başladık. Tüne- Karısını işaret etti: — Bizim bayana, dedi, mevsimlik bir kumaş alacağız. Onun alış veriş etmesini görmek her halde meraklı olacaktı. beraber mağazaya girdim. içinde pazarlık edilmiyen, İstanbulun nadide mağazalarından biri idi, Ga- yet büyük bir mağaza... Kadri ile karısı bir sürü kumaş çıkarttılar. Nihayet içlerinden birini beğendiler. Fiatini sordular, Tezgâh- dar söyledi. İşini bilir Kadrinin bu kumaşı nasıl ucuz alacağını son de- Tece merak ediyordum. tezgahdara sordu: — Ehh.. bize yüzde kaç iskonto yapıyorsunuz? Yüzde yirmi beş mi?.. Tezgâhdar şaşırdı: — Ne iskontosu efendim?. İşini bilir Kadri hiddetle: — Camm siz kumaşçı değil misi- — Kumaşçıyız. — Terzilere yü tonuz yok mu? — Var... — Biz de terziyiz işte. Bunun üzerine tezgâhdar derhal koştu. Meğer böyle çı mağazalarında bir iskonto yapılıyormuş. nedir İstanbuldayım, hiç bundan ha- berim yoktu. İşini bilir Kadrinin önü- ne bir küçük defter getirdiler. Bu deftere Kadri terzi bilmem kim diye bir imza attı Ve kumaşı yüzde yir- mi beş işkonto İle aldı. Dükkândan çıkınca sordum: — Maşallah Kadri... zaman başladın? Her kumaş aldıkça ben tersi Öğren bunu.. terzilere yüz- de yirmi beş iskonta yaparlar. bu hayat ilmidir. Üniversitede okutmaz- Ben sana sevabıma, öğre- — Gel. — Yahu.. ler bizim için rek kolumdan içeri çekti. Girdik. Yukarı kata çıktık, Ha- vagazı şirketinin teknik şefi bay Kel- leciyan bayanlara havagazı ile ye- mek pişirme dersi Kelleciyan nefis hindiler kızartmış, börekler pişirmiş, dolmalar yapmış, tatlılar hazırlamıştı. Meğer böyle yemek pişirme dersle- rinde güzel bir âdet varmış. Ders bi- tince pişen yemekler dersi seyreden- lere Ikram dilirmiş... arkadaş İşini bilir kocaman bir but bana kesti, Göğüs tarafını kendisine ha- Dolmalardan, böreklerden, tatlılardan önümüze çekti. Bana mü- tmadiyen ikram ediyordu: Yesene.. canım yesene,, beni mahçup ediyorsun... — Yiyorum ya işte Kadri... — Buna yemek mi denilir?. a... Yoksa ziyafetimi beğenmedin çup oluyorum yahu.. ye Allah aşkı- mi? Sanki kendi sofrasında bana zi- yafet çekiyormuş gibi ikram ediyor, Bizim un büyük mağaziların- | nde «İşini bi ri> ile karısına rasladım. bizim aramızda pek maruf | Herkesin az veya çok | ini bilir Kad- de, yahut husu Bu zat her şeyi ucuz, enin sırlarını ne yapar, ya- dedi, sana bir ziyafet çe- keyim... Bir yemek yedireyim sana... Hayretler içinde kalmıştım. Kadri bir başkası için para sarfetsin!, Ona şaşılacak şey!.. Bu- nun İçin karnım tok olduğu halde, sırf kendi merakımı Kadrinin teklifini kabul ettim. Kad- ri beni havagazı şirketinden soktu, şaşırdım: ne yapıyorsun. burası lokanta mı zannetin sen?, Kadri Filozoiça bir tavırla: — Aldırma. dedi. bazan şirket- lokanta olur. diye- yemek yedirsin.. «işi: Arkadaşım, de yirmi beş iskon- büyük kumaş- Bunca se- Terziliğe ne yenmek veriyordu. Bay İşini bilir Kadri yemiyorum diye Kad- | den gelse zorla hindi bilir | dolmaları, tatlıları ağzıma tikacaktı. Aradan bir ay geçti.. | mele doğru koşuyordu — Ne o Kadri?, dedim Bizim yeğeni ker almağa gidiyorum... le gelmiştik. Ben o civarda