30 Könünmevvel 193 Tefrika No:19 30 Kânunuevvel 1931 İngiliz Casusu LAVRENS İSTANBULDA! Nakleden: İ. F. Habibe, saçlarını dökünce, tahammülüm taştı.. başımı göğsüne dayadım. ltiraf edeyim ki, ömrümde, bu kadar uzun ve parlak kadın saçına tesadüf etmemiştim! — Harikulâde, azizim! Sen, dünyay ateşe vermek, ihtilâller, iğtişaşler çıkartmak için yaratıl- mış bir adamsın! Itiraf edeyim ki, ben seni bir orduya değişmem... — Bütün bunlar iyi amma, ben Akabeye gidersem, bu kadını ne yapacağım? — Akabede kaç gün kalabile- ceğini tahmin ediyorsun? — Bu işler tahmin edilemez.. Bazan bir hafta, bazan bir ay, bazan da bir sene lâzım... — Bir hafta veya bir ay için misafirinizi burada alıkoyabilirim. Fakat, ondan fazla misafirperver- lik göstermeme imkân yok. Çünkü bir ay sonra mezunen Londraya gideceğim. Mister Kuk'la muhavereyi bu- rada kestik. Bir şişe şarabı koluma aldım ve odama döndüm. Habibe lâmbayı kısmış ve bal- kona çıkmıştı. Lâmbayı hafifçe açtım. Habibe korkarak içeriye girdi: — Ne yapıyorsunuz, Şeyhim? Havada vızır vizir o tayyareler dolaşıyor, görmüyor musunuz? — Korkma, dedim, onlar bizim odadaki ışığı göremezler! Lâmbayı açtığıma çok hata et- miştim. Tayyarelerin motörleri, birden- bire, beynimizde ötüyor gibi, yakından ses çıkarmağa başla- mışlardı. Habibe: — işte gördünüz mü, dedi, tayyareler ışığı gördüler.. Tam tepemizden geçiyorlar.. Şimdi ne- yapacağız? Derhal lâmayı kıstık. Balkon kapısını kapadık. Lübnan dilbe- rini kollarımın arasına aldım; — Korkma dedim. Otelin etra- fında İngiliz tayyare topları müf- rezesi vardır. Şimdi ateşe başlar- lar. Tahminimde yanılmamıştım. Bir iki dakika sonra, bulunduğumuz tepenin yamaçlarında gök yüzüne doğru şarapnel yağmurları yağ- mağa başladı. Tam bu sırada, bulunduğumuz otelin tahminen yirmi beş metre şarkında müthiş bir bombanın patladığını gördük. Hem de ne dehşetli bir pat- layış... Karşımızdaki fıstık O ağaçları tutuşmuştu. Habibe korkudan çıldıracaktı : — Otelin üstünede bir bomba atarlarsa ne yapacağız ? Diye bağırıyordu. Balkon pençeresinden semaya a numara: : 89 Denizlere dehşet—— salan tahtelbahir baktım: Vaziyette tehlike yoktu. Türk tayyareleri bir bomba atarak Şeria istikametine doğru uzakla- şıyorlardı. Bu ihtiyatsızlığın cezasını çeke- cektim. — İki gözüm, beni mazur gör, dedim, ben bu ince işlere bir türlü alışamadım. Mamafih, görü- yorsun ki Ingiliz tayyareleri de yetiştiler, türkleri kovalıyorlar. Habibenin (o heyecanını teskin için derhal şarap şişesini açtım ve bir kadeh duldurarak uzattım: — Haydi birer tane içelim. Harp sahasında bulunduğumuzu unutmayalım. Böyle ufak tefek hadiselere daima şahit olacağız. Habibe içti.. Ben içtim. Karyolanın kenarında, başbaşa konuşuyorduk: — Beni çok ( seviyor musun, Habibe? — Bunu her saat tekrarlamamı mı istiyorsunuz? — Kadın ağzından: “ Seni çok seviyoruml!,, Sözünü işitmek erkeğe o kadar hoş gelir ki... Habibe uzun kirpiklerini indirdi: — Seni çok seviyorum, Şeyhim.. Seni çılğınca seviyorum! Kulaklarım, senelerdenberi, ka- dın dudaklarından bu kadar mü- essir Obir nağme işitmemişti. Nağme diyorum.. Buna inanın! Ben o dakikaya kadar, her memlekette daima erkeklerle mücadele etmiştim. Bu sözler, bara, Bethofen'in en hazin musiki nağmelerinden çok daha fazla tesir etmiş.. Bütün sinirlerimi kamçılamıştı. O sinirler ki sene- lerdenberi Siyasi mücadelelerle sertleşmiş.. ve ben bu müddet zarfında