| SULTAN KABUSLARI MMAM ZL YAYHAN *Gizli cemiyetteki ar kadaşlardan birinin ihanet etmek ihtimali var Tefrika Böğürleri körüklenen al iğdi- «in dizginlerine yapıştı. Avucuna bir gümüş mecldiye Hüraktığını görünce, ağzı ve yü- “zü sırıtmıştı. Şaşkan gaşkın ba- karak yerden temennalar çaktı; 'Tam bir küfe dolusu ekmek pa- ram, Kargıkl kaldırım önünde bek- Jeyen boş paytona atlayan esra yengiz adamın ardından baka kalmıştı: Avucuna ağır basan mecidiyenin büyüsü ile sersem- İemiş gibi idi. Araba giderken Başını döndürüp gülümseyen Kleanti: «Zavallı çocuk!» diye mırıldandı. Arabayı Karaköyde durdur - muştu, Büyük tehlike atlattığı- “na inanıyordu. Fırın yanındaki içkili lokantaya daldı. — Gözleri kararacak kadar yorgun ve kar m açtı. İki kadeh rakı çekip boş “midesini nefis yemeklerle doldur Guktan sonra dimağına cilâ göz Şlerine fer gelmişti. Sabahtanbe- Yi yaptığı işleri göyle bir yekün "iyerek gülümsedi. Şimdilik u- “Mut kırıcı bir şeycik yoktu. Şu, zaptiye Mehmet meselesi yoluna Birecek olursa, Malta köşkile mükemmel muhabere edebilecek “tide... Garsonu çağırarak: «Şuraya, Havyar hanına kadar gidebilir “Hiydin?> dedi: * — Birisini çığıracaksın. — Gidelim efendim. — Güzel. (Bir çeyrek tutuş- turdu) sekiz numaraya gidersin Zahire komisyoncusu Mihal efen diyi arayacaksın: Amcan seni İstiyor der ve alır getirirsin. Daralar gibi olan garson: «Sekiz numarada Mihal efendi> Giye tekrarladı. Döndüğü zaman Kleanti ikinci kahve fincanını yarı etmişti. Lokanta kapısın- dan gülümseyerek giren uzun boylu, zayıf delikanlıya yanın- da yer açtı. Yeğeni Mihal, say- B göstererek karşısındaki san- dalyeye ilişti: Zahire tüccarı Kaporel sizi Bordu. — Peki, sultanın hafiyeleri bizim yazıhaneye uğ- Mnıımım bilmiyor mu? — Bilmesine bilir amma, ga- yet ehemmiyetli bir mesele için geldiğini söyledi. — Gayet ehemmiyetli?! (Göz Jerine baktı) neymiş bu? Garson geldiği için kestiler. ,Bir tatlı ısmarlayarak garsonu “Bavan delikanlı boynunu uzata- Tak «Çok ehemmiyetli - olduğu :lwhyoı- amca!» diye fısılda- — Gizli cemiyetteki arkadaş- Jarınızdan birinin size ihanet et- mesi ihtimali varmış! — Benim ihtimal üzerine he- Bap yürütmediğimi bilirsin. Göz lerile görmüş ve kulaklarile duy muş mu? — Yıldız.sarayında padişahın kahveci başısı Hacı Mahmut e- » fendi ile görüşürken — görmüş. (Sesini daha alçalttı) sonra yan Jlarına ikinci kâtip Lebip bey / gelmiş! Kendini tutamıyarak: «Adı?» Giye bağıran gök gözlü adam, toplanarak etrafına bakındı: — Adı ne imiş Mihal? — Söylemedi. Yalnız amcana söyleyebilirim, dedi. Dirseklerini mermer masa ke- narına dayıyarak çenelerini a- vuçları içine aldılar. Yirmi, yir- mi bir yaşlarında olan delikan- h da gizli cemiyete dahildi. Kle- Antinin Osmanlı Bankasında ça- lhişan kardeşinin oğlu olduğu i- No. 71 gin; en mahrem işlerde kulla- mliyordu. Hattâ, Üç buçuk ay evvel zaptiye Mehmedin getirdi & gizli mektupları Muhtar bey- den alan ve amcasına teslim e- den de bu çocuk idi. Kleanti u- kulla sordu; — Kaporel Benim için rande vu vermedi mi? — Hayır, Yalnız sizi göremez se tekrar yazıhaneye uğriyaca- Bını söyledi. — Tamam. O beni «mahfel- de> aramış olacak. Tabif bula- madı. (Sesini iyice pesleştirdi) sana gelirse beni gördüğünü ve hainin adını sana vermesini ri- ca ettiğimi söylersin. Hesabı görerek kalktılar. Ge niş caddede insan kalabalığı kay naşıyordu. Kleanti Skalyeri, üs tadı bulunduğu Prodos Mason mahfiline uğrıyarak Kaporelin uğrayıp uğramadığını soracağı- ni> söyledi. Genç yeğeninden ayrılmak istediği anlaşılıyordu. Soğukkanlı cüretkâr adamın ba kışlarına endişe bulutları