BÜYÜK DENİZ ROMANİ * ——|Şahin Yavrusu l Yazan: KAFLI No.34 | Plânını tatbik edebilmesi için sarhoş olmaları lâzımdı Ali reis, yemek zamanını müm kün olduğu kadar uzatmak, kap- tan Manitelli ile ikinci kaptan ve lostromoya bol bol şarab içirmek, hattâ elinden gelirse bu otuz se- nelik fıçıdan tayfalara da pay vermek istiyordu. Yemek çok şen başladı. Çok geçmeden Jlostromo da onların yanına gelmişti. Ali reis, yanındakilere çaktır- madan şarabına bol bol su katı - yor, onlarım susuz içtiklerini gör- dükçe seviniyordu. Plânımı sonuna kadar yürüte - bilmek için onların zil zurna sar- hoş olmaları, fakat kendisinin a - yık bulunması lâzımdı. Mülâzim Paolinonun şen söz - leri, serbest hareketleri, sofrayı idare edişi ve ikide bir onlara gü- zel aşk hikâyeleri anlatması çok hoşlarına gidiyordu. Tayfalar birer ikişer kaptan köşkünün kapısına ve yanlarıma toplanmışlar, dinliyorlar, otuz se- nelik Kıbrıs şarabınım nefis koku- siyle yarı sarhoş görünüyorlardı. Genç mülâzim bir aralık ayağa kalktı: — Mühterem kaptan, - şarabı- nız o kadar nefis ki, Fransa kra - lmın sarayında bile bunun bir eşi- | ni bulamayız... Bana izin veriniz | ondan birer bardak geminizin bu arslan yürekli tayfalarımna su- nayım... Türk'balıkçılarını avla- itik kasusühda onların çok büyük hizmetleri geçti.. — Fakat.. Nasıl olur, dostum?. Sonra?., Kaptan sözüne devam etmek istiyor, fakat bir türlü beceremi - yordu. Eğer meydan verecek o- lursa mülâizm Paolinonun istedi - ğini yapmayacağı belli idi. Ali recis bunu anlamıştı. İkinci kaptanla lostromonun yüzlerine baktı.. Onlar gülümsü- yorlardı. Hele lostromo, Ali rei- sin kulağına doğru sokulmuş, ke- keliyerek şunları fısıldamıştı: — Doldur, içelim!. Oldu ola- cak!... Manitelliye kalırsa bize denizin suyu kadar şarabı olsa bir damlasını içirmez!... Ikinci kaptan şimdiden uyuk- luyordu. Paolino da başında bir ağır - hık duyuyor, fakat artık içmiyor- du. Bütün tayfalara doldurup dol- durup şarab veriyordu. Sonra da | ilâve ediyordu: — Venedikte size bir ziyafet çekeyim de görün!... Şarabı bar- dakla değil, fıçıdan içireceğim... Herkes bir fıçının dibine uzana - cak, ağzını onun musluğuna çevi- rip acacak, patlayıncaya kadar içecek!. Nasıl?. Geliyor musu - nuz?.. Benim davete geliyor mu- sunuz?... Şimdiden, hepinizi ça - ğırıyorum. Kaptan Manitelli, omuzuna düşen başımı zorla kaldırdı. İkin- ci kaptan bir aşk şarkısı mırılda- nıyordu, Lostromo fırsat budur diyerek üst üste ağzına kadar dol- durduğu âlâ Kıbrıs şarabını göv- deye indiriyordu. Mülâzim Paolino üst üste bar- | dakları dolduruyor, alabildiğine tayfalara dağıtıyordu. — İçin, bir daha bulamazsınız bunu!... İçlerinden bir ikisi: x — Fakat, yarın kaptan haber alırsa! .. — Nereden haber alacak!. Si- zin de hakkınız yok mu?.. Ge- minin kahrinıiçeken, düşmana ça- tınca en önde ölüme koşan si niz. Sonra da her şeyden m: rum kalıyorsunuz.... Hiç olmazsa böyle arasıra gönlünüzü alsalar ya.. Ah, benim bir gemim olsa!. O zaman tayfalara nasıl bakıldı- ğını gösterirdim.. Bir