26 Kânunuevvel 1931 Sahife 9 Tefrika No:15 İngiliz Casusu - LAVRENS ST 26 Kânunuevvel 1931 ANBULDA! Nakleden: İ. F. “Bir kaç gün sonra tekrar geliriz! ,, dedim ve ev sahibinin eline bir avuç altın sıkıştırarak (Habibe) ile birlikte kudüs'ten ayrıldım... — İşte, şimdi gözlerini açacak. Beni karşısında görür görmez derhal boynuma sarılaçak.. Kol- larımı bağlayıp polis karakoluna doğru sürükliyecek... Diyordum. Afyonun dalgasından kurtulmak için müşkilâtla ayağa kalktım.. Bir bardak soğuk su içtim ve şakaklarımı oğuşturarak, başımı pencereden dışarıya çıkardım. Şeria nehrinden kopup gelen serin bir rüzgâr yüzümü okşadı.. Derhal ayılmıştım. Esrar (o kahvahanesinde daha fazla kalmak, O tehlikeyi davet etmekten başka" bir şey değildi. Arkadaşımı uyandırmak, onunla beraber o kahvehaneden çıkmak istedim. Ne mümkün.. Şeyh Salih başka bir âlemde yaşıyordu. Göz kapakları mengene ile sıkıştırılmış gibiydi. (o Çehresinde neş'e ve huzur ifade eden çizgiler belir- mişti. Kulağına üfler gibi ses- lendim: — Haydı, artık gidelim... Şeyh Salih okadar baygın bir halde yatıyordu ki.. O sıra top atılsa duymıyacaktı. Polis hafiyesinin yüzüne baktım. Uyanma alâmetleri hisseder gibi oldum.. Yavaş yavaş esnemeler, gerilmeler başlamıştı. Bu tehlikeli yerden derhal uzak- laşmak lâzımdı. Şeyh Salihi orada bıraktım ve kahvehane sahibine: — Ben rahatsızlandım, eve gidiyorum. Arkadaşım uyandığı zaman kendisine derhal eve gel- mesini söylersiniz! diyerek sokağa çıktım. * #» Esrar kahvehanesinden derhal kalkıp eve gittiğime çok isabet etmişim.. Habibenin fena halde canı sıkılmış. Suratını asarak yanıma geldi: — Beni burada yalnız bıraka- caksanız, sövginizden şüphe ede- ceğim, Şeyh Abdullah! Heyecanımı gizliyerek kapıyı kapadım: — Senin için geldim, Habibe! dedim - bu gece kabileme dön- meğe mecburum. Seni de beraber götüreceğim! Habibenin gözlerinin içinde bin bir kadının gözleri güldü. Ümit edilmeyen bir sevinçle: — Beni Kudüsten kaçıracak mısın? Dedi. — Habibeden böyle müsbet bir cevap alacağımı ümit etmediğim için şüpheye düşt Teirika numarası: 85 Denizlere deşhet— ——— -salan tahtelbahir — Beni çok sevdiğin için mi benimle gelmeğe muvafakat edi- yorsun? — Hem sizi seviyorum, hem de bu suretle kabileler (arasında yaşamak arzusunu tatmin etmiş olacağım. Ben eskiden yani ço- cukluğumdan beri arap kabaili arasında yaşamayı çok isterdim. Siz karşıma çıktınız. Böyle bir teklifi nasıl reddedebilirim? Fakat henüz dün gece gelmişken, böyle birdenbire neden dönmek lüzu- munu hissettiniz? — Rahatsızlandım , Habibe - ciğim! Ben hasta olunca, aileme, yuvama yakın bulunmak isterim. — Güzel, makul bir temenni.. neniz var? — Midemden muztaribim.. — Bir iki gün daha burada kalmanız için, âcilen tedaviye imkân yok mu? — Hayır. Çünkü benim ilâcım burada bulunmaz. — Bir doktor çağırtsak.. — Ben kendi kendimi tedavi ederim. — Garip bir hastalık.. Habibe dudağını bükerek süküt etli, Ilk teklifime düşünmeden muva- fakat cevabı veren Lübnan dilbe- rinin biraz sonra beni manidar bir tavırla istintak eder gibi tazip etmesi canımı sıktı, Ben de sus- tum.. Sedire uzandım.. Habibe, odanın içinde, bir kaç saniye asabi adımlarla dolaştıktan sonra, birden, yaramaz bir çocuk hamlesile üzerime atıldı: — Beni sahiden seviyor musu- nuz? Genç kadının saçlarını okşaya- rak güldüm: — Hâlâ şüphe mi ediyorsun? — O halde ne bekliyoruz?! — Benimle beraber geliyorsun demek? — lik teklifinize peki demedim