Hoca, Usküdara geçmekte mazur olduğunn söyledi Tefrika Saf Çerkes «onlarında Os- manlısı, Moskofu olup olmadığı- Bi düşündü. Sıra sahaflar önündeki bozuk Kaldirıma çıkacağı anda, çeşme Yanındaki küçük kahve pencere Binden bir hocanın bakarak gü lümsediğini gördü: Sabahki, da- vul sarıklı, yelpaze sakallı hoca Han ta kendisi idi. Başile «Gel, gel!» işareti de veriyordu. Çer- kesin kaşlarını çatarak geçtiği- ni görünce, dışarıya uğrıyarak: «Mustafa ağa!> diye senlendi. — Mustafa ağa, Mustafa Ha — Oğlum Mustafa ağa... - Genç adam aldırış bile etmi- yordu. Şaşıran hoca, — mülâh- ham, göbekli vücudünu alatla- mıya zorladı. Nefes nefese ve so Tuk soluğa yetişerek kolunu tut mak istedi: — Oğlum duymadın mı beni yoksa? — Duymasına duyduk. İşimiz var bizim. — BSabahleyin bir şeyler ko- nuşmamış mi idik! Ağaçlar tarafından hızla yak- Jaşan kara kuru adama dikkat bile edemediler. Kâzım Hoca «sabahleyin bir şeyler konuşmâ maış mi idik oğlum? Paşa hazret Jerine açmadın mı yoksa?> diye tekrarladı. Kaşları çatılan Mus- tafa kötü kötü baktı: — Git efendi, başka işin yok mu senin? — Paşa darıldı mı yoksa? — İşine git demiştik ya efen- &. Biz fakir bir emir kuluyuz. Başımızdan büyük işlere karış- mayız! Biri sert, öteki korkak, bakış falar. Ağaçlar arasından gelen kuru adam, eğilip pantalonunun paçasını silkiyormuş gibi durum Bamıştı. Mustafa, sol elindeki Befertasını sağ eline aktararak yürüdü. -Hoca, dona. kalmıştı. Paçalarını silken kuru adam, doğrularak. gülümsedi: — Mahtum mu idi efendi haz- retleri? — Yok canım, Tanıdık- bir. zZata mensup emir neferi, — Küstahca bir oğlana ben- ziyor. Dikkatimizi celbetti de, Ahe - Ayrıldılar. Batmak üzere bu: lanan güneşin , cansız — ışıkları, meydandaki ağaçların üzerine ve Beyazıt camiinin kubbesine'| Vurmuştu. Devleşen ağaç gölge- leri tâ cami önüne uzanıyordu. Mason üstadıâzâmı Skarlati- ile Köprünün Üsküdar iskelesinde buluşacaklarını ,hatırlıyan hoca;| yoldan geçen kira arabaların- dan birine atladı. 7 Mercan yokuşundan | indiler. her zamanki gibi-kalaba- hktı. Haliç sırtlarına gömülen Büneşten kızıl bulut »parçaları kalmıştı. Çızpıntılı denizde ka- “yıp giden Boğaz vapurları ve kü Çük çatanalar sık sık uluyorlar- | G Bektaşi kılığındaki 'üstad, gö Tünürde yoktu. İskeleye yeni “yanaşan vapura üşüşen insan Beli arasma sıkışmaktan sıkılan Zöbekli hoca, geri çekilerek, bek Jeme odasının kaplamasına da- yandı. ;İşte, yükünü alan küçük va- purcuk da, düdük çalıyordu. U- zun boylu birinin kendine doğru geldiğini görerek irkildi. Bir ve- zir oğlu gibi giyinikti. Kalıplı Al fesi, vapur dumanı camlı, al- fan çerçeveli gözlüğü vardı. Sa- Pi gümüş savatlı bastonunu sol dirseğine iliştirmişti: «Çok bek- ledin mi efendi?» diye gülümse Yazan: BEHÇET SEFA Hasan Nihat kendi . kendine, Melâhatin bütün bu işlerden ha imadığını, tasvip sordu. Merâk ve endişe içinde bu suale cevap veremiyordu. Derin bir can sı- kıntısı ile kaşları çatılmış düşü nerek merdivenleri indi, apart- mandan dışarı çıktı. Biraz ilerleyince uzaktan bir hayal gördü ve tanıdı. Bu Melâ- hat idi, - Hayalindeki geliyordu. Allahtan ki bu güzel kız, o korkunç, vahim konuşmayı işit- memişti... Onun tarafından gö- Tülmeden yürüyecek tarzda ha- reket etti. Masum olduğuna hâ- lâ emin olduğu bu kızın başında dolaşmıya başlıyan felâketi dü- Bünerek kalbi burkuluyordu. O gan sıkıntısı içinde civarda bir lokantada yemek yedi ve tahki- katı hangi safhaya dökeceğini kestiremedi, Tekrar geri dönmeli mi idi? Hayır... Ali Şeref beyle kızın- dan öğrenebileceğinden çok faz- lasını öğrenmişti. Bir tramvaya atladı. Karakö- hkümiar edeceğiniz halde benim bu yüz- İKBAL KALFANIN genç kız. evine