Şeyhin hilesi “Son sayfadaki resme bakmız !— “M Eflâkt Hazretleri, işgal di büyük vahada, çadırlarmı ,""'Mıı. Etrafta nöbetçileri, çep :'.'N nöbet bekliyordu. Hepsi si- içindeydi. Gözleri, ufuklara “T;lııigti_ ayır, birini beklemiyorlardı. Yokularr yoktu. Zira, nihayetsiz :.— dört bir tarafına bakrıyorlar Düşman kabilenin şeyhi olan *rdülhasep Hazretlerinden ken- 4 İni sıyanet etmek - istiyorlar- " Zira, bu Ferdülhasep, bizzat ürracimdi... Kumların ara - , bir avuç askeriyle, sinsi |a akan su halinde süzülüp; Oüra vahaya geldiği zaman, bir- ı"mıo kayalara çarpan dalga bi kükrerdi... İşte, şimdi, Şeyh — Eflâktnin a- İ"ıılrı böyle bir suikaste uğra - .'hlk için, gözlerini dört açmış, L"'"!mlı.n'h. Bereket versin ki, miktarları '_"ılydı. Yoksa, düşmanm kuvve- p dayanamıyacaklardı. Zira, *trdülhasebin askeri, kendileri - inden yirmi misli azdı. Para- N da ona göreydi. Fakat, reisin ı"'Veti. zekâsı, cevvalliği, düş- ::ı tiril tiril titretmeğe kâfi ge- 'du. Eflâki Hazretleri, maiyetine le demişti: — Eğer düşmanımı öldürürse- , buna muvaffak olana bin al - vereceğim gibi, hepinizi mem- Sun etmek üzere, kırk gün, kırk İtce düğün bayram yapacağım...' hĞîğiıılı kadar hurma rakısı... Jenize hediyelerin en giran - P Herhalde beş altr bin altmı :'::n çıkarmışa benziyordu. Çı- "nelinde muvaffak olduğu — tak- MG, bu çöllerin yegâne hâkimi Yolacaktı... | Bir gölge... Bir gölge... U- ğ t*llrdı bir gölge belirdi... Dik- &., - Vahanın içinde böyle bir ses “nladı. ; Eflâkt Hazretleri, yerinden || çöadı. Şu saatte kimsenin gelme- | Yizi beklemiyordu. Sakın düşma - | n bir suikastine uğramasın... — Haydi, bir kaç yüz kişi top- L.lıı da gidin, bakım... -dedi. Askerler, derhal, fırladı... Plht. çok geçmeden, geri dön- &r: — Çaban Antiller imiş... — Ne istiyor, neye geldi?... — Efendimizle görüşmek isti- şoy!ı, çobanın huzuruna alın - | ::'llı müsaade etti. Çadırının ö- Nj:: bir keçe serdirmiş, testisini Dü koymuş, beyaz — sakalıyle '&kar oturuyordu. — Ne istiyorsun? — Bir şey istemiyorum... Yal- Nd'um bir şey haber vermeğe N“"--—Beuim gayet güzel bir kı- n olduğunu biliyorsun, niye- | daha büyüyünce, senin oğlu- ah *diye etmek, bir kaç yüz altın . Onu, bu maksatla besli- I::*un Halbuki, Ferdülhasep, H'î'l'. beleşten eğleniyor... Onu '€rine âlet ediyor... —Deme... '—;:ki gözüm çıksın ki... Hafta- din £, gün, Medine panayırı günü Hh' erdesr, dalima beyaz atına İYor... Dörtnala gelerek, kızım da yeri değil miydi? Zira, | la Hudde vahasında buluşuyor... Şıkırdım sohpet... Tabif, bu —hal, fena halde asabiyetime dokunu- yor... Benim kızım orospu mu?... Hem de bu sevişmeye karşılık beş para aldığı da yok... Vallahi, pek mütcessir oluyorum... Ben onu, sizin evlâdmız için müstefrişe di- ye hazırİryordum... Rica ederim, Şeyhim, önümüzdeki mülâkatla- rında, biraz asker gönderin de şu- nun haddini bildirin... Pmarm ö- nünde bir sık fondalık vardır... Ö- nüne oturuyorlar... Saatlerce ah efendim, ah... Çoban, bu