mi?! İşte, ben hazırım... Mizrahi nin hesabını gördüm. — Biz bir kaç gün sonra tekrar geliriz.. Arkadaşım avdet edince kendisine (Oomerak (o etmemesini söylersiniz! dedim. Ev sahibi hayretle yüzüme ba- kıyordu. Avucunun içine sıkıştır- dığım sarı altınlar Mizrahiyi lüzu- mundan fazla tatmin etmişti. Benim gibi yağlı müşteriyi kaybetmemek için yerlere kadar eğilerek teşek- kür etti: ( Arkası var ) 26 Kânunuevvel 1931 Bir Alman bahriyelisinin hatıratı Muharriri : Max Valentiner Iztırap ifade eden sözler, teselli, nasihatler, küfürler (| biribirine karışıyor. Güverte boşaltıldı. Bu esnada hayretle farkediyorum ki üzeri- mize artık mermi yağmayor. Vapura dürbünle bakıyorum. Üzerinde “beyaz bir bayrağın sallanmakta olduğunu görüyorum. Felâketimizi unutuyorum. Arka- daşlara, gırtlağımın bütün kuvve- tile haykırıyorum: — Dalmıyoruz... Herkes vazi- fesi başına... Düşman teslim oluyor. Adamlarım, ne süratle güver- Mütercimi : (Vâ - Nü) teden aşağıya kuşuştularsa gene o süratle güverteye koşuşuyorlar. Ön taraftaki top, endahat için gene hazırlandı. Halbuki, arka topun baş top- çusu izahat veriyor: — Arka top, tamamile demonte oldu. Hafif süratle, yaklaştığımız sırada, dürbünle vapuru pürdikkat göz muayenesinde bulunduruyor- dum. Bu esnada bir ses bana soruyor. — Kumandan! Yralandınız mı? — Nasıl? Bu ihtar üzerine, tepeden tır- O akşam, Celâl Ramiz sari hem mükedderdi, hem de - etek- leri zil çalıyordu. Mükedder olmasının sebebi, o sabah, kırk beş yaşıma basmış olmasıydı. Karşısında, karısı Suzan, azıcık iğrenç bir oburlukla, kemiğin iliğini sümürüyor... Ağzı dolu olarak: — Bugünkü yemek nefis, değil mi?- diye sordu. Celâl Ramiz bey, içini çekerek cevap verdi: — Pişirdiğin yemeklere diyecek yok, doğrusu. — Öyleyse mesele nedir? — Anlayamayacağın şeyler. — Öyleya: Ben, aptalım... Celâl Ramiz'in sükütu, bir cevaptan daha müthiş... Düşünüyor ki, on beş sene evvel, bu kadınla evlenmiştir. Ozaman, bu izdivaç, ona saadet vermişti. Ahi... Insanın, zarif ve ince bir kıza tesadüf ettiği zaman, onun, sonradan şişmanlayıp İapalaşaca- ını düşünmesi kabil midir? Karısı, son derece güzel ve fındıkçı bir mahlüktu. Babasının evinde tanı- dığı vakit, köpük gibi sarı saçlı, ince ve çalâk vücutlu bir yavru- cağızdı. Ne zarif, ne çıtırpıtır giyinirdi. | Konuşuş tarzı, hem neş'eli, hem de ciddi. Sanayii nefiseden anlardı. Edebiyattan çakardı. Hattâ, okadar ki, Celâl Ramiz, bu kadının karşısında, kendini, derse kalkmış bir mek- tep çocuğu addederdi. Heyhat! Bütün bu dekor, bir hayalden ibaretti. Bir kaç ay sonra, kocası farketti ki, Suzan'ın edebiyata ve sanayii (o nefiseye müteallik malümatı bir hayali hamdan iba- rettir. Zekâsı, vasattan aşağıdır. Zahiri nezaketi fostur; arkasında kabalık gizlidir. Bundan maada, genç kız, inti- zamdan, zevkten tamamile marh- rumdu. Şimdi, artık kendine koca bulmak ibtiyacında olmadığı için, hiçbirşeye ehemmiye vermemek- teydi. Köpük gibi sarı saçları, koyuldukça o koyulmuştu. Koyu kumral oluvermişti . Şunu da ilâve etmeli ki, Suzan, ender oburlardandı ... Mutfak işlerine son derece bir ihtimam sarfediyordu. Tabahat, ona, senayii nefisenin en belli- başlı bir şubesi halinde görünü- yordu. Kısacası, henüz otuz sekiz yaşlarında iken ellisinde gibi gö- rünüyorbu . Celâl Ramiz, bu ka- dına karşı, ancak istihfaf ve lâ- kaydi hissediyordu. (o Aralarında, manen çoktandır bir talâk olmuştu bile... Adamcağız, bütün bir gün zar- fında, bunu