No. 11 yince, sesini tanıdı: — Hay siz misiniz? — Kilık değiştirmek icabetti efendi. Sabahleyin sizden ayrıl- dıktan sonra esvapçı başı İsme- tin zağarları peşimize takılmıştı. — Beyanıtta mı? — Yocok, Telâş etmeyiniz. Galata tarafında, Yeğenim Mi- halakinin yazıhanesini terassut altında tutuyorlar. * Süstular. Yanlarından geçer- Ken, ayakkaplarını boyama tek düfinde bulunan iri yarı boyacı iraklaşıncaya kadar bir şey ko- nuşmadılar. Yandan çarklarını işletmiye başlıyan — vapur, bir daha düdük çalmıştı. Altın göz- Tüklü adam: «Yürü efendi, ka- çıracağız> dedi, hocanın kolunu kavradı, Öteki yerinden kımılda mayınca elini gevşetti: — Üsküdara gelmiyecek mi- Biniz? — Mazur görünüz. Oraya ge- Temeyiz biz. — Neden? Suavi ile aranız i- yi değil mi? İyi adamdır. — Biz de fenadır - demedik. Mazur görünüz dedik. Sizi tanı- dığımızı bile bilmelerini arzu et- meyiz, — Cemiyete dahilsiniz? — Onun cemiyetine değil! Ardlarında bir kovuk gibi ka- raran bekleme yerine girdiler. Vapur yeni kalktığı için kimse- ler yoktu. Sol taraftaki merdi- venden biri üzerine kıvrılarak uyuyan dökük kıyafetli muha- cire ehemmiyet vermiyerek, en gerilerdeki sıra kenarına ilişti- ler. Hoca, şehzade giyimli ada- Tn elini avuçları içine alıp ok- gadı: — Bu ihtiyat ve basiret ile mutlak muvaffak — olursunuz. Yalnız Suaviden endişe ederim. — Neden böyle söylüyorsu- nuz efendi? — Haris, seriülinfial, hissiya- tına mağlüp ve mütehavvil mi- zaçlı olduğundan... — Sonra kendisinin cihan al- Tâmesi ve zamane Eflâtunu oldu- ğunu da zanneder! — Hasbelmizac bugüne ka- dar kimse ile geçinemedi ve ken di kendisine dahi yar olamadı! — Fakat teşebbüs kuvvet ve kudreti? — Neye yarar? Sabun köpü- Zü misali bir-anda sönüp geçi- vermeğe mahkümdur. - Kleanti efendi dostumuz. — Bana Turhan bey veya e- fendi diye hitap edeceksiniz. Hoca: «Affedersiniz> diye kı- Zzardı! — Yine dalgınlığa geldi. Ondan ve,payansız ihtirasından mazlum efendimiz. Şultan Murat lehine her suretle istifadeye çalışmanı: zı tavsiye ederim, Fakat her sır Tı ifşa etmeyiniz efendim. — Zayıf seciyeli insanlar, - ni menfaat karşısında bir lahza- da dönüverir ve her şeyi mahve- debilirler! Elleri titriyerekten sigarasını yaktı. Dumanlı gözlük camları ardında büyüyen gözlerle bakan uıııııoıı tistadı âzârı Sararmış- Pariste - yeni “Osmanlılarla birleşip Londrada ayrılan ve Sultan Murat için Fransızca bir broşür yazdıktan sonra Sultan Hamidi methederek İstanbula gelen Ali Suavinin iç yüzünü dü gündü: (Devamı var) Tefrika No. 11 ye indi. Sarı Gül barını buldu. Niyeti geceyi orada geçirerek İsmail Hakkı ile bağdaşmak, o- nunla tanışmaktı. Belki de onun la ahbap olurdu. Önce merkeze uğrıyarak şu Sarı Gül adındaki meyhane az- manı bar hakkında malümat top ladı. Burası gece geç vakite ka- dar açık bir dans ve varyete yeri idi ki rıhtıma yanaşan va- Purların ecnebi tayfaları ve ci- var otellerin bir kaç gecelik y bancı misafirleri belli başlı müş terileri idi, Bir iki kız şarkı söy- lüyor, bir çokları müşterilerle dans ediyorlar, kötü bir cazın Besi caddeye kadar - sızıyordu. Sarhoş olanların neş'eli kahka- haları arasında yemek yiyenler de eksik değildi. Nihat dik ve geniş merdivı leri çıkarak dumanlı salona gir- di. Bir köşeye oturdu. Yemek yedi. Yemek yerken onun yüzü Dü görenler hüznünü, can sıkın tısını pekalâ — bilirlerdi. Nihat kararını çoktan vermişti. Melâ- hata karşı duyduğu zaafa Men vazifesini Sonuna kadar Bgörecek, hattâ kendisinc fümit — Birincisi sadece elimdeki MİRASİĞİ, A EMAEEELEEEAEAAARNAA DeD iyatro Bahısler U7 aranlık Piyesi Münasebetile 'mında oynanan «Karan- lık> piyesi hakkında sayın dos- tum İbrahim Hoyi'nin bir tenk