20 Nisan 1932 Sahife 9 Tefrika No. 37 20 Nisan 1932 SEBA MELİKESİ BELEIS Odaya girerken serhoş değildim. Akıllı, uslu bir insan sükünetile yatağıma girip uyumuştum. Halbuki, yattığım odada geceleyin neler olmuştu?! Cemile göz yaşlarile yanaklarımı ıslıyarak: — Benden bıktın mı yoksa...? dedi, ben sensiz yaşayamıyaca- Şımı anlıyorum. Halbuki sen... Genç kadının gözlerini sildim: — Vazife herşeyden mukaddes- tir. Cemile! lmamın itimadını kaybetmek istemem. Beni affet. Ben, bundan sonra dağların, kaya- ların ve çöllerin adamı olacağım. Bu, belki de San'aya son gelişimdir. Halil efendinin ziyaretçisi yarım saatten fazla kalmadı. Sâf ve temiz kalpli ev sahibi misafirini teşyi ederek yanımıza geldiği zaman, Cemile gözlerinden akan sürmeleri tazelemek ve yü- zünü silmek üzere odasına gitmişti Zavallı kadın, benim ne demek istediğimi anlıyamadı. Zaten benim ifadelerimde de vuzuh ve sarahat yoktu.. Hem onu seviyor, hem de ondan kaçmak istiyordum. Bir ateşten ve dinamitten kaçar gibi.. Nihayet gece yatmak zamanı gelmişti. Halil efendinin gösterdiği odaya girdim ve yattım. Şimdi hatırımda kalan bir söz var. Halil efendi, ben yatarken: — Allah rahatlık versin.. Demişti. İşte o kadar.. Hâlâ bu saf adamın sesinden başka bir şey hatırlamıyorum. Muhakkak olan bir şey varsa, benim masumiyetim ve Cemilenin sönmek bilmeyen ihtirası idi. Sabahleyin gözlerimi açtığım zaman, göğsümde birkaç tel kadın saçı buldum. Odanın eşyası altüst olmuştu. Yastıklar, çarşaflar bu- ruşmuş.. Vücudumda bu eşya gibi pestile dönmüştü. Ne oldu- ğumu, ne yaptığımı bilmiyordum. Odaya girerken serhoş değildim. Akıllı, uslu bir insan sükünetile yatağa girip yatmıştım. Gözlerimi Okapadığım dakikaya kadar, yanımda benden başka nefes alan bir kimse yoktu. Odanın arzettiği bu çirkin man- zaradan adeta korkmuştum. Gece uykum arasında, ben, bu eşya- larla boğuşmuştum? Gece yatmak üzere odaya girdiğim zeman her şey yerli yerinde duruyordu. Hele karyo- lanın içindeki yastık ve yorgan o kadar temiz, ve düzgün duru- yordu ki... Tetrika No: 2 | Küçük Hanımın Kısmeti İ Selâmi İzzet Güneş dolu gözlerinin mene- vişleri (o gönül (o aydınlatıyordu. Kıvrım kıvrım bükülen lepiska sarısı saçları, ayın denize akseden altın servisinden daha parlaktı... | Kardeşine omuz verip ağaçtan indirdi. Piraye, Selmadan beş yaş küçüktü. Şayeste başını salladı : — Ayol elbiseni daha bu sabah güller gibi yıkayıp ütüledimdi... Bu nedir bu? Selma gösterilen yere bir göz attı, sonra lâkaydane cevap verdi: — Çamsakızı yapışmış. — Ya bu? — Yırtık, Ip atlarken ayağım | yoktu. Çelimsiz bir kızdı, fakat Yazan: ISKENDER FAHRETTİN Sabahleyin karyoladan çıkar- ken, yaramaz bir çocuk hicabile ellerimle yüzümü kapadım. Oda- nın bu perişan eşyasını nasıl düzeltecektim ? İşte yerde kırılmış bir bardak.. Boş bir rakı şişesi. Minderin üstüne atılmış taze üzüm sapları.. Hafızam o kadar perişan ve uyuşuk bir halde idi ki.. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Odanın içinde bir müddet şaşkın ve mütehayyir, aşağı yukarı dolaştım. Acaba ben uyuduktan sonra tekrar kalkıp rakı mı içmiştim? Masanın üzerinde duran iki rakı kadehi, bana, bu muammayı halletmek için ufak bir ip ucu vermişti. Kendi kendime hükümü verdim: Muhakkak beni Cemile büyüledikten sonra uykudan kal- dırmış.. Onunla beraber rakı içmiştik . Cemileden niçin korktuğumu şimdi anladınız ya ?! O bana, Menahede buluştuğu- muz gece: “Ben istersem onlari burada bir hafta mütemadiyen uyuturum!,, Dememiş miydi? Bu garip sahne bana derhal Cemilenin bu sözünü hatırlatmıştı. Ben onun esiri olmaktan kor- kuyordum. Keşke Sanaya gelmeseydim.. Sebada dağların arasında ge- çirdiğim iptidai hayat, bana böyle tehlikeli bir maceradan çok tatlı geliyordu. Siz arap kadınlarının ne kadar çok şehvetli olduklarını bilir misiniz? Bilhassa çebel kadınları. Arabistanın her yerinde araplar üç, dört kadınla evlenirler. Fakat Yemen kadınlarile evlenen bir erkek Yemende bir başka kadına el ve göz atmağa vakit bulamaz. Bir an için Cemilenin kocasını gözümün önüne getirdim. Zavallı Halil efendi merhametli, yakışıklı bir erkekti. Onun bir kusuru varsa, biraz hareketsiz ve ağır kanlı olmasıydı. Ne olursa olsun - bir erkek için bu derece hak- şinas olmak gurur kıncı bir hareketse de - itiraf edeyim ki, Halil efendi tam manasile benden çok fazla erkekti.. Şu halde Cemile benim yakama neden yapışmıştı? Bu ciheti tahlile vakit ve mey- dan yoktu. ( Arkası var) 20 Nisan 1932 — On beş yaşındaki atlar mı ayol! — Ne yapıyım Piraye'ye öğre- kız ip tiyordum... Öyle değil mi cow - boy? Piraye'de cow - boyluk şöyle dursun, izci olacak hal bile ablasının zoru ile afaçanlığa yelteniyordu. | Şayeste homurdandı: | — Haniyse evleneceksin! Bu söz üzerine ağaçlıkta bir kahkaha filizlendi: — Ben mi evleneceğim!.. Fena da olmaz sanki... İster ağaca çıkarım, ister ip atlarım, kimse karışamaz.. Sen de tuhafsındadı, | gördüler. Sabahleyin osaat ona doğru Ferit Kemalettin bey, mutadı veçhile evinden çıktı. Kapısının önünde (o bekliyen (otomobiline bindi. Müdiri bulunduğu bankaya gitti, Otomobili tanınmış, makbul bir markaydı Ferit Kemalettin bey köşeye kuruldu bir sigara yaktı. Pencere açıktı. İçeriye lâtif bir ilkbahar kokusu giriyordu. Ferit Kemaleddin bey, bu koku ile keyiflendi. Güneş, ona, kendi hususi keyfi için pırıldayor gibi göründü. Bey- efendi, bu sebepten fevkalâde derin bir memnuniyet duydu. Doğrusu, pek mesut bir adamdı. Bu sabah, saadetinin büsbütün farkına varıyordu. Otuz beş yaşlarındaydı. Sıhhati mükemmeldi. Parası boldu. Ser- vetinin esası sağlamdı. İştiğal ettiği bankacılık işi, onu son derece alâkadar ediyor, eğlendiriyordu. Canı her ne isterse yapabiliyordu. Bu umumi Omuvaffakıyetleri yanında, Ferit Kemalettin beyin hususi muvaffakıyetleri de vardı. O, asıl, bu hususi muvaffakıyet- lerinden dolayı neşeleniyordu. Banka müdiri bey, bekârdı, güzel bir şeklü şemaildeydi. Iri yarı, sporcu, son derece şıktı. Hoş konuşurdu. Bilhassa aşıkane muhaverelerde (o naziri (o benzeri yoktu. Demekki, kadınlar nezdindeki muvaffakiyeti, servetinden, icti- mai mevkiinden ileri gelmiyordu. Şahsınında bu işte pek büyük dahli vardı. Evet, evet.. Bundan şüphe edilemezdi. Her tabakadan kadınlar nezdindeki! muvaffakiyeti ona, bunu isbat etmişti. Ferit oKemalettin, kendisine mukavemet edilmeyen erkekler- dendi. Alakadar olduğu kadın- ların bila istisna hepsinde muvaf- fak olmuştu. Bunun, oda, sükün ve gurur ile farkına varıyordu. Şehrin en tanınmış kadınların- dan olan Malike Münir hanım efendi, oOona, delicesine âşık değilmiydi. Ferit Kemaleddin bey, banka- sının önünde otomobilinden indi. Memurlarının hürmetkârane se- lâmları arasından geçerek müdi- riyet odasına girdi. Emirler verdi. Gelen mektup- ları gözden geçirdi. Verilecek cevapları hususi kâtibine işaret etti. Saat on bir olmuştu ki, küçük uşak içeri