düşündü. Pek kritik bir yaşta yaşıyordu. Düşünüyor- | du ki, bu can sıkıcı boyunduruğu | boynunda taşımakta ne zamana kadar devam edecekti? Servet- lerini (o kaybetti! son nağa kadar kan deryasına battı- ğımı farkediyorum. o Yumuşak yapışkan bir cisim boynuma ya- pışmış ... Fakat, bu, birşey değil. Güvertedeki diğer arkadaşlar gibi ben de yaralanmamışım. | Ölüden sıçırayan kan ve etler beni bu hale getirmiş. Vapura dört bin metro yaklaş- tığım sırada, dürbünle bakarak farkettim ki, iki kayık Afrika sahiline doğru yol alıyor. Demek ki içindekiler vapuru terketmişler Birden bire müthiş bir itimat- | sızlığa düçar oldum. | Öyle ya: Bu vapur, beyaz bayrağı pek çabuk çekmiş değil miydi? Vapurun üzerine, seri bir ateş açtırdım. Tahliye edilmişti, şüphe | yok... Mütemadiyen ateşte devam parasını da yeşil çuha üzerine atan, kumarbazlar gibi bir tecrü- beye girişmeli değil miydi? Evet, böyle bir tecrübeye girişecekti. İşte, fırsat tam fırsattı. Zira, tayyare piyangosunun son bir keşidesinde, şöyle adamakıllı bir ikramiyeye konmuştu. Bunu da karısından gizlemek dirayet ve kiyasetini göstermişti. Elde böyle bir para mevcutken bütün müşkül- lerin önüne geçilirdi. © Kararı verilmişti bile... Ertesi günden tezi yok, evi terketti: Eskiden beri çalıştığı sigorta şirketine nasıl giderse, evden o tabiilikte çıktı. Zevabiri kurtarmak için sigortadan bir mezuniyet aldı. Zaten başka isimde bir nüfus kâğıdı hazırlamıştı. Oturduğu Izmir şehrinden Istan- bul'a doğru yola çıktı. Insafsızlık ta etmedi: Karısına bir meklup yok layıp merakta kalmamasını, sıh- hatte olduğunu, dükkânların kira- sile geçinebileceğini yazdı. Etekleri zil çalıyordu. Istanbulu çoktandır görmemişti. Müzelerden, camilerden haşlıyarak ber yeri gezdi. Sonra darülbedayi, sine- malar, barlar... Üçüncü hafta, kendini yorulmuş hissetti. Lokanta yemeklerinden midesi berbat olmuştu. Suzan temiz temiz, lezzetli lezzetli pişirdi- ği yemekler gözünde ve burnunda bir tütüyordu ki.. Sonra, yalnızlık da canma tak dedirmişti. Insan kırkını geçip de ellisine merdiven dayadıktan sonra, yeni simalarla münasebet peyda edemez; eskiden tanımadığı insanlarla bağlanamaz. Bir akşam, barlardan birinde Dümencizade'lere tesadüf etti. Bunlar, İzmir'den tanıdıkları idi. Suzan'ı da tanırladı. Ramiz, Istan- bul'a tebdil gelmiş olmasına rağ- men, bu eski aşinaların yanına gitmekten, onların ellerini sıkmak- tan kendini menedemedi. Birlikte birkaç saat geçirdiler: Ramiz bey Istanbul'da kendine muvafık bir kadın da aramıştı. Lâkin bunda muvaffak olama- mıştı. Aşkı kendilerine meslek ittihaz etmiş kadınlar arasında, ekseriya hiç kimse hoşuna git- mezdi. Onları ebleh ve manasız bulurdu. Ramiz bey, oturduğu otelin salonunda, bir kaç kere, üç dört kişilik bir kadın kafilesine rasladı. Bunlar, adamcığaza dikkat ve alâkayla baktılar: Zamane kızları ve kadınları, bu derece dikkat ve alâkayla, ancak Valantino'ya benzeyen gençler bakarlar... Bu sıralarda, Ramiz beyin Istanbul'a geldiğinin dördüncü ayı olmuştu. Artık enikunu canı sıkılıyordu. Izmirde, kendi evinde geçirdiği sakin ve dinlendirici hayatı arr yordu. Hattâ, lâpalaşmış Suzan'a bile, onun oburluğuna ve diğer ederek, ün süratimizle, vapura yaklaştık. Dürbünümü gözümden ayırma- dım. Bu da ne? Vapurun içi, adam doliydı. Içime fena halde azap oldu. İçi dolu olan vapura ne demeğe bu ateşi açmıştım! Şüphe yok ki, bu, askeri nak- liyat vapurıydı. İçinde awl aw adam vardı. Heyecan