dinl okudum. Tiyatro tenkidleri. nin san'at âlemindeki hareketle aiâkası bakımından ehemmiyetle- ri büyüktür. Bu itibarla münek- kidin bir piyesin tenkidi dola yızlle ağır Bir mes'uliyet yükü altına girdiğine şüphe edilemez. Tenkid — mes'uliyeti, müellif- ten başlar, en hurda teferrünta | kadar gider. Bir eserin tenki- dinde bitaraflıktan kı! kadar &: rılmak hem eserin kıymetini dü- gürür, hem de san'atkârların gev kini kırar. Bir san'atkârı kusu- tonun tahlilinin sağlam esaslar Üzerine isitnad ett'ğini görürse hüsnüniyetle yapılmış bir ihtar telâkki eyler; aksi takdirde onun bir kıymeti yoktur. Bu grizgâhtan — sonra tekrar Torahim Hoyi'nin makalesine ge- syorum, Turahim Hoyi, — müellifle eser hakkında şöyle göylüyor: «İşte sahne edehiyatımızın ta- mıtmış simalarından edib ve ro- isarcı Mebrure Alevok'un sağ- lam, renkli, Türkçesi ve akıcı bir uslüple «Dark Victory> pl- yesinden mülhem olarak yazdı - Bi «Karanlık> piyasinin mevzuu budur. Dark Victo-y Amerikada azun müddet afişt> kalmış, A- tağrıkan tiyatro seyircilerini ay- larca heyecandan heyecana sü- rüklemiş. Sonra da filmi alına- rak baş rolü Bett Drvis gibi kud- retii bir artist tarafından ten sil edilmiş bulunan tam manasi- 1> beşeri bir piyestir. Sahnemiz- de «O kadın> , — «Meş'aleler> « *Zehir> gibi eserleri büyük bir muvaffakiyetle oysanan Mebru- re Alevok Dark Victory — (Ka- ranhk Zafer) i — Türkcelestirir- ken yerinde bir sezisle piyesin Türk mantalitesine uvmayan ta- raflarını budayıp metine — yeni- baştan ilâveler — yaparak Türk Beyircisinin, hiç de yadırgama - dan seğredeceği — özlü bir eser yücnde getirmiştiş: Bunu yapar- ken bullandığı lisâ, harç malzc- mesi o kadar temiz ve ambalajı o kadar itinalıdır. Bi, — müellif: hayranlıkla- tebri'den “kendimiz" alamadığımızı söyleyelim.» Ben de değerli dostumun bu | kasidesine hayran kaldım. Açık | kenuşacak olursat — «Karanlık> piyesi, piyes ve ku uvluş — bakı- ravıdan böyle sırtüstü yere dü- gecek kadar hayranlık gösteri - | lecek bir eser değildir. Onu bçl-| kl güzelleştirecek ve (potable) sle koyacak ancak artistleria mizensenin, ve dekorun himmet- lerid.r: Bunu unutmamalı. Sonra bir eser tenkid edildiği zaman- müellifin- bütün tercümci | halini yazmağa neden lüzum gö- TÜ.GÜğünü de anlamıyoruz. aShne ! mirde «O'kadın> devamlı sure'- 'te oynandı. «Meş'aleler» alelâde oynandı. «Zehir» e gelince de- nirdiği kadar bir sükse yapmış. değildir. Yapsa da var?. Eğer müellif bir piyesi arze*> mek üzere bir müesseseye müra- caat ederse o zaman belki Tendim; bu muhterem kadın fa- lan, falan, falan eserleri vücude getirmiş, göyle huylu, böyle boy- Tu> gibi tezkiyeye ihtiyacı ola- bilir. Fakat çok şükür Mebrure Alevok kalem hayatında oldukça tanınmış bir şahsiyettir. Eseri yükseltmek için müellifi yükselt- bunlara ne lüzum YENİ 8 ” | Refi Ceva Neden mi , Çünkü açıkca söy- liyeyim. Eser ümit edildiği ka- dar sahnemizi kuvvetle dolduran bir eser olamamıştır. Mebrure Alevokun #ha mi, a- dapte mi, tercüme mi ne'ise bu eseri! kusurludur. Tenkidimde göyle söylemiştim: «Eseri zayıflatan, onu âdetâ a nemik bir hale koyan âmil ne idi? Mebrure Alevok piyesin tip- leri arasındaki hususiyetleri 8- düuletle tevzi edememiştir. Mese- 1â Doktor Hüsnü, altmışı geçkin bir adamdır. Yazdığı mektupta da anlaşılıyor ki, eski" Osmanlı neraketi ile muttasıf bir şahsi - yettir. Paristen geçen nehre bile €Sen> mehri demeği bir neza. ketsizlik sayan bu gibi adamlar kimse ile Iâübali olamazlar... Bu zâtın karşısında Doktor Ahymet İzzet var. Otuz beş yaşında 0- lan bu genç Doktor Hüsnüüye : «Hocam, — Üstadım.