çök- müş gibi idi: Gizli komiteye da- hil olmadığı halde Mason mah- fili âzasından bulunan Kapore- lin sırf «Biraderce> bir hizmet- te bulunmak maksadile hareket ettiğine güphe etmiyordu. «Ka- porel biraderin cemiyet âzaların dan hiç birini tanımadığını» dü- günerek sarayda kahveci başı ve ikinci kâtiple görüşen adamın, mutlaka Kleanti Skalyeri adın- dan ve cemiyetten bahsetmiş olması lâzım geleceği neticesine yardı. Bu takdirde, «Hainin> Bizli birlik âzasından biri olma sına şüphe kalmıyormuş: * Mahvolmuşlar demekti. - Bü- tün bildiklerini Ifşa etmişse mah volacaklardı. Hâlâ yanında du- rarak yüzüne bakan Mihalın e- lini tuttu: — Biz bu gece Cerrahpaşada- yız. — Gitmeseniz Iyi amca! — Arkadaşlar orada toplana- cak. — Bir defa Kaporeli görsey- diniz. — İşte mahfile - gidiyorum. Bulamazsam yazıhanesine uğrı- yacağım, O sana gelirse hainin adını rica ettiğimi söylemeyi u- nutmazsın ve alâcağın ismi Cer rahpaşadaki malüm eve getirir- sin! 4«Yakında senden ehemmiyet- li hizmetler bekliyeceğiz Mihal'» diyerek genç adamın ömuzunu okşadı. İki zıt istikamete ayrıl- dılar. Prodos mahfilinin bulun- duğu gizli eve giden üstad, hü- #usi parolayı vererek girmişti. Kapıyı aralayan balmumu yüz- Tü hiçmetçi, sol elile yarım haça benziyen bir işaret yaparak yol verdi. Öteki, limon renginde bu- Tuşuk derili zayıf yanağını ök- şadı: — Yukarıda kimse var m? — Bütün biraderler gittiler. Kimse yok. — Kaporel birader uğradı mıç — Sabah ve öğleden az evvel Bizi sormuştu. — Bizim için hususi bir şey söylemedi mi? — Hiç bir şey! Süt beyazı mermer taşlıktan geçerek yukarıya çıktılar. Kapa h pancurlarından aşık sızmayan odalarda derin bir. kuytuluk ve ürküntü veren sessizlik vardı. ederdiniz. N Fâhiş Yanlışlar Ararken Efhaş Yanlışlara Düşen Âlimler illardanberidir, ilmi sıfa Yum kaybederek, kahveha- ne-i Jaklakiyyât hâline s0- kula gelmiş olan merhum Türki- yat Enstitüsünde, aynı kuyruk acısıyla toplanan, yârân-i efanın yayınlamakta olduğumuz eserlere kargı, kendilerince, hücum tasar- ladıkları ve Türk edebiyatı garje- dökuru sayın Ali Canip Yönte- min de, keskin ilmf kalemiyle, bu nu yayınlamağı Üzerine — aldığı, son günlerde ağızdan ağıza do- laşmakta İdi, Şimdi de, matbuat Bahasına aksetmiş bulunuyor. Sayın Şarjedökur!. Hareketi- niz, cünelâ-yi Arabın «Hel min mübariz!» diye ortaya atılıp, at oynatan pehlivanlarını andırıyor. Altında o husümetiniz sırıtmasa, jestinizin necâbeti, doğrusu, ho- şa giderdi. Bir çok arkadaşları İlgilendiren bu ganlı teşebbüste ön ayak oluşunuz, büyük bir fe- dakârlıktır. Fakat, Sayın Şarje- dökur, bırakınız, bir kısmına da onlar el atsınlar!.. Aceml çocuk- ları, karagöz gibi kirli bir perde arkasından oynatmakta sinsi bir haz duyan o, tertemiz (!) ellerin hangi necip, hangi asil simâlara alt olduğunu millet de görsün, efkârı umumiye de öğrensin. Çok Sayın Şerjedökur!.. Arada Şunu da söyleyeyim ki, benim iti- yadımda, ne sokaklarda çalınan davul zurnaya kulak vermek, ne de komşuların süprüntülüklerini eşeleyip yiyecek aramak vardır. İşim o kadar çok, vaktim de o kadar azdır ki, diğerlerine yaptı- ğım gibi, sizin bu çok değerli, çok öğretici ve çok yükseltici ya- zılarınıza da cevap vermeği, emin olabilirsiniz ki boş ve o yüksek, inci dolu -öğütlerinizi, o yüksek hatırımz için, hoş görüverirdim. Fakat azizim, işi, o yüksek mehâ- retinizle, yüksek vâdilere sürük- lediniz. İşe, «Çünkü, ortada vika ye edilecek bir Üniversite haysi- yeti mes'elesi vardır. Bir profe- Bör de nihayet insandır, hatâ e- debilir. Fakat bu hatâ ancak te- ferrüatta müzur görülebilir. Fa- kat, mütehassıs olması lâzım ge- len, mevzuun ana hatlarında gü- fil görünmesi zihinlere durgunluk getirir, İnsanı meyus eder.