ve korku içinde, omuhtelif | istikametlere doğru koşuşuyorlardı. Tam bir karınca yuvası... U 157, takriben bin metreye geldiği vakit, vapurun arkasına doğru bir insan grupunun koş- tuğunu — farkettim. o Müsellâhan teşebbüse giriyorlardı. Topu gene kullanacaklardı. Adamlarım da, endahta hazır vaziyette durdular. Arka topu hedef ittihaz ederek ateş ettik. Tam isabet vaki olmadı. Lâkin münasebetsizliklerine bile razı idi. kapıyor, tatlı hayaller içinde karı- cığım tasavvur ediyordu. Fakat, dimağı, Suzan'ın on beş sene evelki hulini “düşünmeğe daha ziyade meylediyordu. Oteldeki dürt kişilik kadın grupu içine bir beşincisi daha karıştı. Bu kadımn karşısında, Ramiz'in kalbi hop etti. Aman yarabbi: Suzan'a ne kadar ben- ziyor! Tıpkı Suzan... Lâkin, on sene gençleşmiş bir halde... Yirmi kilo kaybetmiş. Saçları, Ağustos ayın- daki buğday başağı gibi sararmış ve piril pırıl... Otel sahibinden öğrendi: Genç kadımn ismi Hidayet... Şimdi artık Ramiz'in gayesi, bu kadınla münasebet tesisiydi; tanışmaktı... Hidayet, onunla tanışmak husu- sunda müşkülât köstermedi. Sesi de Suzan'nınkine öyle benziyorki... Şahsı hakkında izahat verdi: Ev- lenmişmiş... Lâkin, kocası, sefil herifin biriymiş... Onu döküvormuş Tarabazonda oturuyorlarmış. Genç kadın, kocasından kaçarak bura- ya gelmiş. Mücevheratı varmış, onları satarak geçiniyormuş. — Ne şaşılacak şey! - dedi. - benim, Suzan isminde tanıdığım vardır. Ona öyle benziyorsunuz ki.. — Ferit Münir beyin kz Suzan mı?.. — 1. Evet!... Ramiz, şaştı. Ferit Münir, ismiydi. — Ferit Münir bey, babamdır.. Suzan isminde de üvey bir kız kardeşim vardır. İşte, bu izabat, (o Hidayet'le Suzan'ın müşabehetini izah için kâfi (o gelmişti. Hakikaten de, Suzan, ona, babasının, Trabzonda, annesinin üstüne evlendiğini, bir de üvey kardeşi olduğunu anlatmıştı. Hidayet'le ahbaplığı ilerlettiler. Kur kur üstüne... Derken, genç kadın, Ramiz'in odasına gelmeğe rıza gösterdi. Ertesi sabah, uyan- dıkları vakit, Ramiz, kadının niçin bir kahkaha” kuyoverdiğini anla- yamadı. Fakat kadın izahat verdi: — Aptal! Beni tanıyamadın mı?. Ben Suzan'ım... Senin karın!... Ramiz, aptal aptal kad züne baktığı esnada, Suzan izahat verdi: Ağabeysi, Istanbul'da “gü- zellik müessesesi , nin doktoru değil miydi hani?.. İşte, onun üzerinde, kadınları gençleştirme ve güzelleştirme usullerinin hep- sini tatbik etmişti. Pelte gibi Suzan'ı, dört ay zarfında tendrüst Hidayet şekil ve şemailine sok- muştu. Hattâ, kocası tarafından tanınmıyacak bir hale getirmişti. Kadın: — Allah razı olsun senden ki kaçıp gittin kocacığım! - dedi. - İşte, aklımı başıma (topladım. Derlendim, toplandım... Kendimi sana beğendirdim... Fakat, haydi bakalım, topla bavulunu... Eve... Nakili : (Hatice Süreyya kayın pederinin topun oş mecburiyetinde kaldılar... Birdenbire, yeni bir bozgun hosule geldi. Bazı insanlar, ken- dilerini o suya attılar. Elektrik düdüğünü çalıyorum. Adamlarım ateşi kestiler. Şimdi, artık, biribirimize çok yakınız... Geminin güvertesine, parmak- lıklara dayanmışlar; zenci asker- ler, devâsa tehtelbahırımıza korku içinde bakıyorlar. Vapur, elek gibi, delik deşik olmuş... Obüslerimiz onu bu hale getirmiş... Denize iki tane kayık indiri- yorum. Bunlardan bir tanesi, ba- tan düşman vapuruna vazife ile gidecek; ötekisi de, obüslerden sersemleyip su sathına çıkan ko- caman balıkları yakalıyacak.. (Bu balıklara çok ihtiyacımız vardı doğrusu !) (Arkası var) mEz- KAYA İN