> diye hitab ediyor. Ondan sonra da iki ak- Tan arasında bile hoş kaçmaya- cak bir eda ile idare-İ-kelâm ey- Hyor. Nerede ise: «Üzme kendi- ni be moruk!» diye Üstadın en- tesine bir şaka sillesi aşkedecek. Piyesin kahramanı olan genç kız zengindir, çok zengindir. Me- cidiye köyünde bir villâda otu- rur. Fakat bu servetin, bu var- lığın ühtişamına ait bir emare yoktur. Meselâ kundura boyacı- larının bile birer hususi araba - ran — volanında — görüldüğü tu zamanda bu kadar zengin bir kız nasıl olur da bir araba edin- mez ve öteye beriye gitmek için bir taksi şoförü ile mutabık ka- hır?. Villâdaki hayat, orta ama çok orta halli bir burjuva ailesinin yaşavışıdır. Ortada ne bir «Va- le dö Şambr», ne bir (Major- dom), ne de bir (Metr d'Otel) vardır. Nihayet bir siüt kardeş vaydır ki, hemen hemen bütün evin isini galiba o görür. Hattâ- belki de genç kızın atlarını ti- mar eden de o olacaktır. Sonra şekle ait gaf denecek kadar bir hatâ vardır: Bir dok- tor böyle —müthiş bir maarzın geyrini, —neticelerini, kaşla göz arseında hastanın evinde anlat- maz, Eğer söylemek icabederse, bunu daha mahrem kalacak bir muhitte söyler. Hele bizim dok- torlar hasta ölünceye kadar bir şey söylemezler.. İlh.> İti-af edeyim ki, sayın Meb - Yüze Alevok bu meşhür esevi bu kader zaif ve çürük hâle koy- mak için-herhalde ilham perisi- ren-Ümit edildiği kadar lütfüne mazhar olmuş değildir. İtrahim Hoy! eseri tahlil et- memiş yalnız takdir eylemişti! Aziz dostunun hatâsı da bu yazıyı bir tiyatro tenkidi gibi göstermiş olmasıdır. Bu eser hakkında — yazdığım tenkidin başında söylediğim gibi dilmize nakleden eserler adap- te clursa hatâlara karşı sigorta edilmiş oluyorlar, Mâzeret hâ- zırdır: «Efendim. tâ'dil etmek icabet- ti. Ne yapalım? Ö-f ve âdâtımı- za uydurmak âzımgeliyor.> Allah bilir. P'yesi olduğu gibi bırakılsa ve örfü Adâtımıza u- durulmasa herhalde güzelliğini eğe neden Jüzüm görülüyor. edebileceği, hayal kurabileceği bir istikbale mal olsa bile vazi- fesini yerine getirecekti. Fakat bu kararın içinde, hele Ali Şere- fe ait tahkikatın son derece nâ- zik, derin, etraflı yapılması, hiç şüphe ve tereddüde meydan bı- rakılmaması da vardı. Ali Şeref denilen bu adamın İsmail Hakkı adındaki şu serse- ri, belki bir kaç sabıkalı mah- lük ile iş birliği yapmış olması- n düşündükçe hayretle endişe arasında bocalıyor, düşünceleri ni derinleştiremiyordu. 'Neden sonra gu Suali kendi kendine sormak aklına geldi: — Peki amma gu baskın nu- marası, gu tecavüz gösterişine ne lüzum var? Hele kendi elin- deki bir vesikayı, yâni vasiyet- nameyi cebinden çaldırıp geri almak istemesinin mânası ne? Bu hilekârlığın, bu oyunun he- defi, gayesi ne olabilir? Bunları düşünürken derhal noterin katli ile bu tecavüz ara- sında bir yakınlık olduğuna ka- naat getiriyordu. Orada bir cina yet işleniyor ve neticede bir va- siyetname çalınıyor, burada uy Bim... Doğrusu tenamie - para bugünkü şeklinden daha mükem- durma bir baskın ve bir kavga sonunda yine ayni kadına ait va siyetname kaldırılıyor. Bu iki hâdise arasındaki ya- kınlık, bunların failleri arasın- da da yakınlık olduğuna şüphe bırakır mi? Ne olursa olsun, zeytinyağı taciri şu oyunu oynamak, yâni uydurma bir tecavüz karşısında, cebinden bir. vesikayı - çaldırt- mak suretile yaman bir hilekâr- hk, bir. düzenbazlık yapmıştı. Fakat cürmü yalnız bundan iba- ret kalırsa belki de ceza kanu- nunda buna temas eden bir mad de bulunmaz ve belki yakayı kurtarırdı. Hele bu oyundan 0- 'nun gayesi belli olmazsa, Fakat gaye ve maksat ortaya çıkınca işlerin Ali Şeref için çok vahim neticeler doğurması imkânı da vardı. Nihat bu mak sadın pek karanlık, pek mel'un olabileceğini - hesaplamıyor. de- Bildi. Böylece iki hâdiseden yalnız