Sahife 6 “ Roman tefrikamız: 66 16 Teşrinlevvel 1931 HİNT YILDIZI Yazan: İskender Fahrettin Elli bin hintliği telâşa düşüren mukaddes boğa güreşi yarım saat bile devam etmedi. Azgın boğanın boynuzları kırıldı.. Hintli delikanlı galip gelmişti. — Gözlerimizin anlaşması kâfi değil mi? Diyebildim.. O, gözleri yerde, cevap verdi: — Kulaklarımın da bir hakkı var, seyyitl bunu ağzınızdan işit- mek istiyorum! beni seviyor mu- sunuz? İçimde yenilmez bir heyecan vardı.. Yogodayı üç yüz milyon- luk bir insan kesafeti arasında benden daha derin ve riyasız bir aşkla sevebilecek bir Hintlinin mevcudiyeti tasavvur edilemezdi. Yogodanın, insanı yakan, ezen, mahveden öyle ateşli, coşkun, sehhar bakışları vardı ki... Onun beni ezen ve üzen nazarları kar- şışında her gün biraz daha eridiğimi, her gün bir az hüviye- timi kaybettiğimi hissediyordum. Buna rağmen, Yogoda, her gün sorardı: —Beni sevmiyor musun, Seyyit? Ben, bu suale maruz kalmaktan hoşlanıyordum. Derhal başımı önüme eğer, Onun ince, zayıf ve sarı parmaklarını avucumun içine alır, sıkar, büker, oynardım. Onun bu samimi suali, benim de manalı sükütum bir itiyat ha- Jini almıştı, Ben, bu sualin nasıl bir ibtiyaç- tan doğduğunu biliyordum. O da benim sükütumdeki manayı anla- mıştı. Birbirimizi seviyorduk.. Günler geçtikçe artan, alevlenen derin bir aşkla seviyorduk.. Kalplerimiz evimizin etrafına ekilen mukaddes izdivaç tohum- larının filizlerini bekleyemiyecek kadar taşkın ve coşgundul * Ğ .. Bir ay sonra. Bombaydan gelen gazeteleri okudum. Otuz günden beri haberim yoktu. (Lamaya ) nihayet Bombaydan muntazaman gazete getirtmek çaresini bulmuştu. Kucağımda bir yığın gazete vardı. Evvelâ dünya sulbune ait yazılara göz gezdirdim. Sulbe ait en ufak bir emmare bile yok! - Bütün gazetelerde (Hinden- burg) un ismi ve resmi var. Bu ne müthiş adam! Muazzam Rus ordularını batak- lıklara gömmüş.. Almanlar Rus cephelerinde (omuzaffer, (fakat, diğer cephelerde kahkari hezi- metler var. dünyadan Tetrika numarası: 27 Denizlere dehş salan tahtelbahir ait havadisleri ince, neşeli Memleketime ararken, bahçeden bir ses aksetti: — Seyyit... Seyyit... pencereden başını uzat.. Evvelâ semaya sonra yere bakl Derhal pencereye koştum.. ba- şımı uzattım: — Ne var, Sevgili Yogoda? — Müstakbel saadetimizin ilk müjdecisi... Mukaddes tuhumlardan yeşil bir yaprak çıkmış, görüyor musun? Ve ilk sözünü tekrarladı: — Evvelâ İndira nın simasına bak, Seyyit! Bu sabah güneşle beraber doğan bu aziz yaprak, bize, semalar hakiminin müjdeci- sidir. Ellerimizi semaya kaldırıp dua edelim. Evvelâ semaya, sonra mukad- des tohumların ekildi; yere baktım : Taze doğmuş ufak, yeşil bir yaprak.. Yogoda yere eğildi ve yaprağı üç defa öptü. Sonra eline bir su kovası alarak evin etrafını sula- mağa başladı. Pencereden seslendim : — Bana ihtiyacın var mı, Yogoda? — Her zaman.. Fakat, şimdi değil. — Sana yardım etmemi ister misin ? — Hayır.. Ben bu aziz vazifeyi bizzat kendim yapmaktan zevk duyuyorum.. — O halde bana müsade et, şu gazeteleri gözden geçireyim, olmaz mı?; Yogoda gülerek başını salladı. Pencereden cekildim. Hasır sedirin üzerine uzandım. Oyuncaklarını kucağından ayır- mayan bir arsız çocuk aç göz- lüliğile