girdi. Ona, bir hartvizit getirdi. — Bu zatın sizinle evvelden verilmiş randevusu yokmuş efen- dim. Fakat sizi tanıdığını söylüyor. Ferit Kemaleddin, kartın üze- rinde şu ismi okudu: “ Ömer Vedat ,,.. Ömer Vedat mı? muş, boş yere çeneçalıyorsun. — Seni babam çağırıyor. — Anlaşıldı, ille beni Ahmet beyle karısına yakından tanıtacak. Zorla değil ya efendim, istemiyo- rum.. Onlara geçen hafta Ikbal'in ziyafetinde rasgeldim, göreçeğim kadar gördüm, onlar da beni Ahmet beyin karısı Mürüvvet hanım mıdır nedir, bana nasihat vermeğe kalkmaz Böylesine tesadüf etmemiştim. mı? Şayeste azkalsın: “ Senin ne mal olduğunu bilseydi nasihat | vermeğe kalkmazdı ,, diyecekti. Fakat demedi, sade sordu: — Mürüvvet hanımın Hidayet isminde bey bir kardeşi var değil mi? — Evet, Hidayet Muhlis bey, oda ziyafetteydi. Kavga etme- mize ramak kaldı. Amma fena vee va Galibe hanım — ——— O da kim? Ha, evet, evet.. Ferit Kemaled- din, bu ismi, birdenbire tanıdı. Mektep arkadaşlarındandı. Ismin sahibi, dimağında gayet müphem surette canlandı: Şişman, şapşal bir oğlan... Hiç te alâkayı calip olmıyan bir şahsiyet! Hocalar ona bol bol ceza verirlerdi. Zira, bu oğlan derslerini de becere- mezdi, oturup kalkmasını da.. Mektepten sonra gözden kay- bolmuş bulunan bu Ömer Vedat şimdi ondan ne istiyordu? Ferit Kemalettin, eski mektep arkadaşını kabul edip etmemekte mütereddit göründü. Yoksa, bir bahaneyle, - meclis var filân diye - ziyaretciyi atlasa daha mı iyi ederdi?... Fakat, yok.. Hayır, hayır... Bu sabah mes'uttu... Bü- tün dünyaya karşı hayrıhahdı. Iyilik damarı vardıl... Bir kaç dakika traş edilmesine müsaade edecekti... Varsın, eski bir mektep arkadaşı onu sakah sabah traş etsin... Buna taham- mül gösterecekti. — Kendisini içeri alınız... Şim- di onu kabul edeceğiz!. Diye emir verdi. Aradan yirmi dakika geçtikten bir kaç yere telefon ettikten sonra zile bastı. Odacının refakatında, içeri girdi Hem âşıkâr hem mütereddüt yürüyüşlü ve hiç te şık olmayan bu şişman adamı mektep arka- daşının mütekâmil şekli olarak tanıdı. Eski arkadaş: — Zatı alinizi... Rahatsız et- mekle... - Diye şaşkınlıkla söze başladı. - Işaallah fazla meşguli- yetiniz yoktuya?... — Yok, hayır efendim, istağ- furullab... Ne kadar meşgul olsam, eski arkadaşlarım için, daima müsait zamanım bulunur. Seni gör- düğüme pek memnunum, azizim.. Otur şuraya bakalım... Bu suretle, nealicanabane bir tevazu gösteriyordu. Hele “sen,, diye hitap edişi, ne cıvanmertlikti! Misafir, banka müdürünün elini tehalikle sıktı. — Azizim, beni bu suretle kabul ettiğin için cidden büyük bir nezaket eseri göstermiş olu- yorsun. Ne için buraya geldiğimin sebebini sana anlatayım: Mektep- ten çıktıktan sonra, vilâyatı şarkiyede annemin yanına gittim. Orada, bir banka şubesinin ufak bir memurluğunu aldım. Bundan beş sene evvel evlendim de... Şimdi, küçük bir mirasa konmuş bulunuyordum. Az bir şey fakat, eb, gene nede olsa... Bundan istifade ederek, kalk- tım, İstanbul'a geldim. Zira, vilâyatı şarkıye'deki işim istikbali hiç te parlak olmıyan bir iştir... Orada, çürüyüp kalıyorum... Me- zuniyet aldım hulâsa... Şayet, bu- rada, sağlam, istikbali açık bir misafir, adam da değil, sevimli erkek. Ahmet beyle karısına gelince: Şeytan görsün yüzlerini! (Ben Piraye ile karşı çayıra gidiyorum. Babam sorarsa: “ Haraya kısrak avına çıktılar,, dersin. Tam gideceği esnada Şayeste Selmanın omuzundan tuttu, genç kızın güneş dolu gözlerinin