birini aydınlatmak, yahut önce birini, sonra ötekini aydınlatmı ya çalışmak doğru olmazdı. Es- rarın her tarafı birden ortaya gıkmalı idi, Bar adı takılan bu meyhane- nin saatine baktı: Gecenin önu. Oturduğu yer bir sütunun di- bi idi ve yüzü karanlıkta kalı- yordu. İçeri girdiği zaman pek az müşteri vardı, Bunların ara- Yazan: ABAR GAEEYEKKRI d ULUNA y) mel surette muhafaza edeceğine güphe yoktur. Zira merak edi yorum: Acaba sayın Mebiure A- levok Türk mantalitesine uyma- yan — hangi tarafları - budamış- metnin nerelerine yeni baştan 1- löveler yapmıştır? Eserin müda fansını deruhde eden değerli dos tum İbrahim Hoyi bilhassa bu noktaları tebarüz ettirmeli idi Çünkü, asil eseri kötürüm hâ - Jine koyan ameliyenin bu (bu- dama) lar olduğunu ve onu bazı gahnelerde tökerleten âmilin de omuzlarına yükletilen bu (ilâve) ler olduğunu kabul etmek Zorun- dayım. İbrahim Hoyi'nin «Ka - ranlık> hakkında verdiği son ka rar güdür: #Karanlık dram tiyatromuzun tarihhide öğünülerek — anılacak bir tarzda sahneya konmüş ve temsil edilmiş hutunan muva:?ık va muzaffer bir plyestir. Gerek i l #aratkârlarını — gerekse müellif, ve Teğisörünü — hararetle tebrik ederim » AAAT Bu kadarı biraz fazla değil T£ ya? iyalromuzun tarihinde öğü - nülerek amlacak cser ne demek- tir İşte bir eser ki, - kanevasını, şahsiyetlerini, vak'anın mahiye- tini en seri ve kuvvetli surette canlandırması — icabeden birinci perdesi bocurgadla yürüyor. Ahmet İzzet rolünde Hadi Hün kendini role bırakmış... — Ancak onun sallıntısı ile ilerileyebiliyor. Nuvin rolünü yapan Perihan Ça- kıl rolünü bir anigarye hâline koymuş. Bir telif bile olmayan bu p!- yes tiyatromuzun — tarihinde Büzülerek —anılacak eser mu?. Foyi'nin bilgi sermayesini bil- megem ya eser görmediğine ya- hut da birden - Allah esirgesin - nisyan marazına müptelâ oldu - Bunu kabul etmek iztirarında ka- lacağım. (Karanlık) — piyesinin tiyatro tuxthinde bir nam bırakacağını bilmiyorum ama İbrahim Hoyi | olur lg/r "!.î; Yazan: E: i bir pehlivan Hakem heyeti Bekir pehliva-| na ödülü tam olarak vermek is- tedi. Fakat Bekir pehlivan bü- yük bir efendilik göstererek bu nu kabul etmiyerek ancak yarı- sını aldı. Bu hareketi de hakem heyetini son derece memnun bı- raktı. Bu adam hakikaten tam bir efendi idi. Mustafa pehlivana gelince o her şeyden evvel büyük bir gaş- kınlık de bulunuyordu. Taş- ra pehlivanının bu derece kuv- vet göstermesine, alaturka gü- reşi bu kadar iyi bilmesine hay- ret ediyordu. Ve yine pekalâ bi- liyordu ki eğer cazgır gelip ken dilerini berabere ayırmamış ol- saydı belki de mağlüp olacaktı. Hamlacı Mustafa da çok efen di bir pehlivandı. Yenmek de ye nilmek de pehlivanlık icabı ol- duğundan haftaya mutlaka ge- lerek bu yabancı pehlivanla tut mağa karar vermiş bulunuyor- du. Güreşini her halde ayıracak ti. Ertesi sabah saraydaki arka- daşları güreşleri sorduğu zaman gü cevabı verdi: nin bu tenkidi san'at uzun zamanlar kendinden bahset tizecektir. — Bekir adında bir pehlivan- la tutuştum. Bir, birbuçuk saat güreştik, Fakat kendisini yene- medim, Güreş berabere ayrıldı. Bir hafta geceli gündüzlü, ni- hayet son günü sabaha kadar de- yam eden müzakerelerle 949 yılı büdcesi Meclisten çıktı, tatbik mevküne girdi. Aylardanberi üze- rinde durulan, tahminler yapılan, tenkidlere maruz kalan ve hattâ müteassıb partililere methü - se- nası bile edilen yeni yıl büdeesi- nin leyhi veya aleyhinde bir şey söyliyecek değilim. Bunu mütehas sıa maliyecilerimiz yapsın... Hükümetin Meclise — getirdiği kıyafetile fakat biraz — hırpalan- miş ve buruşturulmuş olarak kol tuğuna sıkıştırıp tekrar Meclis- ten çıkardığı büdecesi — üzerinde, benim kendi