bir Ş8- kerciye gireceğiz sandım. Lâkin ar- kadaşım Beyoğlu belediye dairesine girdi. Ben şaşkın şaşkın sordum: — Yahu hani şeker alacaktık. Ben de Burası O gayet tabii cevap verdi: — İyi ya.. şeker alacağız... — E burası şekerci mi? — Şekerci değil amma.. şeker bu- Tunur... Sen gel benimle. sanada kutu şeker alayım. hali vakti yerinde bir çift... — Vallahi, dedi, ailemize gibi bir damat girdiği k yorum.. tebrik ederim. Hararetli hararetli sıktı. dular, Kutular elinde geline lerken bana sordu: — Acaba damadın adı ne? Hayretle mırıldandım: hususi — Ne münasebet?... elini tuttu: — Ailemize sizin savvur edemezsniz.. diye hararetli tebrikler.. ker ikramına kalkıştı. simde Tasladım: latasaray - Fener maçı var... dik.. afallamıştım. kemlik ettirirlerse... — Sus canım.. dedi. gördüm. için, içeri hayat etmeğe karar verdim. bir seyahat amma... hati. bilet alırken halkı başta kaptan: Kadri vallâhi işlere töbe ettim.» Mah- ra çıkardı. ve ilâve etti; — Artık sana yemin ettim diyo- rum yahu. parayı verdikten başka re aye bol bir bahşiş bi- taktı... «Bir yıldız» darılıyordu.. elin- börekler bir gün İşini bilir Kadriye Beyoğlunda İş banka- sı önünde rasladım. 'Telâş içinde Tü- | sim günü... Şi Ona küçük bir kutu şeker götüreceğim... Son derecede merak içinde beledi- ye dairesine girdim. Beraber yuka- | rıya çıktık. Evlenme dairesi... Nikâh memuru bir çiftin nikâhını kıyıyor.. İşini bilir Kadri doğru damada git- ti, son derece büyük bir samimiyetle: flihar edi- Bu sırada Kadrinin eline küçük kutu nikâh şekeri tutuştur- doğru iler- — Ay sen onu tanımıyor musun? Bu sefer gelinin yanma gitti. Onun bir gelin ka- rıştığı için ne kadar memnunum ta- hararetli haydi iki kutu şeker de ondan. dört kutu şekerle dışarıya çıktık. Bana da bir kutu şe- Bir hafta sonra bizim hazrete Tak- — Haydi seni göreyim, dedi. Ga- Stadyoma ilerledik. O bilet gişesinin semtine bile uğramadı. Doğru kapıya yaklaştı. Kapıdaki memurlara: — Biz yan hakemiyiz.. dedi, - Yahu Kadri.. bu yan hakemliği de nereden çıktı? Ya bize şimdi ha- İşini bilir Kadriye bir sene raslama- dım. Bir sene sonra Köprü üstünde — Bırak canım, dedi, arlık ana- forculuğa, iş uydurmağa yemin et- tim. bak oturalım da anlatayım. bir yere olurduk. Anlatmağa başladı: Geçen sene şöyle ucuzca bir se- Bir deniz seya- «artistim» diye kendime büyük bir tenzilât yaptır- dım.. memnun vapura bindim. Me- ğer böyle uzun vapur seyahatlerinde bir âdet varmış. Seyehatin son ge- cesi vapurda büyük bir süvare veri- lirmiş. Vapurdaki artistlerin bu sü- varede numara yapmaları, şarkı söy- Temeleri şartmış. Süvarede berkes- ten toplanan paralar da deniz kaza- larma bırakılırmış. Ben kendimi te- nor diye tanıtmıştım. Bütün vapur — İle bir şarkı söyleyiniz.. tutturdular. Ben renkten renge gi- riyor, bayılacak gibi oluyordum. Ni- hayet ısrarları o dereceye vardı ki şarkı söylemeğe mecbur oldum. Amma «tenörünş yani benim çatlak zuma gibi söylediğim şarkı herkesi * güldürdü. Rezil oldum. Yerlerin di- bine geçtim. Ve ondan sonra böyle | Oturduğumuz yerden kalkıyorduk. Paraları ben verecek