me- nevişli bebeklerine baktı ve he- yecanlı, titrek bir sesle: — Belma... dedi, Ahmet beyle karısı sana görücü geldiler... Seni Hidayet beye almak istiyorlar. Selma olduğu yerden iki karış | yukarı sıçradı: — Nel Hidayet Muhlis bey benimle evlenmek mi istiyor? Sonra, gür, kıvrak kahkahala- rını göklerde harelendirerek ilâve ettiz — Doğrusu şaşılacak aklı var- mışi ——— Me? iş bulacak olursam Istanbul'a yerleşeceğim. Bulamıyacak olar- sam geri döneceğim, ne yapalım... İşte müracaatımın sebebi bul. Sen, bana karşı vaktile daima hayirhah davrandığın için aklıma geldin. Hususile banka müdür” sün, nafiz bir insansın da... Sana çok güveniyorum, azizim! Ferit (OKemaleddin (o deminki iltifatkârlığından dolayı cidden pişman oldu. Prensip olarak, bankasında, eski dostlarını çalış- tırmıyordu. Zira, çalışma ameliyesi esnasında, bu eski dostların çok geçmeden düşman olacaklarına emindi. Üstelik, Ömer Vedat, insan omüsveddesiydi. oOGayetle istidatsız bir mahlüktu! Gayet mübhem bir iki cümleyle cevap verdi. Bankasında müsait iş yokmuş. Arkadaşının Istanbula, taşınması büyük bir ihtiyatsızlık olurmuş. o İstanbula yerleşmek, burada ev tutmak.. Güç işlermiş bunlar.. Vilâyatı Şarkıye, ne de olsa, sakin, münzevi yermiş.. Bu- rada dağdagai hayat, cidden müthişmiş.. Sonra, burada... fakat ne de olsa, Ferit Kemaleddin, arkadaşının istikbalini düşüne- cekmiş. Şayet muvafık bir iş olursa.» — Bana adresinizi bırakın da.. Ömer Vedat, Istanbuldaki adre- sini banka müdirine bıraktı. Veda etti. Kapıya doğru yürüdü. — O kapıdan değil efendim.. Şu kapıdan çıkılır.. O giriş kapı- sıdır. Bu da çıkış kapısı.. Ve diğer bir kapıyı gösterdi. — Şey.. Karımı intizar odasında bırakmıştım da.. Ferit oOKemaleddin, kadınları seven bir insan olduğu için, onlara karşı alakasızlık O gösteremezdi Derhal yeni samimiyetler ibraz buyurdu. - — Delimisin?. Hanımefendi in- tizar odasında bırakılır mı? Onu da buraya alsaydın... — Çağırayım, öyleyse... Ve intizar odasının kapısını açarak: — Galibe! Gelsene... diye ses- lendi. Manzara karşısında, Ferit Ke- maleddin çarpılıp kaldı!.. Odaya bir buket bahar o çiçeği giriyor sandıl Ömer Vedad'ın karısı o derece güzeldi... Halbuki, Ferit Kemaleddin, hayli çirkin, lâakal alellâde bir şahsiyetle kar- şılaşacağını zannediyordu. Iran minyatürlerinde ki harikul- lâde resimlere benziyen bu mah- luk, mahcubiyetile, safiyetile, onu şaşırttı. Tehalük gösterdi : — Affınızı rica ederim, hanı- mefendi... Bizim Ömer hakikaten affedilmez bir kabahat işledi. Sizi, intizar odasında yapayalnız bekletmiş... Genç kadın, banka müdürüne, iri ceylân gözlerile baktı: — Zararı yok efendim! (Yarın bitecek ) Nakili: (Hatice Süreyya) Esasen Hidayet Muhlis'e de, Afacan Belma ile evleneceğini söydiği zaman, herkes: “ Aklına şaşayım,, demişti. Hidayet Muhlis otuz iki ya- şında idi, Fakat harp onu pişir- miş, gösterdiği yararlıklarla iki rütbe birden terfi etmiş, omuz- larında ağır mesuliyetler taşımasını öğrermişti. Boyu uzun - hatta biraz - lüzumundan fazla uzundu. Kurşuniye kaçan demir renği güzel gözleri vardı. Güldüğü za- man ince dudaklarının arasındar görünen dişleri, kadınları kıskan- dıracak kadar düzgün ve beyazdı. Küçük yaşta öksüz kalan Hida- yet Muhlis'in hayatı hep yalnız geçmişti. Kızkardeşi (Mürüvvet pek gençken bir jandarma zabitine varmış, oradan oraya senelerce gezip durmuş, nihayet son zaman- larda Istanbul'a yerleşmişti. (Bitmedi)