görüş zaviyem için- den ele alabileceğim noktalar büd ce müzakerelerinin cereyan tarzı ve umumi havasıdır. Muhalif ve muvafık herkesçe itiraf edilecek bir hakikat bu se- neki müzakerlerin — Amerikada- ki paralar bahsinde Nihad Erim- le-Cemil Sait Barlasın gösterdiği asabiyet hariç — her senekinden daha geniş bir anlayış ve olgun- luk içinde geçtiğidir. Muhalefetin tenkidlerini sabır ve — sükünetle dinleyen Halk Partisi, Bakanla- rı vasıtasile mukabeleye geçtiği tanan, muhalefet da yapılmış iş- lerin muhasebesini değil, gelece- ğe ait sayısız vaitleri dinlerken ayni -sabır ve süküneti gösterdi. Böylece iktidar ve muhalefet ta- hammül imtihanlarından ayni no tu almış olarak çıktılar. Müzakerelerin devamınca mu- halefet saflarından - dinlediğimiz ; hemen hepimizin gör- ldiğimiz ve her va- Ankara Mekiubu Ze 4 AZN Lihni KANMAZ leket davalarına aitti. rı gikâyet mevzuları birleştirile- rek ve iyi tertiplenerek Meclis ek Bu ayrı ay seriyetinin gözü önüne serilirken, dar bir politika görüşü ile bun- zamdır ki, hemen her Bakanın büdece müdafaalarını, heyeti umu miyeyi tatmin için verdikleri izah ları samimiyetsizliğe — mahküm eder. Çünkü daima her tenkit- ten sonra kürsüde gördüğümüz Bakan tenkit sahibi kadar olma- sa bile, şikâyet. mevzularını ka- bul ve itiraf etmiş, ya «yeni ka- nunlar hazırladık, yakında Mec- lise getireceğiz» yahut «bu yolda çalışmalara hız vereceğiz> veya- hut tasbu tenkitlerden faydalana- rak yeni esaslar koyacağız» şek- linde vaitlerde — bulunmuşlardır. Zaten .bu itiraflar ve — vaitlerdir ki büdce müzakerelerinde bu yıl çok fazklı bulunan olgunluk ha- vasını — yaratmıştır. Aksi halde her mevzuda karşılıklı bir çekiş- Me olmaması kabil mi idi? Bü defa gördük ki, evvelce ha- kim olan her şeyi toz pembe gös- terme gayreti, şimdi yerini itiraf ve vaitlere terketmiştir. Öyle ki, Meclis zabıtlarındaki-Bakan izah ları bir kitapta toplanacak olsa bunun adına pekalâ «İtiraflar ve vaitler» denebilir. Fakat ne olursa olsun bu açık tandaşın kendi hayat sahası için- rüz noktaları, eksikler ve mem sında İsmail Hakkıya — benzer kimse göremediği için sütunun arkasından gözü hep - kapıda, yeni gelenlerde idi. Acaba şu bir kaç saat önce ancak göz u- cile gördüğü adamı tanıyacak mı idi? Fakat maksat hu görmek ve tanımak değildi. Onunla konuşmak ve bir müh Bebet temin etmek lâzımdı. Bu- nun behanesi ne olabilirdi? Ni- hat bir şantajcı serseri ile tanış mak için bahane düşünmiye lü- zum görmedi, işi tesadüfe ve hâdiselerin cereyanına - bırak- mak daha doğru idi. Büyücek, loşca Balonun - bir köşesinden bir piyano sesi çık- tı. Biraz sonra sağdaki, soldaki masalardan kadınlar ve erkek- ler kalktı, dört çift dans etmi- ye başladı. Bu Galata barında — keyifler yerinde idi. -Bu sade muzikaya ylıklarile refakat edenler, ma- sa başlarında ve köşedeki pey- kede içenlerin keyiflerini taze- liyor; kadınlar arasında karşı- dan karşıya lâf atanlar, şakala- ganlar barın havasındaki neş'- eye neş'e katıyorlardı. Sanki Bu on beş yirmi kişi içinde neş'- esiz kimse yoktu. En somurtga- 'nı Nihat idi. Zabıta memuru bu- rada kendisine bir arkadaş bu Jarak — yalnızlıktan — kurtüln imkânını elde edebilirken işinin hatırı için gu köşede sessiz se- le karşılaşmakta olduğu gıvşull] itiraflar, geleceğe ait teminatlar Günaltay hükümetini geçmiş hü- kümetlerden ayırmış, bize ileriye dasız oturarak etrafı gözetleme yi tercih ediyordu. Müşterilerin, garsonların, dans edenlerin yüzlerini teker teker tetkik ediyor, sarfedilen sözlere dikkat ediyor, merdivenleri çıka rak büyük kapının önünde ne- fes alan ve içeriyi süzen yeni ziyaretçileri gözden geçiriyordu. Gözleri, kulakları, hafızası