gazeteleri kucakladım. Bir aylık hadisleri okuyurum: — Lloyd Corcun nutku: “Umu- mi harp dört seneden fazla de- vam edemez. Beşeriyetin bundan ziyade çidale tahammülü yoktur!,, Kayser Alman ordularını teftişten avdet etti.. Hindenburg: “Ruslar bataklıklarda O bogulmağa mah- kümdur!,, Diyor.. Amerika, leva- zımı harbiye sarfiyatından dolayı, serveti umumiyesinde bir misli tezayüt görülmüştür.. Bombayda Hint milliyetperverlerinin isyanı, menküp bir mibracenin kızının vefatile sükünet buldu! Bu son havadis üzerinde tevak- kuf ettim. İngilizler, acaba, Yo- goda'yı hakikaten öldümü zan- nediyorlar? (Arkası var) 16 Teşrinievvel 1931 et Bir Alman bahriyelisinin hatıratı Munaıriri: Max Valentiner Aksi takdirde, gözcüm bunu görebilirdi. İhtiyatla yaklaştım. Ansızın, gayet vazih bir ses işitiyorum. Ne saadet: Kuzenim.. Evet, Kuzenim Wegner!.. Bizim gemiye geliyor. Anlata- cağı pek çok şeyler varmış — Hebrideste bir çok gemiler ve bir kruvazör batırdım. Madem o batırmış, oldu olacak bende batırsaydım barı... Esefle, yirmi bin tonluk gemiyi düşü- nüyorum. Daha neler neler ba- tırabilirdim. Mütercimi : (VA - Nü) Ne yapmamız lâzım geldiğine dair düşünüyoruz. Ben şu fikir- deydim: Bizim erkânı harbiyenin bu işe iki tahtelbahır birden göndermesinin sebebi, bir tahtel- bahrın akla gelmedik bir sebep- ten dolayı randevu mahalline geç kalması olacaktı. Şimdi, iki tahtebahir fazlaydı. İkisi birden faaliyete geçecek olurlar ise biri birlerinin faaliyetine lardı şüphesiz. Kuzanim: ket vurur- — Pek âlâ öyle ise... - dedi.- | Ben buradan gideyim. Samimi surette vedalaştık. Zenginleşmiş tüccarlardan Nesip Şeref beyle zevcesi, bin dokuz yüz küsur senesi martının sonun- da Maçka'daki kendi evlerinde büyük bir ziyafet (veriyordu. Davetliler meyanında, Türkiye'nin Aksayı şark (o şehbenderlerinden Gıyaseddin Kemal bey ve zevcesi, mebus Ramiz Ramizi bey ve birçok sanatkârlar bulunuyordu. Hülasa, en yüksek münevver tabakadan on iki kişi kadar insan bir dam altına toplanmış bulunuyordu. Ev sahiplerinin sonradan gör- müşlüğünden midir, nedir, biline- mez, bu davetde bir suri yaldız mevçettu. Bir çekingenlik, bir “ yerine oturamamışlık , dikkati celbediyordu. Tam ilk yemeklerden birini yiyorlardı ki, şehbender beyin zevcesi Semahat hanım, birdenbire hafif bir çığlık kopardı ve hav- lusunu ağzına götürerek ayağa kalıktı. Tüccar Nesip Şeref beyin zevcesi Feriha hanım, derhal, Semahat hanımın yanına koştu. Aynı zamanda, şehbender beyde karısına koştu. Alçak sesle, ona, “ne oldu? ne var?,, gibi sualler sormağa başladı. Ev sahibesi, hazıruna kısa bir “ af edersiniz!,, dedikten sonra, şehbenderle karısını kendi dai- resine doğru yürüttü. Herkes, mütehayyir bir süküt içinde, biribirini nazarlarile istifsar etti. Tüccar: “— Vallahi ne olduğun ben de anlıyamadım! -dedi.- Feci bir şey yoktur sanırım... Yemek devam etti. Fakat, ortalığın keyfi, git gide kaçıyordu. Biraz sonra, demin içeri gidenler geri döndüler. Genç kadın gayet solgundu; fakat mütebessimdi. İnce parmaklarının ucunda, penbe kâğıda sarılmış minik bir paket tutuyordu. Ev sahibesi, yerine oturarak, anlatmağa başladı: — Hanımefendinin başından pek harukulâde birşey geçmiş. Düşü- nün. İstiridye yerken ağzına bir inci gelmiş. Bir çok misafirler, bir Ağızdan: — Dişinize birşey olmadıya.. Biryeriniz acımadıya, hanımefendi? -diye sualler sordular. Genç kadın: — Bir yerim ağrımadı amma, dişimi kıracağım diye korktum! -dedi.