> diye büyük bir IAf katıştırıverince, gönlüm Bizi böyle büyük bir ye- ise kaptırmak istemedi. Atalarımız «Büyük - söyleme, büyük lokma ye!...» derlermiş. Bu da sebepsiz olmasa gerektir. Siz, bundan gâfil miydiniz, niçin bu büyük sözleri söylediniz?... Her neyse, size uymak bana ya- kışmaz. (El - bâdi azlem.) Tenkidiniz üç noktada toplamı- yor: Biri, «Beşir Çelebi Tarihi>. Bu hususta, size cevabı yersiz görü- yorum, Çünkü, o işin kodaman mütehassısları bana geldiler, ce- yaplarını da aldılar. İsterlerse, yine gelirler, yine konuşuruz. İkincisi, - <«Yusuf-ü Züleyha>, Üçüncüsü —de, — «İskendernâme» mes'eleleridir ki, fakülteye teşri- finiz sırasında, dersler taksim 0- lunürken, — ihtisasınızın — XVI, asır Osmanlı edebiyatı olduğunu söyleyerek, O vazifeyi deruhte et miş olmanıza rağmen, bir edebi- yatçı olduğunuz için, bu mes'ele- leri de hudüd-i tetkikatımıza sı- Bıştırabileceğinize inanmak iste- rim. Fakat, yârân-i sefâdan bazı- (Devamı var) Yazan: BEHÇET SAFA Derken Fikretin çıkagelişi... Sevim Kasım ayında ölmüştü. Şükran ancak yazın Mayıs için- de ve Leylâ hanımın refakatin- de olarak oraya gidip gelmeye başlamıştı. Bununla beraber bu Bezintilerden zevk alıyor, orada Ooturmayı tercih ediyordu. Bir gün bir toplantıda çay i- gerken arkasından bir erkek se- — Ay, Şükran değil mi bu? de Başını çevirdi. Kıpkırmızı ke- #ilmişti. Bu zat Fikret beydi. Fikret dudâklarında alaylı bir tebesaümle baş ucunda duruyor- du, — Beni hatırladınız mı? dedi, — Hatırlamaz olur muyum? — Âlâ... Ben de belki unut- mauşsunuzdur, diye korkuyor- dum, Çünkü epeyce zaman var idi görüşmedik, — Evet — Galiba gu yıldönümü top- lantısındanberi,.. Fikret, genç kızın kızardığını görünce birdenbire Bustu. Şük- ranın gözlerinde göz yaşları bile toplandığını görünce Fikret: — Affedersiniz, çok kabalık ettim. Size hatırlattım. Genç kız boğuk bir sesli layır, hayır... Zarar yok.... diyebildi. Şükranın aklından şunlar ge- giyordu: — Evet, tâ yıldönümlü toplan tısındanberi görüşemedik. Sevi- min intiharındanberi... Bu inti- harı aklından geçirmek istemez ken ne kadar çok — düşünüyo- Tum... Fikret tekrar özür diledikten Bonra bahsl değiştirmek ve genç kızı avutmak için: — Dans edelim mi? teklifinde bulundu. Kabul etti. Halbuki ondan ön larının, sizi, pek te etrafiyle ta- mıyamadığınız Berlin, Dresden, Tefrika No. 53 ce bir başka genç kendisinden ricada bulunmuştu. Şimdi Sevi- min bir dostu, bir ahbabı İile kucak kucağa idi. Sevimin dostu diye düşününce aklına mahut mektup geldi. A- eaba bu mektup gimdi kolları a- rasında bulunduğu gu adam İçin mi yazılmıştı? - Fikretin yüzü, gözleri, burnu, çenesi, bakığı Kudrete benzemiyor değildi! Dans ederken ona; — Bu kadar zaman nerede i- diniz? diye sordu. Fikret genç kızı daha iyi göre bilmek için ondan biraz uzaklaş 'tı. Gülüyordu ve ilgisiz bir tavır la cevap verdi; — Bazı işler için seyahatte - dim, Bebebini bilmediği halde Gili- nİn ucuna göyle bir snal de gel- di Peki, neden geri — Göndü- Düz? rlsm YENİ BABAR Yazan: ail Hikmet ERTAYLAN Üniversite adına yapılan yayınlarda : ecnebl Gotha gibi diyarlarında yörmuş olmalarına gönlüm râz değil. Ustadınız Köprülü'nün, İs- lâm Ansiklopedisi'ne yazmış oldu ğu alimâne makalede temas etti- ğini söyleyerek, hazırlayacağını umduğunüzü İleri sürdüğünüz il- mf tenkitnâmesini bekliyorum. Şimdi, Üzerinde 1erar ve asabi- yetle durduğunuz ve beni, o kes kin ilminizle yakalayıp, hem de hiç insaf etmeden, yerden yere vurduğunuz