bü- tün kudretile uyanıktı. Çok teh- likeli bir mahlük olduğuna şüp he etmediği şu İsmail Hakkıyı görür görmez tanıyacak mı idi? Nihat, müsikiyi, hattâ dansı çok sevdiği halde şu karşıki kö- şeden piyano, keman ve saksifo nun çıkardığı sesten zevk almak kabil değildi. Bu can sıkıcı bir âhenkti. Yahut belki bütün his- lerinin uyanık bulunduğu şu an da zevk almak imkânını bulamı- yordu. Halbuki caz hiç de kötü bir âhenksizlik, bir ses müvaze nesizliği halinde değildi. Bulun- duğu yere ve muhite göre K musiki âletlerinin - birbirinin üstüne çıkmak istiyen bir gürül tüden uzak, pekalâ bir âhenk nümunesi arzediyordu. Bir aralık dans sona erdi ve müzik lirik bir hava çalarak din leyicileri dumanlı kafaları için- de coşturmıya, yakın ve uzak çeşit- hatiraları canlandırmıya çalıştı. Bu hava birden Nidaha dokun- du. Çok taze bir yaraya basmış gibi idi, (Devamı var) | | AA Meclis büdce üzerinde aktif bir rol oynayan:ıyor Müzakerelerin dedikoduları hâlâ devam ediyor daha ümitle bakmak ve beklemek imkânını vermiştir. Büdce müzakerelerini takip et- miş her insanın teslim edeceği bir kıkat de büdce üzerinde Mecli- sin henüz aktif bir rol oynayama dığıdır. Meclis çoğunluğu ve büd- üzerinde hükümet üşünün daima ha- kim kaldığını, Meclis ekseriyeti- in ne olursa olsun hükümet iste- ğine göre kendini ayarlamak Mmecburiyetinde hissedişini itiraf etmek lâzımdır. Esasen bunun çık misali; Saka Hükümetinin büdcesini kabullenen Büdce Ko- misyonunun, mali ve ekonomik şartlarda hiç bir değişiklik olma dığı halde çok kısa bir zaman son ra, Günaltay kabinesinin 80 mil- yon lira tasarruf getirdiği büdce yi de hemen benimseyişidir. Ak- la gelir ki, bir diğer kabinenin 100 milyon fazla yahut eksik ola rak getireceği büdcede komisyon- ca ayni şekilde karşılanacaktır. W Süphesiz ki 949 yılı büdcesinin en büyük talihsizliği bir hafta gibi kısa' kir zamana sıkıştırılma &1 ve hele 5 dakikalık konuşma tahdidine uğramasıdır. Bu, za- man darlığının cenderesi müzake- releri daima tazyiki altında tut- tu ve çok defa tenkitlerle istek- lerin mahiyetini anlamak imkâ- ni kalmadı. Fakat büdceyi çıkar- mak için 5 dakikalık konuşma tahdidi de kifayet etmeyince son gece müzakerelerin sabaha kadar devam edişi Büyük Millet Meclisi azalarını, basın mensuplarını ve bir kaç meraklı dinleyiciyi hayli yormuştu. Milletvekillerinde gö- rülen bariz yorgunluğa rağmen, gecenin saat üçünden sonra bir- 'den canlanıvermelerini, Mecliste heyecanlı bir havanın yaratıldığı ni söylersem, kimbilir. konuşma muvzuunu nasıl düşünür, —neler tahmin edersiniz. Fakat tahminde isabetimize imkân yoktur. Bir defa, B.M. Meclisinin bir dişçiye ihtiyacı olduğu ve kadroda bu- lunduğu akla gelecek şey değil- Sonra en mühim memleket dâvaları üç, beş dakikada patır- dısız, gürültüsüz ve üzerinde dur madan - geçiştirilirken, dişçinin vazifesinde kalması yahut ayrıl- ması bahsinde Meclisin ikiye ay- rılarak heyecana düşmesi aklın kabul edeceği bir iş değildir. He- le C.H.P. de birçok dişli milletve- kili bulunduğuna göre * Bütün memleket efkârının alâ- kasını üzerine çeken büdce müza- kereleri, Bakanları ve Bakanlık teşkilâtındakt yüksek memurları hayli terlettikten sonra şimdi An karada, iç politikada bir mahmur luk var. Bakanlar ve milletvekil- lerine dün gündüz rastlamak im- kânsızdı. Saat 14 de, 15 de kimi arasanız ince bir hanım sesinin: «— Çok yorgunlar... Uyuyor- lar» dediğini duyardınız. Gece, Karpiç, Ankarapalas, Pav yon ve Süreyyada hem eğlenen, hem büdce müzakerelerinin de. dikodusunu yapan milletvekilleri- rastlamak mümkündi RMMAMNM 2 MART 1949 B Tefrika No. 11 Fakat ilk güreşler sona erip de sıra başpehlivanlara