- Hatta, bir an, dişimin kırıldığını zannettim. Ne heyecan geçirdiğimi tasavvur edin. Mebus beyin zevcesi, alâkayla sordu: Halbuki, onu yanımdan sav- mamalı imişim. Böylelikle ihtimal, hâlâ berhayat bulunuyordu. İhti- wal, İngiliz muavin kruvazörü olan Barolong'un udamları. onu kıstırıp mahvetmezlerdi. Bu alçak O herifler, (denizde yüzen kazazde bahriyelilerimizi, tüfekle, ördek avlar gibi, öldür- müşler. Fenerin altında elli metro kadar yol aldım. Fener, dik kayalar üzerine dikilmişti. Işıktan kolu, denizin üzerinde dolaşıyordu. Birçok küçük gemiler, ihtimal ki pilot gemileri, etrafta dolaşmak- taydiler. Vaziyet, insana emniyet verecek bir vaziyet değildi. — Bir şey görüyor musun? — Hiç... hiç bir şey görmu- yorum. — Hazir olduklarını bilsek., — İnci nasıl şey? — şte efendim. İçerde dikatla | yıkadık, sabunladık.. Diyerek şeh- benderin zevcesi, elindeki penbe kâgıdı uzattı. — Ne harukulade inci bul Inci, elden ele dolaştı. Bütün davetliler hayretlere düştüler. İçlerinden bir danesi, kıymettar taşlardan anlardı: — Lâakal beşbin lira eder! - dedi. Bu rakkam, herkesin hayretini mucip oldu. Bilhassa şehbenderle zevcesi son derece şaşırmışlardı. Bulunan kiymetli taş kime aitti? Onlarca şüphe yoktu: Bu incinin zuhur ettiği istiridye, bir ziyafete, kendilerine bedava olarak veril- mişti; demek, hibeydi; demek, inci de onlarındı. (Bundan daha mantıki ne vardı? mevzu kanun- lara göre de, bu, böyledir.) Lâkin, Ev sahiplerinin noktai nazarları tamamile başka türlüydü. yüzlerini buruşturmuşlar; kaşlarını çatmışlar,, küçük kiymettar taşın masa Üzerinde elden ele seyahatini takip ediyorlardı. Kocası : “Bu inci bizimdir! - diye düşünüyordu. - Biz, şeh- benderin karısına, ancak beş kuruş kıymetinde olabilecek bir istiridye hibe ettik. Amma, ona beşbin liralık bir hibede bulun- mak asla aklımızdan geçmezdi. İnci döne dolaşa tüccarın karı- sının eline gelince, ev sahibesi, gayet soğuk bir tavurla, bu kıy- mettar taşı, bardağının yanına koydu. Başka şeyden bahsetmeğe başladı. Kocası, bu haraket üzerine, rahat bir nefes aldı; ve karısına, tasdikkâr bir ifadeyle başını salladı. Şehbenderle karısı, ev sahip- lerinin bu kabalığı ve hudbinliği karşısında, kaplarına sızamaz bir hale gelmişlerdi. Artık gözlerine inciden başka bir şey görünmeyor; kulaklarına tek söz girmiyordu. Nasıl? Mallarının üzerine mi otur- mak niyetini besleyenler vardı? Hayır, bir söz söylememeli. Ka- balık olmasın. Zira, belki heman şimdi, ev sahibesi, inciyi hakiki sahibine iade eder. El'intizarü eşeddü minen'nar olmasına rağ- men bekleyorlardı... Fakat, malın sahiplerine iadesi, geciktikçe geci- kiyordu. Bittabi, bütün bu anlattığımız cihetler, diğer ( davetlilerin de dikkatini (o celbetmekten (o geri kalmadı. Mamafih, sofrada muhavere, devam edip duruyordu. Yalnız şehbenderle karısı ağızlarını aç- mayorlardı. Ev sahipleri, muha- — Gelirler, gelirler. Lâkin, gelmediler. Ümitlerimize rağmen, gelmedi- ler. Gün doğunca, tahtelbahrımızı kırk metre derinliğindeki suya batırdım. Orada sınıp bekledim. Akşam üzeri, su satbına çıktım. Haritamın üzerine eğilerek mevkii dikkatle gözden geçirmeğe baş- ladım. Hiç şüphe yoktu. Fvet, şüpheye hiç mahal yoktu. Gelin- mesi lâzım gelen yere gelmiştik. Yalçın kaya üzerinde bir heyulâ gibi yükselen fener civarını gene aradım. Hiç... Hiçbirşey... — Youyau'yu (<Yuyu'yu) ha- | zırlayınız!