o mühut «İskender- nâme> mes'elesi kalıyor. Bu, siz ce, çok çapraşık mes'eleye girer- ken, bilmem niçin, kâh üstadınız Köprülü'nün İslâm Ansiklopedi- sine yazmış olduğu <«Ahmedi> maddesine bakılmasını, kâh genç dostumuz Nihat Sami Banarlı'nın Köprülü'ye ithâfen hazırlamış olduğu «Ahmedi> etüdünde 22 İskendernâmeyi - karşılaştırdığını kaydediyor, kâh Necip Asım Be- yin, «tâ 1910 da Tarih-i Osmani Encümeni — Mecmuasının birinci sayısında (Osmanlı Tarih - nü- visleri, müverrihleri) adlı maka- lesindeki Ahmedi'nin İskendernâ- mesinden> dem vuruyorsunuz. Bu zevatın muvaffdkiyetleri, sizin il mizinizi mi, arttırır, cehlinizi mi giderir?... Bütün bu gayretleri- nize rağmen, ne bir İskendernâ- me'yi, ne Banarlı'nın etüdünü, ne de, bir vesika diye, benim gözü- mün önüne koyduğunuz Necip A- sım'ın makalesini baştan aşağı okumağa katlanabilmiş olacağını za inanıyorum. — Dönüp — dölaşıp, Ahmedi'nin Üzerinde duruyorsu- nuz. İrfânınızı anlatırken, husrü- nınızı ortaya koyuyorsunuz. Bi- zim: «Öyle sanıyorum ki, Çelebi Mehmet zamanına kadar ancak yaşamış olari Hamzavi'nin, İsken dernâme adlı manzum ve mensur eseri içinde, Tevrat'tan naklen yazmış olduğu manzum ve men- Bur Yususf ve Züleyha'sı da Câmi ninkinden hayli evvel yazılmış, diğer bir yarianttır» - deyişimiz, izzeti nefs-i ilminize dokunuyor. Tabiidir ki, içinizden: «Bu ne Te- zâlet, bu ne cehâlet! Böyle adam Üniversitede tutulur mu? Çocuk| ların değil, bebeklerin hildiğini bi le bilmiyor!» diye köpürüyorsu- nuz. Fakat, ilm-ü hilminiz - bun- ları açığa vurmanıza engel olu- yor. Kemâl-i sükün-ü hazm ile: «Edebiyatımızda bir İskendernâ- me vardır ki, yalnız manzumdur ve Hamzavi'nin değil, onun kar- deşi Ahmedi'nindir ve bunun böy le olduğu, memleketimizde bir Ü- niversite profesörünün değil, ede biyatla her uğraşanın mâlümu ol mak iktiza eder. Çünkü, İskender nâüme kıyıda bucakta kalmış, ta- nınmamış bir eser değil, Türk ede biyatının en eski, en meşhur âbide lerinden biridir. Ordinaryüs pro- fesör Ertaylan'nın, yukarıya aldı ğimız ibaresine ait olmak Üzere, sahife sonunda bir de notu var- dır. Bu not da şudur: «Hamzavi, meşhur şair Ahmedi-i Germiyani- nin kardeşidir. İskendernâme ad- İr manzum ve mensur karışık 'bir eseri vardır ki, kardeşi ile yazdı- ğı mervidir. Bundan başka, Haz- reti Hamza'nın kahramanlıkları- 'nı anlatan, yine manzum ve men sur bir. Hamzanâme'si vardırı Gülerek şu cevabı verdi — Kimbilir; belki de sizi gör mek için,.. Sonra genç kızı kendine çeke rek dönüp duran kalabalıj rasına soktu ve delice dönmeye başladılar; Şükran zevkle kor- ku arasında bocaladığını hisse- diyordu. İşte ogünden sonra Fikret sık Fık, en az haftada bir kere gö- rünüyordu. Fakat evde değil o- rada burada. Sevimli Köşke bir kere bile gelmiyor; yapılan dâ- vetleri bir kolayını bularak sa- vıyor, geliyordu. Bunun sebebi ne İdi? Acaba Sevimle araların- daki macera mı? Acaba «âşık» © mu idi? Derken bir gün Nazif, o ka- dar ciddi ve az konuşan Nazif ükrana dedi ki: — Seni herkesin bazı çaylar- da, orada burada baş başa gör- düğü gu Fikret kimdir? Nere- den tanıyorsun onu? — Nereden mi tanıyorum ? Se vimin çok iyi ahbabı İdi, — Evet, malüm... Nozifin sesi titriyordu. Yüzü yatıraplı blr hal almıştı, Şükran #z kaldı ağlayacaktı. — Affedersin Nazif ağabeği, Sana yine Sevimi batırlattım. diye teselsül edegelen cehaleti- - mizden bütün bütün hiddetleni - yorsunuz. «Yukarıdaki ibareden farklı bir Jddla taşıyan bu not- ta da Hamzanüâme hakkındaki cümle müstesna— asılsızdır. di- yorsunuz ve Alimane tecrim ve İttihamınızı, bir de sârımane hü- kümle tamamlamak