kaptanı kaptan yapan, gemiyi yürüten ve şerefe koşturan asıl onun tayfala- rıdır. Halbuki onlara çok zaman pay bile verilmez... Eğer bir gün başlı başına bir gemim olursa be- nim yanıma gelir misiniz?... Dolu şarâab kadehini kapanlar, onu hemen son damlasıma kadar içiyorlar, sonra da dillerini du- daklarının üstünde ve etrafında gezdiriyorlardı. — Ah, sizin gibi bir reisimiz olsa, bizim böyle bezirgân gemi” sinde işimiz ne?.. Korsanlık c - derdik.. Denizler o kadar geniş ve yağma edilecek mal © kadar çok ki... Bir kaç yılda hepimiz zengin olurduk.. Bu sözler Karlonun can dama- rına dokunmuştu. Harb ve kor- san gemilerindeki günlerden bahs ederek, herkesin ağzını sulandı - ran vakalar anlatryordu. Saat yürüyordu. İkinci kaptan bir kenara uzan- dı. Kaptan Manitelli ne kadar ol- sa eski kurdlardandı. Bir aralık doğruldu ve Karlonun sözünü ke- serek: — Sus ulan!... Senin marta- vallarını dinliyecek değiliz.. Su- rata bak da süngüye davran!.. Görenler allah için söylesinler... Bilmiyen de Barbaroslara Akde - nizi haram ettiğini sanacak se- nin!... Diye eğlendi. Sonra denize, üfukta kızarmış olan aya, durgun denize baktı: | , — Hava ne güzel!.. Hayatım- da bu kadar güzel bir geceyi hiç görmemiştim... Gözleri Paolinoya ilişti: — Bravo, kahraman dostum!. Benim ne iyi bir taliim varmış da sana rastlamışım!. Bana senin gi- bi bir ikinci kaptan lâzım!. Yok- sa... Nerede o aptal Benitto?.. Nerede?.. Göremiyorum... Benittonun başı yanma sarkmış horluyordu.. Manitelli onu eliyle hızlca dürttü.. Zavallı adam az daha boylu boyunca yere yuvarlana: caktı. Lostromo, tayfalardan ikisine baktı. Başiyle bir işaret yaptı. —| İki kişi Benittoyu karga tulum- | ba kamarasına götürdüler. Manitelli onun bu halini görün- ce bayağı kızmıştı: — Vay sersem vay!.. Şimdi ben mi kalacağımi nöbette?... Sa- baha kadar kim kumanda ede- cek bu gemiye?. — (Deovamı var) Kadircan, soyadı olarak “KAF- | LI,, yı seçmis ve kütüğe yazdır- mıştır. | Küçük ilânlar YU e — y HABER — Akşam Posfast r Jngilizce dersleri | Müellifi: ömer Rıza ada Üçüncü cümlenin manası *ço - cuk keki yiyecek,, dir. Buradaki fill “will eat,, yiyecek manasın - dadır. Ve fiilin istikbalde vuku bulacağını anlatır. İngilizcede zaman tasrifleri çok — zengindir. — Fiillerin üç esaslı zamanı vardır. Hal; present (prezent), mazi (past), istikbal future (fuyut- çer). Bunlardan her birinin de üç kısmı vardır. Onun için esaslı zamanlar do- kuza varır. Bunları birer birer gösterelim: 1 — The boy eats the cake. Yani çocuk keki yer. Buna basit hal simple present (simpil prezent) denilir. The boy is eating the cake. Yani çocuk şimdi kekini yiyor. Buna continows or imperfect present (kontinyuvos, yahud im- perfekt prezent). Yani (müstemir yahud gayri tam hal) denilir. (3) The ” boy has eaten the cake. Yani çocuk keki yemiştir. Buna tam hal perfect present (perfekt prezent) denir, (2) The boy ate the take. Yani çocuk keki yedi. Buna basit mazi simple past (simpil past) denir. The boy was eating the cake, Yani çocuk keki yiyordu. Buna imperfect past (imper- fekt past) yani nakıs mazi deni - The boy had eaten the cake, Yani çocuk keki yemişti. Buna perfect past yani mazi denir. (3) The boy cake. Yani çocuk keki yiyecek. Buna basit istikbal simple fu- ture (simple fuyutçer) denir. 