oe e ÇANAKKALEDEN MAKEDONYAYA En kiymetli şey: SULH İngilizler Umumi Harbi Hatırladıxca Harb gözlerinde büyüyor. İngiliz gazeteleri Avrupada ye- umum bir harb çıkmasının geçildiğine memnun olarak sütun sütün yazılarla doludur. Harb olsaydı ne olurdu, sulh de- am etmekle elde edilecek kâr | dir? Bunun üzerine yazılar ya- z uyor. Tabildir ki 914-18 harbin- lizlerin çekmiş olduğu zor- da tekrar anlatılıyor. Jmumi Harb başlayınca Sırb - T çektiği uzun uzadıya Dünkü «Son Telgraf» bunu hulâsa etmişti. Yine İngiliz gazetelerinde yazılanlara bakarak Çanakkaleden sonra Makedonya- da bir cc, di İngilizlerin çektiği müş latmak sırası geldi. Hiçbir erkek Sıbristandan dı- şarı çıkamıyacaktı. Çünkü her. | kes asker demekti. On yedi ya . şından aşağı olan bu çocukların başında kendilerinden daha yaşlı erkek olarak kimse yoktu. Bunlar kendi reislerini yine kendileri in. tihab ederek bü müşkül sefere çı, kiyorlardı. Fakat netice ne olds? Bu su- retle tam 30,000 erkek çocuk Sız. bistandan çıkarıldı. Harbde ölmekten kurtarıldı. Fa kat yollardaki Zorluk, kış, açlık, sefalet yüzünden bunların 23000 Çocuk bu meşakkatli seyahat es- nasında ölmüş, telef olmuştur. Sırb kadınlarından de bu su « retle memleketi bırakarak çık » mak istiyenler olmuş, fakat bun. ların da binlercesi yollarda öl . Mmüşlerdir. Nihayet Sırb ordusu da döğüşe döğüşe çekilerek yerini :uşm:ır_.:ırmi bırakıyordu. Fakat 'i çekilen ordunun da bakiyesi yi a bakiyesi ne böyle Adriyatik denizi kemn,—ı ni bulunciya kadar öyle bir hale geliyordu ki açlık, sefalet, hasta. hk, ölüm birbirini takib ediyor . dü. Artık bu suretle sağ kalmış olan Sırb askeri ancak bir iske - letten başka birşey değildi. Sırbistan, sağ kalabilen ister iz. temez bu meşakkatil yola çıka - Tak kendini kürtarmak mecbu - Tiyetinde idi. Onun içir. büyük bir. ;(ıı,n başlamış, devam ediyordu. adınlar, çocuklar, babalar heb gidiyorlardı. Fakat çoğu daha Aı: riyatik — sahillerini bulamadan dağlarda soğuktan, açlı ie çlıktan ölü. Bu sahneyi tamamile anlatmak için ne dense azdır. Fakat n ır. u da ilâve etmeli ki bu feci sıhî:yi îıı;bumn acıklı sahneyi gösteren b :L :ı:ıd duğaı vardı: Bu yolcuların şoğu da deli oluyordu!. Onların hali zorla aklını muhafaza &de - ilenler üzerinde pek elim bir te- Sir yapıyor, geri kalanların kuv. vei maneviyesini sarsıyordu. Nihayet ne kaldı ise )-!ll tulanlar kurzuxıbumıştir.m(ı)'ı'ılîrl— le !ıı-riıbeı' memleketi terköderek selâmeti hariçte arıyanlar içinde Sırb Krah Petro da vardı. İhtiyar bir Kral, yaşı tam yetmiş bir!. Bununla Beraber —memlel etin bu felâketli zamanında metane - llnl_ muhafaza edebilen bir asker Bibi bu ihtiyar Kral'da kendi a- damlarına kuvvet ve cosaret ve- #iyordu. Kralın oğlu Prens Alek- sandr da beraberdi. Tarihte bun« dan daha feci bir muhacirlik ol- du mu? Herhalde Sırbların bu çıkışı ğ ta- :hı_n kaydettiği