oldum, Kadri: © — Katiyen, diyerek cebinden pa- | den çıkıyoruz. Gençlik nasıl yetişiyor? (Baş tarajı 7 nci sahifede) zulüm görmekten hoşlananlardan bahsetti, Artık kadına iğne batırmak- tan zevk duyanları mı istersiniz, han- çerlemekten hoşlananlar mu? Dör- ları Şehzadebaşında, gece piyasala- rında kadınlara sik sık iğne batırır- larmış.. Bir aralık söz kılıbıklara intikal et- ti. Kılıbık kocalardan bahsolundu. Bir de derler ki: — Kılıbıklar hiç bir işe yaramaz.. Ne münasebet? İşte kılıbıklar ica- bında mühim bir ilim mevzuu olu- yorlar.. Şimdi siz geliniz de bu kadar güzel, bu kadar meraklı bir dersi alâka ile dinlemeyiniz... ... Genç 'Tıbbiyelilerle konuşuyorum. İhtiyaçlarını soruyorum. — İhtiyaçlarımızı mı öğrenmek is- tiyorsunuz?. O halde buyrunuz biraz dolaşalım.. diyorlar... Evvelâ civarda- ki Süleymaniye, Üniversite, Beyazıd kütüphanelerine gidiyoruz. Bütün kü- tüphaneler imtihanlar başladığı için Üniversite talebelerile, liselilerle do- Tu.. oturacak yanyana boş iki iskem- Je bulmanın imkânı yok.. kütüphane- Genç talebeler bana soruyorlar: — Nerede ders çalı: Beni tekrar Üniv nin bahçesi- ne götürüyorlar. Bütün Üniversite lebesi bahçede ağaçların altına, ça- yırlara uzanmışlar öyle ders çalışı- yorlar... İstikbalin ilim ordusu için mutlaka büyük bir çalışma salonuna ihtiyaç vardır. Bugün'genç Üniversitelinin rahat rahat dersine çalışacağı, kitabız ni okuyacağı bir yer yoktur. İnsan saatlerce bir çayır üstünde de ders çalışamaz.. Sonra koca Üniversitede Şöyle bir su içecek yer bulamazsınız. Bir küçük eski küpten, kurunu vüs- tai bir maşrabadan başka... Tabii kitapsızlık burada da her fa- kültede olduğu gibi kendisini gösteri- yor. Tıbbiyelileri dinlerken memlekette- ki hastane ve hasla yatağı buhranı- nin akla gelmiyen bir nsticesile karşı- lâşıyorum: Memlekette hastane ve hasta yatağı az olduğu için 12, hat- tâ bazan, bir takım kliniklerde 20 ta- lebeye bir hasta yatağı düşüyor. ra- hatsız olmaması için her talebe ayrı ayrı hastanın üzerinde tetkikat yapa- mıyor, tedavi ile meşgul olamı; talebenin meli tetkikatı bu yüzden sekteye uğruyor. Bu itibarla iwemle- ket hastanelerinde, hasta yatağını çoğaltırsak' yarının doktorları önün- de de daha geniş tetkik kapıları aç- mış olacağız.. Dünya tıb fakülteleri arasında mü- him bir derecesi olan Tıb fakültemiz. bugün göğsümüzü kabartacak bir haldedir, Hikmet Feridun Es Bu akşamı Nöbetçi eczaneler Şişli: Pangaltıda Nargileciyen, Taksim: Limonciyan, — Beyoğl: İstiklâl caddesinde Dellâsuda, Te- pebaşında Kinyoli, Galata: Hüse- yin Hüsnü, Kasımpaşa: Müeyyed, Hasköy: Aseo, Eminönü: Yemiş- te Bensason, Heybeliade: Toma- dis, Büyükada: Merkez, Fatih: Saraçhanede İbrahim Halil, Ka- ragümrük: Mehmed Arif, Bakır- köy: Hilâl, Sanyer: Osman, Ta- rabya, Yeniköy, Emirgân, Rume- lihisarındaki eczaneler, Aksaray: Ziya Nuri, Beşiktaş: Süleyman Recep, Kadıköy: Pazaryolunda Merkez, Modada Faik İskender, Üsküdar: Ömer Kenan, Fener: Dejterdarda Arif, Beyamd: Yeni Lâleli, Küçükpazar: Hikmet Ce- mil, Samatya: Kocamustafapa- şada Rıdvan, Alemdar: Cağaloğ- lunda