gelince Bu cevap diğer pehlivanları pek gaşırtmıştı. Çünkü —hepeb Mustafanın ne kıymette bir peh livan olduğunu - biliyorlardı. Ki- misi bu şaşkınlığını açıkça söy- ledi. Bazıları da kendisile alay ettiler. Bunun üzerine Mustafa pehli- van göyle dedi: — Haftaya tekrar güreşimiz var. Eğer içinizde kendisine gü- venen varsa ben bu yabancı peh Jivanla güreşmek hakkımı mem- nuniyetle ona bırakabilirim. O- 'nu ben yenemedim. Siz yenin de görelim! Münakaşalar daha epeyee de- vam etti. Fakat pehlivanlar ne- ticede haftaya toplu olarak gü reş yerine gitmeğe ve bu taşra- h pehlivanı seyretmiye karar verdiler, İstanbul kahvelerinde de o haftanın başlıca dedikodusunu bu güreş teşkil etti. Yabancı bir pehlivanın hünkârın baş pehli- vanlarından Hamlacı Mustafayı bor duruma düşürmüş — olması çok mühim addediliyordu. Bir hafta müddetle ne Hamla cı Mustafa, ne de Bekir pehli- van güreş yerine uğramadılar. Arap Sait meydanı yine boş bul- muştu. Karşısına çıkan pehlivan ları birer birer yeniyor ve mağ- lübiyetinin intikammı bu şekil- de çıkarıyordu. Nihayet büyük gece geldi. Gü reş çadırı o gece erkenden tik- hm tıklım dolmuştu. Güreşlere on beş dakika kala saray pehli- vanları arabalarla toplu bir hal- de geldiler. İçlerinde Sultan A- zizin yaverlerinden ve mabeyin- ci kâtiplerinden bir kaçı da bu- lunuyordu. Bunlara derhal kol- tuklar ve iskemleler — çıkarıldı. Fakat Bekir pehlivan ortada gö Tünmüyordu. Hamlacı Mustafa cazgıra he men sordu: — Bekir pehlivan ge — Hayır beyim, henüz gelme- . — Neden acaba? — Bilmem ki. Halbuki doğrusunu söylemek lâzım gelirse hakem heyeti ve Cazgır saray — pehlivanlarırdan topluca gelmelerinden pek kork muşlardı. Ve içlerinden Bekir pehliva- mın gelmemesi için dua edip du- ruyorlardı. Eğer gelecek ve her kesin gözü önünde hünkârın baş pehlivanını yenecek olursa ne yaparlardı? Fakat ilk güreşler sona erip' de sıra baş pehlivanlara gelin” ce Bekir pehlivan kısbet zenbili omuzunda kapıda göründü. O- nun böyle çıkagelmesi hakem' heyeti ile cazgım fena halde üz4 dü. Halk da onu görmüştü. Der hal: — Geldi. — Bekir pehlivan geldi. — Tam vaktinde geldi, diye fısıltılar başladı. Hünkârın yat verleri ve baş pehlivanları da' vaziyeti anladılar. Mustafa peh- livana : — Seninki gelmiş! — Şu Bekir pehlivan gelmiş! Diye haber verdiler, Hemen hemen bütün gözler kapıya dikilmişti. Hamlacı Mus- 'tafa pehlivan gibi bir pehliva- nan yenemediği bu taşra pehli- vanını herkes görmek istiyor- dü. Orta yaşlarda, hattâ biraz ih- tiyarca görünüyordu. Dikkatli bakan gözler şakaklarında be- yaz saçların hiç de az olmadığı- nı hemen görebilirdi. Yaşı her halde kırk civarında olmalı i- di. Böyle bir pehlivan nasıl olu- yyor da Sultan Azizin genç, dinç ve çok kuvvetli bir baş pehliva- nına kafa tutabiliyordu? Bunu kimse anlamıyordu. Bekir pehlivanı gören diğer hünkâr pehlivanları Mustafa pehlivana hemen taltılmağa başladılar: — Bunu mu yenemedin Mus- tafa pehlivan? — Amma da yaptın be! n yaşında adam! — Senden galiba pehlivanlık geçmiş. — Yazık sana be pehlivan! Ba- ba Mustafa Mustafa pehlivan bu sözler üzerine döndü — Kendine güvenen varsa hodiri meydan! Çıksın şu ada- mı yensin! Beş altın da ben ko- Yuyorum. İşin içine böyle bir iddia ve para girince diğer pehlivan'ar hemen işe talip oldular ve ara- larında €en genç ve acar pe vanlardan — Hüseyin — pehli seçtiler. (Devamı var) ——— . olmazsa bir kaç hafta dedikod su y kusurlar buluna Mecliste ağzını açmamış, pılacak, perde gerisinden ne ine fakat imdi eşe dosta lâzım olduğu şe- k ve hele Öyle anlaşılıyor ki bir haflada müzakeresi biten büdeenin kilde konu: hiçİtüreyecek ve daha neler, neler... an ne kahramunlar