hissiz, kalpsiz ve mer- hametsiz.. âdeta bir taş parçası gibi, en güzel kadın karşısında bile, en ufak bir heyecan hisset- meden yaşamıştım. Şarap okadehlerini, Kudüste, Mizrahinin evinde yaptığım gibi, boş olarak kaldırmıyordum. Habi- beden fazla içmek, ondan çok sarhoş olmak için, o bir kadeh içerse, ben iki kadeh içiyordum. Başım hafifce dönmeye başla- mıştı. Asabıma hakim olamıyor- dum. Kendimi kayıbetmiş değil dim; fakat, kendimden geçmeğe o kadar ihtiyacım vardı ki.. Habibe, gözümün önünde, git- tikçe güzelleşiyor, kıvraklaşıyor, şarap o içtikce işvesi, cazibesi artıyordu. Lübnan dilberi uzun siyah saç- larını arkasına dökmüştü. — Saçlarım nasıl, uzun mu? Diyerek sol tarafından sarkan 30 Kânunuevvel 1931 Bir Alman bahriyelisinin hatıratı Muharriri: Max Valentiner — Hayır... Teşekkür ederi Kuzum, herkes vazifesi başında kalsın. Diğer yaralıların cerihaları ağır değildi. Sade tayfalardan biri için, doktor endişe göstermek- teydi. Doktor, evvelâ, küçük zabitin kolunu alçıya koydu. Kolun böyle- likle kurtulabileceğini umuyordu. Halbuki, ertesi, gün hastayı kuvvetli oObir oObararet o sarstı. Doktor, bana, kolun kesilmesi zaruri olduğunu haber verdi. Şaşkın bir halde : —> Bu işi siz yapabilecek misi- Mütercimi : (Vâ - Nü) niz, doktor? - diye sordum. Zira, doktorumuz, henüz pek genç ve pek tecrübesizdi. Tıbbi- yenin son sınıfını bitirir bitirmez, harp patlak vermiş, biçare sefer- ber edilmişti Hoş neşeli bir çocuktu. Sualimi istiskal telakkı etmedi. — Bu işi de muvaffakıyetle yaparım, görürsünüz, görürsünüz, ei dedi. Allahtan ki, doktor, vapurumuza ibtiyatlı olarak binmişti. Eczahane tertibatı arasına Klorofom almaği da unutmamıştı. Ameliyat, geminin salonunda Her akşam bir hikâye Geceleyin, otomobil yolda gidi- yordu. Ahmet Ferit, gözlerini, otomobil fenerlerile aydınlaran yoldan ayırmaksızın, arka tarafta oturup ta çoktandır sesleri işidil- miyen iki kadına dedi ki: — Acıktınız mı?.. Uykunuz mu geldi?.. Ağzınızı açmaz oldunuz.. Merak etmeyin. Buradan üç kilo- metre ötede bhanımsı, ötelimsi, lokantamsı bir yer tanıyorum. Burada, ne yemekler yapılır, ne yemekler.. Bütün civardan, ubur- lar, karınlarını doyurmağa oraya gelirler . Üç kilometre ötede, yemekten yatağa kadar bütün ihtiyaçlarımız tatmin edilecek. Bu akşam, Ankaraya varıyoruz.. Buna hiç bir mani yoktur. Kadınlar: — Hiç bir mani yok!- cevabını verdiler.) Çok geçmeden, hanın ışıkları göründü. Bu ışıkları neye benzet- tiler, biliyor musunuz?Hani insan, uzun deniz yolculuğundan sonra, karanın ışıklarını 'görür.. İşte öyle bir tahassüse kapıldılar ve son derece sevindiler, Durdular. Otomobili bir oğlan karşıladı. Ahmet Ferit, ona : — Vay! Hüseyin gitti demek! - dedi. - Sen burada onun yerinde mi çalışıyorsun ? Hanın misafir odasına girdiler. — Haydı, çabuk! Bize yemek... — Ahmet Ferit, handa hiz- met gören adamın yüzüne baktı : — Cemal nerede ?... Vay, bu- mn bütün adamlar değiştimi e Kapıdan da bir kadın hizmetçi göründü. — Tuhaf şey! Burada büyük bir inkılâp var... Ümit ederim ki, yemekler filân, eskisi gibi nefis olsun... — Burasını şimdi başkası tuttu, efendim. Mediha ile Meliha, keyiflerinden güle güle kırılıyorlardı. Ahmet Ferit, görülecek bir haldeydi. Hanın hizmetkârları kapı önüne toplanmışlar. Sanki bu gelen müş- terileri seyrederek eğleniyorlardı. Abmet Feri kısmını göğsüne getirdi. İtiraf edeyim ki, ömrümde bu kadar uzun ve