için: «İsken dernâme asla Hamzavi'nin olma- dığı gibi, Ahmedi ile de müştere ken yazılmamıştır» hükmünü ve- riyorsunuz. O anda, içinizden ge- çeni de ben size söyliyeyim: «Bu kara cahili de ne diye profesör- lükte tutuyorsunuz? Tutup atsa Bey? Bütün bu patırdılar altı ay dır Faklilteyi kasıp kavuran yır- tışmaların, dört tarafa sunturlu küfürler savuran yârün-i sefâ- nın, bir mahfil-i laklakiyat haline getirdikleri Türkiyat Enstitüsün- de kurdukları plânların netice-i talifyyesi değil mi? İlerisini, lü- zum' görülürse, ileride söylemek Üzere, gimdilik aüküt ediyoruz. Sizin eskidenberi ilmi tetkikler- deki «akılları durduran> kudret-ü kabiliyetiniz, ağızdan ağıza dola- şa, dolaşa etrafa yayılmakta idi. Nihayet, üstad Hüseyin Siret, onu «Kargalar» adlı eserinde gu: Ma'rifet canibinde bir üstad, Yüce irfan dağında bir Ferhat. Nlice çamlar devirdi biçare, Akibet vasıl oldu dildare. Şilri terk etti, bildi noksam. Budur ancak yegâne Irfanı, Laklakiyat kitabı gaheseri, İlminin yok fakat kitapta yeri. Bir mekin görse Bermeki (1) okuyor, Değişen formalar mekik doku- yor. Yeni harfler yetişti imdada, Verelim bir icazet üstada. beyitleri ile matbuat sahasına da aksettirmiş bulunmaktadır. Bel- ki, ileride, hakkınızda bir kaside yazdn çıkar da kendisine vesika yazifesi görür diye buraya koy- duk. Hele gu: «Yazma kitapların başında ve sonunda eserle hiçbir alâkası olmayan türlü türlü ka- yıtlara tesadüf edilir. Bazan kâ- Bıtları güveden kurtarmak için «Ya kebigeç> tılsımı yazılır, ba- zan meselâ «Oğlum Mehmet şu tarihte doğmuştur» denilir, bazan «Karın ağrısına bir baş sarmısak la iki tutam sinameki birebirdir» diye tavsiye olunur> gibi, büyük ilmi incelemelerinize örnek ola- rak verdiğiniz gu mühim misalle riniz, hakikaten zihinlere durgun luk veriyor. Fakat, «insan meyus| oluyor> diyeceğim. Olur ya, bel- ki sayın Şarjedekurun bir hasta- hığı vardır da, kendisine müsek- kin bir ilâç çaresi arıyor. Belki ihtisası, bu gibi yüksek bilgileri toplamakta tecelli ediyor deme- yi tercih edeceğiz. Sayın Şarjedekur Ali Canip, sözü kesmek için, uzaklarda vesi- ka aramayalım; sizin bana vesi- ka diye sunduğunuz, benim de size baştan aşağıya kadar okuma ya katlanamadığınızı söylediğim Necip Asım Bey'in 1910 tarihl! Tarih-i Osmani Encümeni Mec a nıza!... O kürsüleri — bize, yür-| rün-l sefâya versenize!...» Öyle değil mi, Şarjedökur Ali Canip asının cüz I sahife 46 sını aça- 'Nazif başını eğerek tatlı bir sesle: — Hiç müteessir olma; unu- tulmayan derdi hatırlatmak ki- min elinden gelir? Sonra gözlerini Şükranın göz lerine dikerek ilâve etti: n de ablanı hiç unutm Sakın unutma emi Şükran Şükran — kalbinin - sıkıştığını hissederek : — Hayır; hiç unutmıyacağım Nazif ağabeği! dedi. Arkasından Nazifin sesi de- Bişti Fikret adındaki gence gelince; belki de Sevim bu ada- ma karşı lüzumundan fazla kıy met ve ehemmiyet — vermiştir. Fakat bence onu iyice tanıma- mıştı. Hakkında pek bir geyler bilmiyordu. Sen çok ihtiyatlı ol malısın. Çünkü... — Seni herkes çok zengin bir kız olarak tamı- yor. — Evet amma... Fikret de fa kir bir genç değildir. İstanbula geldiği zaman en büyük oteller- de kaliyor. — No olursa olsun, sana gu- nu haber vereyim. Kimse bana Fikretten Iyi bir dille bahsetme- di. — O Suriyelidir galibu. J h: «Osmanlı tarihnüvisleri ve müverrihleri» adlı - makalesinin son kısmındaki gu kaydı beraber ce okuyalım: «Şunu da ilâve ede lim: Ali, Hamazavi'nin Amm-i Ne- bevi.Kıssasını muhtevi ve Ham- zanâme isminde yirmi dört cilt- lik manzum ve mensur bir kitap kaleme aldığını ve ondan sonra bu lâkapla