'The boy will be eating the cake, Will eat the ( Devamı var ) Genç doktorlara kârlı bir iş Kadıköyünde, işlek bir mahal- de, eşyasiyle beraber acele devre- dilecek bir muayenehane için Be- yoğlu, Asmalımsçit, Kamhi ha- nında 5 numaralı daireye her gün saat 18 - 20 ye kadar müracaat e- dilebilir. Hü Satılık piyano Çapraz demir kadranlı Alman Piyanosu ucuz satılıkdır. Beyoğlu Tarlabaşı caddesi No: 109 haneye müracaat Tel: 40774 — (5558) ı 7S0 liraya satılık hane On lira kira getirir kârgir bü- tün evsafı havi ve yazıhane yapıl- | mağa elverişlidir. Galata Ferme- neciler Hacıfoti sokak numara 7. Konuşmak istiyenlerin Galatada | Şirketi Hayriye üstünde köşede berber Avni beye müracaatları. z (3613) ] formül ile üçüncü ve son Yazan: Aka Gündüz | bir ü — Küçük Zeus! dedi. Eğer ağ- zını pek tutmak ve Omikro gibi| çalışmak gücünü kendinde bulu - yorsan yarından tezi yok enstitü - de... Hayır enstitüde değil, benim lâboratuvarımda çalışmağa baş - larsın. İki kız birden, sevinçle ayağa fırladılar. İkisi de profesörün ellerini öp- mek için eğildiler. Esoes ikisinin de başlarını tuttu, salal dolu göğ- sünün üstüne bastırdı. O sırada elindeki bir güderi par cası ile küçük, boş bir elektron a- kümülâtörünü parlatmağa çalışan Ömega girdi. Profesör: — İşte sana bir arkadaş daha! dedi. Burada çalışacak? Ömega, güzel Zeusa baktı. Şaş- kı göstermeden şöyle eğildi: — Benim adım Omega'dır. Yar dımcılık ederim, Senin adın Omor- fo mudur? Profesör ilkkez gülümsedi: — Neden Omorfo olsun? — Bir Omikro var, bir de Ome- ga, olsa olsa bu da Omorfo olur. sandım da... — Omorfonun ne demek oldu- ğunu biliyor musun? — Bilmez olur muyum? Omik- ro, küçük (0) demek, Omega, bü- yük (0) demek.. Bu da güzel (0).. — Neyse, senin dediğin gibi ol- sun. Sen Eletronometreye baktın mı? — Baktım, Saat 8,15 de K 734 üzerinden M. 15 radyomül göste- riyordu. — Omikro! Küçük Zeusa lâbo- YETUYEYT Yezdir: Çatışıma sistemi 5 mizi anlat. Artık gidiniz demek istediğini sezen kanbur Zausa göz ışmarı et- ti, çıktılar: Profesör yalnız kalın- ca koltuğuna yaslandı. Bugün ü-| zerinde bir tenbelliği vardı. Bir- birine aykırı duygular içindeydi. Sevinmek istiyordu. Gülümsemek istiyordu. Kirpiklerinin dibi ya- nıyor ve damla damla ağlamak is- tiyordu. Evler, barklar birer birer sönüyor. İşte koskoca bir yuvadan bir tek genç kız kalmış. Bu da yarın ölürse bir ocak daha kapan- mış olacak. Acaba ulüslar da böy- le değil mi? Ailelerin sönüb gidiş- leri zamanla ölçülebiliyor, gözle görülebiliyor. Fakat uluslarınki böyle değil. Geniş ve büyük ka - labalıklar oldukları için eksildik- leri, eksile eksile tükendikleri leri pek o kadar belli olmuyor. 