Abdülkadir, Şehremini: Ahmed Hamdi, Kullanılmış bir şömine aranıyor Eski konaklardan çıkmış veya orada mevcut sağlam ve iyi bir şö- e Şİ | re kaleden altıdan bir Yazan: İskender F. Sertelli Kubilây sabahleyin gözlerini açtığı zaman, zabitler kendisine oğlu Cin -Kin'in kaybolduğunu söylediler.. <Btten; merdivenler» kurulurken bozuluyor, surlara tırmananlar yuka- riya çıkmadan yaralanıp bataklığa devriliyordu. General Liyo bu vaziyette bir iş gö- remiyeceğini anladı. askerin bir kıs- mını bataklığın ilerisine gönderdi. Buradaki surlar biraz daha yüksekti, fakat, Japonlar Moğolların toplu ola- rak hücum ettikleri noktaya toplan- dıkları için, kenarlara fazla ehemmi- yet vermiyorlardı. Liyo Japonlara sez- dirmeden kuvvetinin bir kısmını âldi, kenarlara gönderdi. Buralardan tur- manan Moğollar gerçi surların üstü- ne kolayca çıktılar. çıktılar ama, ka- lenin içine girecek yol bulamadıkları için, sur üstünde kalmışlardı. General Liyo o gece sabaha ka- dar, bir taraftan merkezden Japon- ları işgal ediyor, diğer taraftan da iki yandaki surlara mütemadiyen &5- ker çıkarıyordu. Artık Tiho kalesi yarı yarıya Mo- golların eline geçmiş sayılabilirdi. Kalenin çok kısa zamanda Moğolla- rm eline geçmesinin bir sebebi var- dı: Sabahleyin artalık aydınlanırken, general Liyo zabitlerinden birine sur dibinde talimat veriyordu. Birdenbi- ok general Liyonun sol koluna saplanmıştı. Liyo çok metin ve cesur bir askerdi. Ca- nı çok yandığı halde, karşısındaki zabitin cesaretini karmsmeak için; koluna saplanan oku sağ elile çekip yere atmış ve sanki koluna bir şey saplanmamış gibi davranarak sözü- ne devam etmişti. Bunu gören as- Kerler: — Generalimiz yaralandı. biz hâ- Iâ burada sallanıyoruz. Diyerek tekrar birbirini çiynerce- sine yürümeğe ve surlara saldırma ğa başladılar. General Liyo kolundan akan kan- Jarı askere göstermemek için, ya- rasını çarçabuk sardırmış ve vazifesi başından bir dakika bile ayrılmamıştı. Generalin kolundan yaralanma ha- disesi Tiho halesinin sukutuna yar- dım eden sebeplerden biri idi. General Liyonun kolundan yara- landığını Kubilâya bile haber ver- memişlerdi. O gün öğleye kadar bütün surlar Moğol askerleri #arafından zapteğil- mişti, Şimdi ele geçirilmesinde güçlük çekileceği anlaşılan iki yüksek kule kalmıştı.. Kale muhafızları bu Külelere ka- kapılarını kapamışlar ve Moğollara karşı ok yağmuru yağdır- makta devam etmişlerdi. Kulelerin güçlükle ele geçirileceği muhakkaktı, Fakat, Moğol askeri artık Tiho ka- lesini işgal etmiş bulunuyordu. . Bu sırada umumi karargâhta bir telâş eseri görüldü; Cin - Kin kay- bolmuş..! Kubilâyın oğlu sabahtanberi mey- danda yoktu. Hakan, oğlunun maliyetindeki za- bitleri birer birer sorguya çekmişti. Zabitlerin her biri başka bir şey söy- Tüyordu: «— Cin -Kin güneşlen önce uyan- dı. gitti. nereye gittiğini bilmi- yoruz.» «— Ben onu kâarargâhtan ayrılın- caya kadar gözümle takip ettim. Ha- rânın yanına gidiyor düşüncesile merak etmiyordum.» «— Cin - Kin geyik meraklısıdır. Omuzuna yayını ve beline ok torba- anı takmıştı. Ava gittiği şüphesiz. dir.