telâkkup ettiğini be- yan ediyor. Halbuki, Revan Köş- künde Sultan Mahmud'un — tesis buyurduğu kütüphanede bir cildi mevcut olan bu kitabın, kardeşi Ahmedi'ninki gibi, adı (İskender- nâme) olduğu ve (Taberi) vesa- ire gibi kitaplardan muktebes ve ahaliyi şecaâte alıştırmak fikriy- le kaleme- alınmış - (İskender-i Zülkarneyn) kıssası olduğu, müs teban oluyor> demektedir. Görüyorsunu: bünü yazan, Bizin, bana vesika olarak göster- diğiniz kitaptır. İnsan, böyle bir makaleyi görmeyebilir. Bir Şar- jedökur da nihayet insandır. Fa- kat, «Mehaz ve vesika> diye kul landığı ve başkalarına okumağı tavsiye ettiği bir makalenin için- de, ne yazıldığını da göremiye - cek, bilemiyecek kadar gâfil ve mütegâfil görünmesi, zihinlere durgunluk verir; insanı yeise dü- #ürür. Acaba, bu kitabı önünüze Açtığınız zaman da, içinde bir «ya kebigeç> veya «bir baş sar- mısakla, iki tutam sinameki» mi arıyordunuz?... El için kuyu ka- zan, kendi düşer içine. Rahmetli Müsteşar İhsan bey'e, arkadaşla- mı, XVI asır Pedagogü» ünva- 'nını vermişlerdi. Size de «<XVI. asir Edebiyatçısı» ünvanını verir lerse, pek te yersiz olmaz sanı- rım, A aziz, a sayın Şarjdökur A- li Canip Bey!... O sizin bağıra çağıra, gazete sütunlarına, büyük yazılarla yazmak gayretkeşliğini gösterdiğiniz malümat, artık es- kidi, küflendi. Onu bilmeyen Ü- niversite hocası, Üniversite tale- besi değil, orta mektep talebesi de kalmadı. Bunu, yüksek irfânı- nızla, siz de itiraf ediyorsunuz. Bizim, bundan' kırk' yal evvel, li- selerde, yirmi küsür yıl önce de Bakü Üniversitesinde, ders verdi ğimiz talebeler, bu hususta tet- kiknameler yazdılar. Ahmedi'nin, I, Murad adına yazılan, enfes, ve müzehhep divânından aldığı- mız parçalarla, İskendernâme'sin deki Tevârih-i Âl-i Osman'ı ve si- zin ve üstadlarınızın yüzünü gö- Tüp, adını işitmediğiniz diğer kıy metli eserlerini de yayınlamak üzereyiz. Görüyorsunuz. ki, ilim denilen- nesne, zatıâliniz gibi, çe- kilip bir köşede oturarak, kitap- ların «Yâ kebigeç» lerini okumak, «mâcun reçetelerini> toplamakla, elde edilmiyor; çalışmak istiyor. Biz, çalışıyoruz. Bu da, sizi üzü- yor. Çünkü, ortaya atılan her ye- ni şey, gizi, hiç olmazsa, okumak zahmetine sokuyor. Geçenlerde bir gün, bir müsâhabemiz sırasın- da, büyüklerimizden biri: «Profe sör Ertaylan!... Senin çalışman, rahata alışmış olanların keyfini kaçırıyor. Elbette bunlar senin âleyhine kalkacaklardır» demişti. Şimdi, size soruyorum. İş, sizin bildiğiniz gibi çıkmadı. «Fâhiş yanlışlar» adlı makalenizin, baş- tan aşağı, asılsız ve efhaş yanlış- larla dolu olduğu meydana çıktı. İskendernâme'nin, — inandığınız, kandığınız ve aldandığınız - gib e ait bir tek ta- — Belki, Zaten İstanbulda da arada bir görünüp kaybolan bir tip. — Hakkında fena fikirlerin uyahmasına bu ikide bir görü- nüp kayboluşu da sebep oluyor galiba, — Ben gördüğümü iyi görü- rüm. Bundan dolayı sana ihti- yatlı olmanı tavsiye ediyorum. Zaten Leylâ hanıma da sıkı sı- kı tenbih etmek niyetindeyim, Şükran alaylı bir gülümseme ile — Leylâ hanıma mı? Bak Leylâ hala iş kadınıdır. ükranın gu iki kelimesinde bir istihfaf mânası sezerek canı sıkılan Nazif: Ne 07? Leylâ haladan pek memnun görünmüyorsun!.. Yok Ba senin canını sıkacak bir şey mi yapıyor? Oraya buraya gi- derken seninle gelmekten kaçı- miyor mu? Hayır... Aksine cik elinden geleni yapıyor. — Eğer sana arkadaşlık et- mek için daba genç birisini iati- yorsan başka bir kadın bulayım. Belki daha çok gezer, eğlenireln. vallı- İmeselesi vardır. Bir profes Ko Ve RAMAZA Yazan: Eski bir pehlivan Fakat ne tuhaf bir adamdı bu asker! İstese