'Tek aileler birer birer sönüyor, u- luslar küme küme, ordu ordu yok oluyor. Esoes yüzünü buruşturarak kal- ktı: — Ben filozof değilim! diye düşündü. Ben aklı başında müs- bet adamım, kuruntuya düşecek kadar da çelimsiz değilim. Hadi işine Esoes! Koca bir insanlık se- ni bekliyor! Onlara gerçek ya- şayışı, gerçek barışı ve ölümsüzlü- ğü vermeğe çalış! Omikronun yaptığı ikinci dene- me iğnesinin üçüncü günü olduğu| anığına geldi. Kanbur kızın arka- daşı yarın gelmek üzere gitmişti. Omikroyu karşısına aldı: — Sen beni dinlemedin. İki| denemeyi de kendin yaptın. Ben-| den suç gitti. Üçüncüsünü benim| yapmaklığıma hiç bir engel kalma dı. Makineler işledi. Esoes taze bir| iğneyil Çü Alma ve başka dile çevirmi Devlet yasasınca koru'udur yaptı. — Oldu, artık. Sonuna b Bunu derdemez içinden gülü ve içinden konuştu: — Budala! Hangi sonuna b caksın. Yetmiş beş yaşına basti Karşındaki insan henüz - kırkı varmamış. — Yaşıyabilecek mif ki denemenin sonunu görebilesi! Ve bu düşündüklerini kı söylemekten çekinmedi. Kanb profesörünün sakallarını okşıyâ rak güldü;: — Hepimizden çok siz yaşa! dedi. Hem yaşıyacaksınız, ceksiniz. İnanınız bana, — Falcılığa mı başladın? — Şaka etmeyin rica ederim Bu dakikadan sonra gene eskisi gibi yürümeğe başladı. * us, arkadaşı kanbur ÖOmikroyu ” kokan pansiyon odasından çek” kendi evine almıştı. Kanbur, P fesörün onayını alarak her gizi” Zeusa açık açık anlatmıştı. İki * küdeş her gün erkenden kalkı * yorlar, prafesörle beraber lâbe tuyardan içeri giriyorlardı. Üniversite ve üniversitelile Zeus enstitüsü ile hiç ilişikli muyarlardı. Enstitünün lâborâ tuvarlarında çalışanlar sanki b ka bir acundan gelmiş yara lardı. Onlarla az çok alay da yorlardı. Onlara “Esoes mansi tırının külâhsız keşişleri,, diyo' lar ve derken de gülüşüyor Hele prençip lâboratuvarında f lışan iki kızla büsbütün zel lerdi. Kanburun eskidenberi #" detündardi: Omikro. — Fakat aydanberi ona bir güzel kız da tılmıştı. Ordinaryöslerden kıpmw kadar herkes şaşıyordu. Bu k#” dar güzel, genç ve bilgili bir &f ipihtiyar bir profesörün ne y tığı belli olmayan loş İ-boratı' rına ne diye kapandı? — Belki sevdalıdır. — Sevdalı olan poyraza ç” hava alır. — Ya umudu sönmüş bir sef dalı ise, 4 — Olsa bile, seksene yıkl’f. mış bir bilinmez bilimler bilgif' nin — bu sözle alay etmek i diklerini gösterirlerdi — şal de sör olmak gerekmez ki. $ — Şu Bal kız, bakteriyole den, elektromonolojiden ftb'; vaz geçse de bana varsa daha eder ya; neye yarar ki kafası muk sakalım bilinmez bilimleri saplanmış. — Bir şey değil, pembe re? acak. bi — Adam sende! Esoes sa yaşasa daha bir iki, bileme” beş yıl yaşar. Daha iyi d' kız da tam olmuş, pişmiş ol ortaya çıkar. Ne de olsa $7 toydur. Prençip laboratuvarında b türlü konuşuluyordu. Şişman ğ mega omuzundan düşü güderisinin ucundan ynkılı'“'d öbür ucunu sağ avucuna aklattı: 4 z — İçeridekini biliyoruz: ?*' fesör. Ren Omega. Sen Omif Bu da Omorfo! t — Zews diyemiyor musun Bi — Biz Zeusun içindeyiz. — yW Zeus daha dersem olmaz. Bif ğgimiz bozulur. Anca berâ kanca beraber. y (Devamı var) i ©* xX W f vj D Çi - —.. u u u FF u