- emrini verdim. ( Bu Youyau dediğim, kücük kayıktı.) Bütün sahili, adım adım, karış karış araştırdım. bizim - 7 e v yet bii YİD sy amdan i LE 16 Teşrinievvel 1931 verenin başka zeminde sürük- lenmesine fevkalâde dikat sarf ediyorlardı. Sanki, böylelike inci - mevzuunu Oöleme o onutturmak isteyorlardı. Yemek, bu suretle, buğucu, öldürücü, bir hevayı nesimi içinde uzadı ve nihayete erdi. Ev sahibesi yemekten kalkınca inciyi sofrada onutmuş gibi yaptı. (Bittabi, niyeti sonradan geri dönmek, onu oradan almaktı.) Şehbenderle karısı, böylelikle, odadan çıkmak; ve, heyhat, sev- gili incilerini orada bırakmak, i ondan ayrılmak mecburiyetinde kaldılar. İçtimai (omevkileri ve terbiyeleri, inciyi, geçerken ora- dan almak imkânmı onlara ver- mişti. Mamafih, ümitleri olma- mıştı. Dur bakalım. Belki bir bahaneyle tekrar yemek odasına dönerler, sevgili hazineciklerini alırlardı. Maalesef, aradan ancak yirmi dakika geçdikten sonça, iki mu- , hasım taraf yerlerinden kıpırdan- mak imkânını bolabildiler, Yemek odasına ilk süzülebilen ev sahibi oldu. Şehbenderin ka- rısı, tehlikenin azemetini farket- mişdi; kocasına: — Sende arkasından git. Inci- mizi iste! - dedi. Şehbender, hiç tereddüt etmek- sizin, Ev sahibinin arkasından yü- rüdü; ona dediki: — Karım aklıma getirdi efen- dim: Meşhur incisini masanın üs- tünde unutmuş.. Tüccar, birdenbire geri döndü. Sıkılmış bir halde: — Zanedersem aramızda bir sui tefehhüm var efendim... — Suitefehhüm mü?... Kimbilir, daha ne kadar konu- şacaklardı. Fakat, bu sırada, masanın önüne gelmişlerdi. İkisi birden: — İnci yok! - diye, adeta bir çığlık kopardı. Bu çığlığa, karıları koştu. — Ne oluyor? ne var? — Ne olacak? sofrayı topla- mışlar. İnci ortadan kaybolmuş. — Örtüyü çektikleri vakit yere düşmüştür. Yerde aradılar; yok. Hizmetçileri sıkıştırdılar; yok. Çöplerin arasına baktılar; yok. Akla gelen bütün tedbirlere baş vurdular; yok. Yok, yok, yok hasılı kelâm! Hizmetçiler mi aşırmıştı. Yoksa diğer bir açıkgöz mü. Yoksa, sahiden inci kayıp mı olmuştu? Yoktu... Şeytan alıp götürmüştü. Garip değil mi? İki muhasım taraf da, bu neticeden müteessir olacak yerde, nispeten memnun- dular ! Ohl ne sana, ne bana... Gariptir şu insanlar... Nâkili: (Hatice Süreyya) Bi — Bir ziya görünüyor! - diye haber verdi. Evet.. ötede, bir az ötemizde bir ziya ışıldayordu. Mamafih, “ötede, dedim diye, pek yakında zannetmeyiniz. Işık epice uzakta gözüküyordu. Hem de bir tek ışık değildi. Muhtelif ışıklardı. Bekliyoruz. Bekliyoruz. Artık sabrım tükeniyor. Gece, saat bir. Projektorümü yakıyorum. Bütün civarımı araştırmağa başlıyorum. Yalçın kayalardan başka hiç bir şey görünmiyor. Bir Fener bekçisi için, bu pro- jektörün nereden geldiğini anlamak pek kafa yorucu bir meseledir; tasdik ederim. Ufuk ağarıyor. Bulutlar teşekkül ediyor. (Arkası var) p'