tabli Madralının canını burnundan alır, boyundu ruk altında pestilini çıkarırdı. Halbuki böyle yapmadı. Hiç sebep yokken boyunduruğu bo- şaltıp bir nâra attı Hayda be Madralı! Bu hareketiyle — şunu - demek istiyordu: «— Sen bana karşı - mertçe davranmadın. İstersem , ben «de sana kargı öyle hareket eder- dim, Fakat buna tenezzül etmi- yorum, İşte almış olduğum bo- yunduruğu boşalttım. Seni er - kekçe yeneceğim!» Askerin bu asilâne hareketi seyircileri adeta çıldırttı. Koca meydan alkıştan inim inim inli- yordu. Penceredem güreşi seyre den kadınlar da kendini tutamı yorlar ve bağıra bağıra bu ha- görünce dayanamıyarak boynu- na sarıldı. — Artık ölsem de gam ye- mem, Çok gükür Allaha bana bugünleri de gösterdi, dedi. Kâhya: Bu ne pehlivan! Örnrüm böylesini görmedim! diye cevap verdi. Allah gönderdi bunu! — Serez beyine bak! O kabı- na sığamayan adama bak! Ufal ufalıyor. miyacak! — Yenilmesinden vaz geçtim. Berabere bile razıyım. Ödülleri hemen çiftleştiririm. — Sabret ağa! Bu güreş uzun sürmeyecek! Kâhya çok iyi görüyordu. Bu genç askerin arka arkaya yap- tığı hücumlar, Madralı Halili harab etmiş bırakmıştı. Güçlük- le ayakta duruyordu. Artık ham leleri eskisi gibi karşılayamıyor- du. Nitekim askerin yeni bir hü- cumu ile büsbütün sendeledi ve asker çapraza girerken dönüp kendini yere atmaktan - başka çare bulamadı. Yere düşünce yürüyüp kaç- 'neden ibaret olmadığını, yazdıkla rımızı, makalenizde tekrar tekrar, ele aldığınız, Hamzavi'yi tekrar tekrar zikrettiğiniz halde, ona ait de bir İskendernâme'nin bulundu- Zunu, mensur ve manzum olduğu nu anlamak istemediniz. Bununla beraber, ben yazdıklarımı tama- men Türkçe olarak yazıyorum. O- nun bir nüshası, Necip Asım'ın da dediği gibi, Revan Köşkünde, bir nüshası da bizim elimizdedir ki, Hamzavi tarafından yazıldığı- nı ileri sürdüğümüz mensur Yu- suf-ü Züleyha da onun içindedir. İşte azizim, — edebiyatımızın XIV. ve XV. asırlarına ait, elimiz de sizin bilmediğiniz ve bilmediği niz için de yoktur diye iddiaya gi rişeceğiniz pek kıymetli - eserler vardır ki, biz bunları asistan ve doçentlerle Anadolu'nun dört bu cağını dolaşarak ihmâl ve tesey- yüp tozlarından çıkarıp, millete Ve onun bizim yetiştirmemize tev di etmiş olduğu, ilme, edebe, san' ata susamış olan genç evlâtları- na sunmaya çalışıyoruz; — bunu kendimiz için bir irfan ve vicdan borcu biliyoruz. İşte size, bir mü- talâa veya müdafaa değil, bir haki kat-i tarihiye ve edebiye olarak verdiğimiz cevap! Şimdi «Çünkü ortada — vikaye edilecek bir Üniversite haysiyeti r de nihayet insandır, hatâ edebilir. Fakat bu hatâ, ancak teferrüat- ta mâzur görülebilir; fakat mü- tehassıs olması lâzım gelen (!) mevzuun ana hatlarında gafil gö rünmesi zihinlere durgunluk ge- tirir, insanı meyus eder.» sözleri ile beni atmaya çalıştığınız o fe- ci cehalet çukuruna, bu suretle, kendi ayağınızla kendinizi atıve- rince, bundan Ssonra haysiyet-i ilmiyesine canla başla bağlı oldu ğunuzu her vesile ile gösterdiği- niz o Üniversite'nin — kapısindan nasıl girecek ve o yürân-i sefâ ile elele, kolkola, talebenizin karşısı- na nasıl çıkacaksınız? İşte bura sını düşünüyorum da, sizin hesa- biniza, zihnime durgunluk geli- rusu me'yus oluyorum. Fakat, kendi düşen ağlamaz. (1) Eder tedvir-i âlem bir mekinin İstanbul Ebüzziya, Noti Bu makaleye mize İmkân olmayan vesikal ve Edebiyatı Dergisi'nin bundan (Devamı var; e yapayım, sayın kardeş, | CA Tefrika No. 71 Berabere bile razıyım. Odülleri hemen çiftleştiririm mağa teşebbüs etmedi Olduğu yerde bir külçe gibi kaldı. Koca meydan yeniden alkış- tan inliyordu: — Al