korkunç muha - rliklerin birincilerinden olsa ge- Adriyatik sahiline kadar ken - dilerini atabilen sırbların çoğu ise oraya geldikten sonra kendile - rinde bir adım daha yürüyebile- cek bir kuvvet bulamıyorlardı. Hepsi bitkin bir halde idi. Fakat sahilde Fransızlarla İngilizler on-, ları bekliyorlardı. Gelenler için- de ölenlerin miktarı da artıyor - du. Fakat yaşıyabilenler, niha - yet kendilerini toplıyanlar, sıhhat| ve kuvvetlerine sahib olanlar da çoğalıyordu. Korku arasında Sırp- lara yer gösterilmiştir. Sırbistan hükmeti Korfoda kurulmuş olu - yordu!, Sırblar memleketlerinden çıka- rak, dağları tırmanacak Adriya - tik sahillerine gelmişler, sağ ka- İabilenler oradan Korfo adasına | nakledilmişti. | / Kalabilen Sırblar da yok değil- di. Manastırda bir parçacık yer kalarak oradaki Sırblar muhafaza edilebilmişti. Yoksa Sırbistanın diğer her yeri büsbütün düşman- Tara geçmişti ve Bulgarlarla Sırb- lar arasındaki düşmanlık öteden- beri malüm olduğu için Bulgarlar © zaman daima şunu tekrar edi- yorlardı: Artık Sırbistan diye bir şey kalmamıştır, Sırb namında bir de millet yoktur!. Onun için Sır- bistanı hatırlatacak herşey orta- dan kaldırılmak istenmiştir. Fakat Sırblar gitmiş oldukları yerlerde ne yapıyorlardı? Kor - foda Sırbistan hükümeti kurul - muş, oraya gidebilen muhacir - lerden ölenler ölmüş, geriye kü- lanlar da artık kuvvet ve sihha! lerini elde ederek yeniden mü. | dele için büyük bir arzu besleme- Be başlamışlardı. Sırblar, düşün- dükçe düşmanlarına karşı olan husümetleri artıyordu. Memleket elden gitmiş, kadın- lar ölmüş, öldürülmüş, çocuklar açlıktan, soğuktan gitmişti. Geri- ye sağ kalan Sırb erkekleri bunu bir türlü unutamıyorlardı. Sırblar yine harbe gitmek İsti- yorlardı. Korfo adasının lâtif ha- vasında yaşamak artık yeterdi. Hemen bir ordu teşkil edip git- mek!, Fakat Sırbları artık kendi bildikleri gibi hareket ctmelerine imkân kalmamıştı. Çünkü İngiliz- ler, Fransızlar vardı. Bunlar müt- | tefik ardular halinde harbediyor- lardı. Sırblar tekrdr harbe gitmek ların plânı dahilinde hareket et- meğe mecbur kalacaklardı. Sırb- | lar işe karışınca müttefik ordu - | ların plânlarında da ona göre bir hesab açmak lâzım geliyordu. Fransızlar daha evvel Selâniğe 35,000 kişilik bir kuvvet yollamış- | Tardı. İngilizler de buna ilâve ola- Tak 13,000 kişi gönderdiler, İşte Makedonyadaki İngiliz ve Fransız | müttefik kuvvetleri böyle idi. Fa- | kat bu başlangıçta böyle idi. Ya- ni daha Sırbların o feci ricati baş lamadan, muhacir akını Adriyatik sahillerine dökülmeden evvelki yaziyet, daha sonra müttefik or- duların mevcudü arttırılmıştır. İngiliz kuvvetleri 915 sonbaharın- da oraya yollanmıştı. Bunlar o - nuncu fırkanın adamları idi. Bu fırka Çanakkale harbinde Gelibo- luda muharebe etmiş, yorulmuş, oradan çekildikten sonra ise artık istirahat etmek üzere bir yere