> 'Tiho dağına atlılar gönderdiler.. Yamaçlarda arattılar.. Ovanın su basmıyan yerlerine göz- cüler gitti. Umumi karargâhın bü- tün kollarından soruşturdular, Cin » Kinin izini bulamadılar, Kubilâyin oğlu nerede? General Biyo surların üstünde do- Jaşıyordu, Kalenin ,dört çevresini saran Mo- gol muharipleri şimdi, ancak bir mucize ile elde edilecek olan bu iki kulenin etrafında toplanmışlardı. Surların mazgallarını siper ederek, kuleye ok atıyorlar. Fakat, bu ok- ların hiç birisi etten bir hedefe isa- bet etmiyordu. Çünkü kulenin kü- çük pencereleri kalın demir parmak- lıklarla örülmüştü. Japonlar bunla- rın arasından görünmeden ok yağdı- nyorlardı, General Liyo “surların üstünde bir çıkıntının kenarında zabitlerile be- rTaber konuşuyordu: — Kuleleri ne maa ele iii Jeceğiz? — Okları ve yiyecekleri bitince... — Acaba kulelerde ihtiyat erzaX ve içecek suları var mıydı? — Şüphesiz Japonlar bu küleleri böyle bir gün için yaptırmışlardır. Duyduğuma göre her ikisinin de içinde birer su mahzeni ve erzak ambarları varmış, — O halde aylarca kulelerin önün» de bekliyeceğiz demektir. Bu sırada Liyonun yanında du- ran iri boylu genç bir zabit yüksek sesle bağırdı: — Ben bü kuleleri çabuk ele geçir- menin yolunu buldum. Zabitler hep birden gülüştüler: — Cin . Kin, babasının yanında gördüğü harp oyunlarını hatırlamış olmalı. Bu bir kule oyunudur Ki, karşılaşır. z Kubilâyın oğlu karargâhından geldiği dakikadan beri genera! Liyo- ya ayni sözleri söylüyor ve kendisi- ne iki fedai yardımcı verilmesini is- tiyordu. Cin - Kin karargâhından buraya neden gelmişli..? Ne yapmak isti- yordu..? Fikirlerini kimseye açmıyan Cin - kin, zabitlerin gülüşlerine fena hal de hiddetlenmişti. — Pek âlâ, dedi, hiç kimseden yardım istemiyorum. Ben, yapmak istediğim işi tek başıma başarmak için, kendimi feda etmesini de bili- rm. Ve kimseye bir şey söylemeden dar merdivenlerden kalenin içine indi. Kubilâyin oğlu kale içinden yü- rüyerek kulelerin altına varmıslı, Cin - Kinin buralarda dolaşmakta elbette bir maksadı vardı. Bir gün yolda gelirken, evvelec bu- ralarda dolaşmış olan bir Moğol as- keri kendisine şu malâmatı vers © miştir: «— 'Tiho kalesinin iki meşhur ku- Jesi vardır. Bu Kuleleri ele geçirmek kabil değildir. “Çünkü kulenin için- de suyu erzaki, cephanesi.. her şeyi mevcuttur. Bu kuleleri ancak bir suretle ele geçirmek mümkündür. Su mahzenlerini bulup içine zehir atmakla. Japonlar su mahnezlerini kulelerin dibinde yapmışlardır. Su- yu buradan yukarıya iple çekerler.» Cin - Kin kulelerin dibindeki su mahzenlerini bulacak ve suya zehir ptacaktı. Kubilâyin oğlu buna müvalfak Olursa, kuledeki Japonlzr birer birer zehirlenip ölecekler. suyun zehirli olduğunu görenler de su içmekten Korkacaklar.. susuzluğa dayanamıya- caklar.. onlar da susuzluktan - öle- ceklerdi. Su mahzenlerini bulduk- tan sonra küleleri ele geçirmek İşi kolaylaşıyordu. Cin - Kin bu düşüncesinden hiç kimseyi haberdar etmek niyetinde değildi. O, bir mucize kabilinden bu işi görmek ve külelerde sığınan bü- tün Japon müdafilerini gehirli su ile yere sermek istiyordu.