kündeyi! — Paça kasnak yen! — Vur kurt kapanını? Filhakika asker gimdi h oyunu isterse alabilirdi. Madralıda takat kalmamıştı Asker bu oyunlardan hiç biri- nisalmadı. Eğilip Madralı Halili belinden kavradı ve bir çocuk gibi kucağına alarak Serez bi yine doğru yürüdü ve artık bir külçe haline gelmiş bulunan peh livanını önüne bırakıverdi. Zavallı Madrah Halil o kadar bitkin bir halde idi ki kendisine gelip ayağa yordu. Çingeçe davul zurnacılar sı muş, koca meydan sarsılırcasına r türlü alkamı- Teketi alkışlıyorla alkıştan inliyordu. Hiç kimse- Hüseyin ağaya g bu'an — nin ummadığı şey olmuş, bu kü- da gevinç göz yaşları döküyor- — çük asker Sultan Azizin baş peh du. Döndü. Yanında kâhyasını — Jivanlarını terleten Madrah H lil gibi büyük bir pehlivanı iki saat süren bir güreşten sonra pe rişan edip yenmişti. Asker galibiyet temennasını çaktıktan sonra Serez beyine döndü: — Başka pehlivanın var mı? Bu suretle onun iki saat ev- vel Hüseyin ağaya yaptığı jesti aynen tekrarlıyordu. Serez beyi sapsarı kesilmişti. Bu askere yiyecekmiş gibi bakı- yyordu. Nasıl bakmasın ki o ka- dar büyük ümitlerle getirtmiş olduğu pehlivanını rezil ederek su götürmez bir şekilde yenmiş bulunuyordu. Birden aklına bir şey geldi: — Madralı iki güreş yaptı. A- yıboğan Hasanı yendi. Tabii yor gun düştü. Sen de onu tutmalı- sın! Onu da yenersen o zaman hak senin olur. Serez beyinin adamları da bu itiraza hemen mal bulmuş mağ- rebi gibi sarıldılar: — Evet! Ayıboğanla da tut- sun! — Madralı iki güreş yaptı. — Yoksa ödülü vermeyiz. Birdenbire münakaşa bütün meydanı kapladı. Tabif başta Hüseyin ağa olduğu halde bir Kasım halk buna şiddetle itiraz ettiler. Bu büyük bir haksızlık olurdu, Vakıâ Madralı Ayıboğan Hasanı yenmişti amma, katiyen yorulmamıştı. Güreş ancak on dakika sürmüştü. Halbuki bu asker iki saattir durup dinlenme den güreşmişti. Bu halile Ayıbo ğanla nasıl tutuşabilirdi? Tabii bütün hızı, bütün kuvveti ve bü tün hırsı üzerinde olan Ayıbo- ğan, yorgun askeri çarçabuk ye nebilirdi. Bu takdirde ortaya ko nan ödül sahipsiz kalırdı. (Devamı var) İnşaat için kolaylık gösterecek yerde zorluk ! Şehremini Veledi Karabaş ma- hallesinde Aynalı Bakkal soka- ğgında 25/1 No. evde oturan Ri> 20 Ozbay yazıyor: «Şehremini Veledikarabaş ma hallesi Aynalı Bakkal sokağında 25/1 sayılı arsa üzerine Tuhsat Mucibince yapacağım inşaatıma ve bu meyanda malzeme koymak için yapılacak şantiye barakası- (a salâhiyetli makamlardan ve- deye rağmen Şehre- mini Ducağı zabıtan delediye me murlarından Suphi ve arkadaşı Ali taraflarından yapılan müd hale sebebile 3 gündenberi inşa- atım tatil edilmiştir. Fatih merkez ve Şehremini müdürlerine ve merkez — başku: miserile Fatih Emniyet âmirliği- ne vâki şifahi şikâyetlerim de ne ticesiz kaldı. Bu şikâyetim üze- rine gayri kanuni müdahaleler arttı. $/5/949 tarihinde Fatih kaymakamlığına verdiğim dilek- emle müdahalenin men'ini iste- yri kanuni hareket eden müsebbipler hakkında idari ta- kibat yapılmasını talep ettim. Dilekçem esaslı surette okunup maksadımın anlaşılmasına lüzum dahi görülmeden birkaç maka- min havalesinden geçen dilekçem arkasına ruhsatiyesi varsa müsa- ade edilsin derkenarile iktifa e« rilen mü ( huvve azari | TP Maruz kaldığım bu hak Cihan titrer seblti Dayl e L D DA a G meleden babri metanetter. | GU haksız hareketleri — mey- , Hüseyin Siret, Kar | danda bulunan müsebbipler hai kında gerekli akibdat yı pılmak süretile Rukuku şahsiye kanun ve tasarrufiyemin ziyadan korun mast bakımından icadeden ma- kamatın nazarı dikkatlerinin cel bine sayın delâletlerinizi rica ede