gönderilmesini istiyen askerler- di. Yoksa Çanakkaleden ler, Fransızlar çekildikten sonra | isteyince mutlaka müttefik ordu- | KIŞA DOĞRU Bu mev tiyatro sim İstanbulda meşheri var!.. 5—SON TELGRA F — 10 | ci Teşrin 1938 İSTANBULUN MEŞHUR OBURLARI Softabağırıyordu:Bırakın yiye- yim şu püfeyi on kuruş verdik!.. Bir küfe üzüm yiyen softa !, Lângadan, Şişliye, Şehzadebaşın- dan Taksime kadar tiyatrolar yazan: MURAD KAYAHAN rından çıkan sese taş çıkartacak | kışlar, 1s- | Jıklar (burada takdir yerine), te- | Kış geldi. Sinema ve tiyatro mevsimi başladı. Ne mutlu İstan- bullulara bol eğlenceli bir kış ge- çirecekler değil mit, İşte bu u- muş, hiç de yerinde değil! Gerçi İstanbulun bir şehir ti - yalrosu, bunun dram kısmı, ko - medi kısımları var... Var amma | anlar binalarının mahdud istiab kabiliyetile ancak bir kısım halkı (vesaiti nakliye zorluğunu — göze almak, sigortasız tıramvaya bin- mek cesaretini göstermek şarlile) bu zevke eriştiriyor... İstanbulun ucu bucağı geniş sınırları içinde tiyatro seyretmek, sinemaya gilt- |. mek ihtiyacını hisseden mühim bir vatandaş kütlesi var. Onları ne yapalım. Bu kütleye cevab vernen kısım da kendilerine (halk tiyat- rosu) ismini koyan tulâat kum - panyalarının hâlâ kemali ihtişam- la hükümran oldukları Şehzadeba- Ş1 mıntakasında iş görüyorlar. Bunların repertuvarları kendi - lerine mahsus orijinaliteyi hâlâ muhafaza ediyor... Hiç «tulüat termsili» seyrettiniz mi?... R Etmedinizse gelin, burada el | birliğite şu satırlarda ona bir göz atalım... Komiki şehirin tiyatrosunda yız!... Aklı başında temsil heyet- lerinin sinek avlamalarına muka- bil burası öyle rağbette ki... Par- terden paradiye kadar her taraf hincahınç dolu:.. İçerisi kesif bir siğara dümanile kaplı.. Sahnenin iki tarafına asılı «sigara içilmez> levhalarına bakan ceketi omuzda delikanlılar ellerindeki sigaraları tüttüre tüttüre levhayı heceliyor- lar. vazikanın davuldan başka sazı duyularmıyan silik ahengi, dört bir tarafta sağlam dişli ağızlarda czi- len kabakçekirdeği, fıstık, kebab | kestane kabuklarının çıtırdısı a - rasında kaybolmuş... Hafif tertib konuşmaların siga- ra dümanile bulutlu uğultusu ku- lak yoran bir uzayışla sürüp gi- diyor.. Programda 20,30 da diye göste- rile oyuna başlama saati (21) i bulduğu halde hâlâ tatbik edil « miyor. Fakat, seyirciler alışık... P Şehir tiyatrosunun kıymetli rejisörü Muhsin Ertuğrul ve bir krokisi Kumpanyayı ikaz ediyorlar. Kulakları yırtan ıslık sesleri, ayak vurmaları, el şakırtıları gü- rültüyü arttırıyor.. Bütün bun - Jara cevab veren bir se$, tıpkı az-| gın birdeliye verilen bir müsekkin gibi hemen tesirini gösteriyor. Pa-| ftırdıyı kesiyor.. İçerden duyulan | bir el çıngırağının hafif meşreb kadın kahkahasını andıran sesi!.. Müzika içeri geliyor... Davulcu (mutlaka da Arab olacak) davu- du başı üzerinde tutuyor; etrafa