parlak kadın saçına te- sadüf etmemiştim. Tahammülüm taştı... (Başımı göğsüne dayadım ve bir yığın saçın arasında gömülüp kaybol- mak istedim. Onun ne hararetli bir göğsü,ne sıcak nefesi ve ne manalı bakış- ları vardı. O dakada(Şekispir)in şu sözleri kulağımda çınladı: Aşk, kinden daha çok kuvet- lidir. Sevince: Kusurlar, kinler, ıztıraplar, hattâ ihanetler, her şey unutulur! (Arkası var) yapıldı. Yemek masası, ameliyat | masası haline geldi. Zabitlerim muavin oldular. Bizzat ben ameliyat esnasında hazır bulunmadım. Lâkin, zabit- lerim, bilâhare neşe içinde kaldı- lar: — Ne diyorsunuz, kumandan? Bizim doktor, sade şarkı söyle- mesini ve şarap içmesini bilmiyor. Meğer, ameliyat yapmasını da biliyormuş, İşi, şayanı hayret bir süratle niyatletlendirdi. Akşam üzeri, biçare adamın başı uçuna gittim. Beti benzi son derece soluktu. Ateşi vardı. Beni tanıyamadı. Doktor: — Kendisine şimdi bir tuzlu su injeksiyonu yapacağım. Her halde kendini toplar! - dedi. Hakikatan da, tuzlu su, mucize gibi geldi. Bir saat sonra, arkadaşı- | | — Or! ai kızıyor | - iz homurdandı. Mediha, mendil içinde kahka- hasını boğarak: — Amau,ne mükemmel han, ne mükemmel ediyordu. Sözüm ona yemekler, masanın üzerine geldi. — Ufl ne berbat şey bunlar. bu berbat şeyleri yapan ahcı başı- nızı çağırın | Aşçı başı, acemi tavrile geldi. — Bu adamın aşçıya benzer hali yok!.. Oda bütün öteki hiz- metkârlar gibi.. Aşçı başı, aşçılığına nisbetle çok daha ince bir noktedanlık|!) gösterdi: — Aman efendim. aman.-dedi- beğenmedinizse başka kapıya bu- yurun! dedi. — Ahmet Ferit, küplere binme derecelerine gelmişti. — Buranın sahibi kimse onu çağırın bana, bakalım., Çok geçmeden, mektep med- rese gördüğü kılık kıyafetinden belli la bir bey içeriye girdi: — Beyefendi! - dedi. - oteli- mizden memnun kalmadınız mı? — Hiç bir şeyinizden memnun kalmadım. Ne oluyor, kuzum. hem, benimle alay mı ediyorsunuz? Siz, buranın sahibi değilsiniz. Ben, buranın sahibini tanıyorum. — Ben burasını yeni aldım. Şimdi sahip benim. — Uzun zamandan beri değil ber halde... — Öyle, efendim. — Acemiliğinizden belli... Müş- terileri kaçıracaksınız... Eskiden, Kömil beyin hanı diye buranın ismi çıkmıştı. Ankarada başı sıkı- lan, otomobiline atlar; buraya gelirdi. Burada âlâ yemekler, âlâ yataklar bulunurdu... Siz, bu tanınmış müesseseye top attırta- caksınız.. — Hani, uzun zaman muhafaza niyetinde değilim. Birkaç müşterim var; onlar da bana kâfi... Burasını başka türlü kullanmak niyetinde- yim... Görürsünüz ne iyi iş yap- mış olacağım. Abmet Ferit, rularak : — Hesabıma bakın... - dedi. - Biz gidiyoruz... Bu münasebetsiz yerde daha fazla kalamayız. Kadınlar, hayret ve alâkayla seyrettiler: Han sahibinin eli, Ahmet Ferid'in omuzuna indi, yerine tekrar oturtmağa mecbur etti. Soğuk bir tavurla: — Burada bu gece kalmanız lâzım! - dedi. - Sizi, öyle, kolay kolay bırakamayız, kuzum... Oto- mobilinizi abırın yanındaki garaja çektirdik. Fazla ısrar etmenizi tavsiye etmem. Ahmet Ferit, şaşalamıştı. Han sahibi çekildi. Hizmetkârlar, ka- pıda, insanı endişeye düşürecek tertibat almışa benzeyordu. Dışarda, bir ses haykırdı: servisl - diye (o alay satın yerinden doğ- mız kendine geldi. Gözlerinin bakışı bir Saral kesbetti. Buhranın önüne geçilmiş gibi görünüyordu. On gün sonra, küçük zabit, vazi- fesine yeniden başlayacak dere- cede iyileşmişti. Ertesi gün, ifa edecek hazin bir vazifem