aşina bakışlar.. ve., bütüri bu me- rasim esnasında çalgıcılar yerleri- ne geçiyor. Çıngırak İkinci defa, biraz fasıla ile üçüncü defa çalı- yor... Perdenin deliğinden seyir- yeti belirsiz çalışile ağır ağır açılı- yor. Fıkara bir dekor... Kuyruğile bir sıra dişini ayıklıyan ahtapot, yar nıbaşında su kabarcığı yutan bir kırmızı balık, daha buna benzer | birbirini tutmaz deniz resimle - | rile örtülü eskimiş, kirli mavi ren- Bi göz yoran tahta sahnenin orta- sına, kolislerden birinden fırlı: genç bir oyuncu geliyor... Çal - gıya tempo tutan sıçramalarla sa- ğa, sola, öne, arkaya eğiliyor, fır dünüyor, Henüz jazı tayin edil - memiş, mahiyeti oynayandan baş- , kasına malüm — bulunmıyan bir bir şakırtı kopuyor... Al pinmeler, birbirini tamamlıyor... Perde, şantoz, yılışık - suratında bir karış açılan ağzını çerçeveli- yen değil de tahdid eden bir te- bessümle Sırıtırken ağır ağır ka- panıyor.. Perde kapanınca alkış artmış - tır.... Işıklar - dayanılmaz bir hal almıştır. Bu hal bir dakikâ kadar sürer.. Sonra yavaş yavaş perde yine aralanır.. Artistin başı, bir kaç eğilişle çılgınca el vutan pe- resteşkârlarının selâmlar... Şakırtı raksı tamamlıyor.. Müzika yorul- muş gibl susarken perde kapanı - yor.. Kısa, birkaç el çırpmasın- dan ibaret bir alkış hüviyetini ar- kasında taşıyan oyuncu gözden siliniyor... — Bu kız hiç de tutmadı!.. — Evet.nafile... Alkışlayan bile yokt. Seyircilerin muhaveresini yine © seyyar manifaturacıların mahal- le aralarında dolaşırken çaldıkları çıngırak kesiyor.. Yine müzika.. Yine perde'. Podrası yüzünü ki - rece çevirmiş, allığı yüzünde kır- mizi mürekkeb kurutulmuş bir tampon manzarası meydana geti- ren 45 lik bir şantoz «devri hindi» denilen en ağır en güç şarkıların- dan birini o, bando iskeleti müzi- kanın içindeki büyülünün çatlak, kulak yırtan haykırışlarıle oku - mağa başlıyor. Ses falsolu, dil pürüzlü, şarkı « nin başlangıcı yanlıştır.. Şanto - zun nefesi yetişmiyor, arada ince | çıkmalarla şarkı daha ortalarında in uğultusu iken konuşma sesle arasında boğuluyor... tiyor.. Bunun adı programda golo, seyiretlerden biri nükte yapı - yor (): ç — Ahmed be.. Bununki solo de- ğil sulu!.. Buna da alkış yok!, Çıngırak tekrar perdenin açı * lacağırı seyircilere müjdelerken çalgının dilinden — anlıyanlar el vurmağa, alkışa başlıyorlar de alkışlar arasında her seferkin- den ağır kalkıyor, ayni kötü de - korla alay eder giyinişli bir genç artist ortaya geliyor... Kollarında halhal taklidi madeni belirsiz sa- | yı bilezikler; parmağında çarşı işi bir sürü faşlı yüzükler, — saçları permanant öndüleli, tıpkı kabarık duruşile bir roka salata demetini andıran artist yılışık gülüciğile alkışların sonunu bekliyor.. Türlü sedler, paradiden fırlatılan fıstık- larla kabak çekirdeklerine arka- | daşlık eden (ah) lar, (0f) lar ti kenince, ince, titrek bir ses, sü- f rekli bir söyleyişle bir şarkıyı ge- veliyor... Hyret!!! Koca salonda bir ma- Cilere bakan bir göz yerinden kay- boluyor. Kemanın akordu.. Mu - tad cızırtı.. ve perde, müzikanın de dinleniyor. Nihayet buluyor... Bir şakırtı... Parke üzerinde ko- “gan bir süvari bölüğünün bed sükütu var... Şarkı, vecd için ı Çabucak m-[ Per- | hafifler, bunun yerine bağırmalar | başlar: (Devamı 6 mcı sahifede) Yazan : M.Sami Karayel Obür; muhakkak, çok yiyen in- | ganların lâkabıdır. Fakat; obur- zağun envat vardır. Meselâ; özü paraya doymuyan insan... | para oburu... Hislerini, zevk ve neş'e ile dindi- remiyen insan... Yani; görmemiş | oburu. Midesini; her ne olursa, olsun yediği halde, bir türlü doyuramı- yan adam... Yani; aç gözlü... Obur; | Bu, büsbütün başka bir cinstir. Başka bir nevidir. İsterse; fil gi- bi, bir oturuşta bir kazan pilâvı yer... Eğer; arzu etmese; yüz dir- hem ekmekle iktifa eder. Evvelden, sayılı oburlar vardı. Hattâ; bu oburların işledikleri ha- | Tikulâde vak'alar bazan gazete si tunlarına kadar geçerdi. Meselâ; Sultan Hamid devrin- de, İkdam gazetesinde şöyle bir yazıya tesadüf edebilirdiniz: -. Dün akşam, Şehzadebaşında | Mersinin - çayhanesinde — meşhur| Hafız Şükrü, iki güğüm boza, bir Sabaha karşı Kahvenin kapısı açıldı, rövolver tu- tan bir el Tezgâhın önünde kahvesini içen bir zavallı yere yuvarlandı Sabaha karşı saat, sabahın dört buçuğu. Parisin büyük caddeleri tenha ve sessiz. Herkes derin bir uykuda... Yalnız Sen Marten civa- rında, köşedeki kahvenin elek - kalabalık var. Koltuk değneği ile yürüyen bir adam, kapıyı açıyor, kahveye gi- riyor. Parmağile şapkasının kena rına dokunarak patronu selâmlı - ! yor, Tezgâhın önüne geliyor, süt- lü bir kahve ısmarlıyor. Yanında bulunanlarla konuşmuyor. Kah - | vesini içiyor. Bu sırada, kahvenin dumanlı camına bir gölge yaklaşıyor, ve derhal kayboluyor. Fakat kapı, ya rı açılıyor, otomotik bir rüvelver tutan bir el uzanıyor... Facia o kadar ani oluyor Birinci kurşundan sonra katil içeri giriyor, tozgüha yaklaşı - yor, koltuk değnekli adamın üze- |- rine dört kurşun daha sıkıyor. Zavallı, yere yuvarlanıyor. Ka- il de, geldiği gibi kollarımı sallı- yarak çıkıp gidiyor. Kahvede bu- unanlardan hiçbirisi mümanaat edecek zaman bulamıyorlar. Ol- dukları yere mıhlanıp kalıyorlar. Katil çıkıp gittikten sonra ken- | dilerini topluyorlar. Yerde ya -« tan zavallıyı kadırıyorlar. Bir tak si çağırıyorlar, hastaneye götür - | mesini söylüyorlar. Yaralıyı taksiye bindirenlerden biri: | — Kendisini tanırım. Düşmanı | olduğunu hiç zannetmezdim... | | | İ, Diyor. Az sonra gelen polisler, kahve sahibini yakalayıp karako- la götürüyorlar, ve mecruhun ifa- desini almak üzere hastaneye gi- Fakat o, hastaneye ge - trikleri yanıyor. İçeride oldukça * uzandıi lirken yolda ölüyor. Üzerinde bu- lunan iki cüzdanda 495 frank ka- dar bir para ile