vardı. Arka güvertede, bir yelken bezine sımsıkı dikilmiş bir halde, üç dane ölü arkadaşımız yatıyordu. Cesetlerin üstüne büyük bir harp bayrağı serilmişti Bütün zabitan ve mürettebat en yeni üniformalarını geymişlerdi. Başların önlerine elemle eğmiş- lerdi. Bu arkadasları, akla gel- medik bir felaket bizden almış götürüyordu. Bahri adet mucibince, bir nutuk söyledim. Nutkun oakabında dua edildi. Sonra, üç arkadaşımızı denize koyverdik, Berrak suyun dibine yavaş yavaş inmelerini uzun uzun — Başkaları da İŞE leyse, (bunları, yemek odüsmdzü kendi odalarına gö- türün. Yeni gelenleri nahak yere telâşa düşürmesinler. z Bitişik odalarından konuşuyor- ar : — İşittiniz ve gördünüz mü?... - diye, Ahmet Ferit, kendi yerin- den kadınların tarafına doğru boğuk bir sesle seslendi. Mediha : — Çok garip! - diye mırıldandı. Hepsi de heyecanlıydı. — Yoksa, bunlar, oteli basmış haydutlar mı?... Otel sahibinin ve hizmetkârının ( yerlerini tutmuş olacaklardır.. Şimdi bizi bodruma indirirlerse, (o eminimki, O otelin hakiki sahibini de, hakiki hiz- metkârları ve aşçı başıyı da orada göreceğiz... Tuzağa düş- dük, tuzağa... — Bizi ne yaparlar acaba! — Soyarlar..' Belki de dağa kaldırıp ilemi fediyei necat isterler. — Ne yapalım? — Kapıları kilitliyelim, dinli- yelim. Işidiyor musunuz? Aşağı katta, şampanya şişele- rinin (o açılmasından omütehassıl sesler işitiliyordu. Gülmeler, hay- kırmalar, şarkılar... Ahmet Ferit, sersemleşmiş bir halde: — Sarhoş oluyorlar. Çok geç- meden gelip bizi boğazlıyacak- lar! - dedi. - yanımda bir tabanca bile yok! Kapı vuruldu. — Hah, Işte.. Haydi, kaçabilen kaçsın! - diye Ahmet Ferit, ilk önce, kadınların tarafına seslendi. Kapıları kilitlemişti. Pencereleri açtı. çarşafları biribirine bağlayıp ip haline getirdi. opencei sarkıttı. sonra, kendisi, yatağın altına girdi. “— Beni kaçmış sanırlar! -diye düşündü.- etrafta ararlar. Gün domadan da kendileri kaçar gider kurtulurum. Yatağın altında, sinirleri gev- şemiş bir halde, uyudu. Kapuya şiddetli şiddetli inen darbalar üzerine uyandı. Dişardan bir ses; — Öğle oluyor, kalkmayacak mısınız, beyim? - diye seslendi. Ahmet Ferit, başını, karyolanın altından çıkardı. Ortalık ap aydınlıktı. Komşu odadan kahkahalı sesler işidebili- yordu. Kapıyı açmak tehlikesini göze aldı. Eski garsonlardan birile kar- şılaştı. — Sen ha?.. Seni koyuverdiler demek? Eşkıyalar nerede? — Eşkıya falan yoktu, beyim. Mediha ile Meliha, gayet neşeli bir halde, odaya girdiler. — Sana oyun oynadık... Otel sahibi rolünü oynayan bekle dün gece, baloda ahbap olmuştuk. korkaklığını biliyordukta önceden böyle bir oyun kararlaştırdık. Aman, sen odana kapandıktan sonra, ne eğlendik, ne eğlendik, ne eğlendik... Nakili : (Hikâyeci) seyrettik. Hayallerini yirmi metre derinliğe kadar takip edebildik. Yirminci kısım Ceneral Lettow - Vorberk'e kadar gitmek meselesi Bir tahtelbahirle olan randövüm haber alındı. — Hattiüstuva'nın altında... — Disel motörlerim burma ağacı yağını hazmetmiyor, — Bütün plânlarım suya düşüyor. Çok geçmeden, Norveçli bir gemi elime geçti. Bu vapur, bek- lediğimiz o motörlerin, - tabir ca- izse - ideali mesabesindeydi. Madagaskara'dan geliyordu . Fransız ordusu için omekülâtle hıncahınç dolu idi. Ne mütena, ne harikulâde konserveleri vardı. Bütün bunlar, Almanya için, bulunmıyacak nesnelerdi. Vapur- da, üstelik, otuz ton da Mozam- bigue kaoçuğu vardı. (Arkası var)