bazı kâğıtlar bu- lunuyor, 20 İlkteşrin 1895 de Voj da doğduğu, isminin Edvar Gran- dukled olduğu, madeni yağlar sa- N tışile iştigal ettiği Pariste Ele sokağında 12 numarada oturduğu anlaşılıyor. Maktul harp malülü- dür. Ayağının biri kesiktir. Üzerinde bulunan resmi evrak- tan namuslu bir adam olduğu an Taşılan bu zavallının katline se - bep ne?., —— Zabıta, maktulün evinde araş- tırmalar yapıyor. Ve bu kanaatte yanıldığını anlıyor. ğ 7 önci sahifede) | sürahi şıra, yetmiş beş bardak çay içerek herkesi hayretler için- de bırakmıştır.» 2 * Meşrutiyetten sonra; oburların adedi azalmağa başladı. Hele; Harbi Umumide; büsbü- tün vücudleri ortadan kalktı. Nasıl, kalkmazdı? - Yetmiş beş bardak değil; bir kahve fincanı ça- ya şeker bulunamıyan bir devir- de oburlar yaşıyabilirler miydi? * Vaktile tanıdığım birkaç obur, yirmi dört saatte bir yemek yer- lerdi. Allah rahmet eylesin, Da « rüşşafaka mektebinin bir imamı vardı. İsmi Mustafa idi. Bu zat da, yirmi dört saatte bir karnını doyuyurdu. Sofrada ne var, ne yok süpürürdü. Meselâ: Birkaç lenger yemek yedikten sonra; üste de, iki len- ger tıkız makarnayı ekmeğine ka« tık yaparak midesine indirirdi. İmam Mustafa Efendinin kırk patlıcan dolmasını bir oturuşta yediğini söylerlerdi. Gördüğüm, oburlar içinde en meşhuru Hafız Şükrü idi. Hafız Şükrü; dehşetli ve akılla- ra hayret verecek oburlardandı. Sıska; zayıf mı, zayıf... Kısa boylu, biraz çarpık vücudlü... Fev kalâde güzel sesli bir adamdı. Alelâde yemek yediği zaman, bizim gibi elli dirhem, nihayet; yüz dirhem ekmek yerdi ve ham- dedip sofradan kakardı. Fakat; obtırluğunu ele alıp da yemeğe başladı mı, bir oturuşta bozayı, bir sürahi şirayı atıştırı. verirndi!. Hafız Şükrü; Bahriye camiinde müezzin olduğundan bahriyeli - lerle teması çoktu, Bazı bahriye zabitleri Hafız Şükrünün on se- kiz bahriye ekmeğini bir mastal- ye suyun içine atıp şişirdikten sonra; şapır şupur İştiha ile ka- tıksız yediğini söylerlerdi. Ben, Hafızın çok enteresan o - lan aşağıdaki oburluğuna — şahid oldum. Üsküdara tâbi, Bulgurlu köyü- ne düğün güreşine gitmiştik... Ha- fız Şükrüyü de, ghzel ve şarkı o- kutmak için çağırmışlardı. Dü - Bün, güreş eğlendik... Göce, Bul- gürlüda kaldık. Sabahleyin, yola düzüldük... O vakitler, tramvay olmadığı — için tabanvay geliyorduk... Hafız Şük rü de beraberimizde idi. Üsküdara vardık, vapura daha iki saat var dediler... Malüm ya; © vakitler Allahlık devir... Bir kahveye oturduk. Vakit er- kendi. Karşımızda; — bir Niğdeli, İstanbuldan kayıkla getirdiği bir küfe üzümü yere indirdi. Köşeye dayıyarak üstündeki mostura kı- dıfını söktü ve gelen geçen sabah müşterilerine bağırmağa başladı: — Hay gidi yapıncak hayt... Kıs malıdır babam!... Niğdeli, bu bağırtısını - keser, kesmez sözlerinin kuyruğuna şu- nu da ekliyordu: — Sudan ucuz; yirmi paraya babam!... > (Devamı 6 amcı 5