minval üzere, yan- dı, yakıldı. Şeyh, alâkayla dinli- yordu. Allah, tam fırsatı ona ver- mişti. Hasmını gafil avlıyacaktı... Geçer ayak, şöyle bir sual sordu: — Kalabalık mı geliyor? — Hayır, yanında yalnız yave- ri Atauddin var... — Ah, hınzır, mel'un... Şeyh, bu yavere de pek kızar- dı. Demek ki, onu da yakalamak mümkün olacaktı... Emelinde muvaffak oldu... Gene, çadırımın önünde, bağ- daş kurmuş oturuyordu. En önde, müjdeciler koştu: — Yakalandı, yakalandı... Ya- veri kaçtı, fakat, şeyh Ferdülha- sep yakalandı... Ihtiyar kabile relisi, sevincinden çıldıracak hale gelmişti... Fakat, neş'esini o kadar belli etmedi... Sözde, sakin durdu, Seccadesi üs- tünde tesbih çekmekte devam et - ti. Maamafih, en emmniyetli adamı Ebühharbiye: — Adam akıllı bağlı mı?... -di- ye sordu. — Elleri arkasmdan bağlı ve boynuna kement takılı... Yanında da silâhşorlarımız var... Merak et meyin... Asla taarruz edemez. Yüksek sesle emir verdi: — Öyleyse huzuruma getirin... Müthiş şeyhi, düşmanınım kar- şısına çıkardı. Evet, oydu... Ayni gözler, ayni kaşlar, ayni çehre... Yalnız, bir şeyi eksikti. O küstah- ça cesaret ifadesinden eser kalma mıştı... Artık yüzü mânasını kay - betmişti... Esaret hayatı, onu, bir- denbire değiştirmişti. Bundan, Eflâkt, memnun ol- du: — İdam edileceksin... -dedi.- Lâkin, nezrim var... Bunu, seneler den beri herkes bilir... Seni yaka - ladığım gün, vahanın ortasmda bir kazığa çırıl çıplak bağlıyaca- ğım.. Biz eğleneceğiz ve sen aç, susuz, kırk gün işkence çekecek- sin ... Artık, hiç bir kayguları kalma- mıştı... Vahanın etrafındaki göz- cüler, kaldırılmıştı. Şimdi, bunlar, orta yerde duran kazıkta bağlı a- dama bakıyorlardı: — Aman Yarabbi... Bunca se- nedir korktuğumuz yıldığımız bu muydu?... Ne âciz mahlük.... Kor- kak, ürkek, titrek... Yüzündeki a- ciz ifadesine bakın... Ve, içiyorlardı... Saatlerden be- ri, hurma şarabile, kafayı tütsüle- mekteydiler. Şarkılar, rakslar, ha- vaya atılıp boşaltılan tüfekler... Silâhlarında nasıl fişek kalma- dıysa, kafalarında akıl ve vücut- larında müvazene de kalmamış- ... Birdenbire, düşman süvarileri, HABER — Akşam Postâzi | ete ! n - )|Hafta tatili yorgunların canına can katıyor Aile sahibi olmanın ne demek oldu- uğnu insan ancak, onu kaybettikten nlar! Ti / Sık ağaçlar a-asında, neş'e içinde rahat bir Cuma gğeçirilen bahçelerden biri Şu haftada bir günlük tatil yok | ralara kurulup tatlı bir cıvıltı ile | caklar, dolaplar, ipatlamalar, kal mu, hani yaz günleri bu bir gün- lük tatil insanın canma hakikaten can katıyor. En yorgun, bezgin, başı kalabalık bir aile babasına bakarsınız Cuma günü öğleden önce, yahut sonra yanma çoluğu - nu çocuğunu almış, eller türlü ne- vale sepet ve çıkmlarile dolu kıra gidiyor. İşte o zaman anlıyorum ki o yorgun, bezgin adamcağız o gün mes'uttur, kendisinde o gün için ne yorgunluk, ne — bezginlik kalmışfır. Yanmda çoluğu çocuğu ile o gün gittiği birağaç altımda, bir su başında ve çocuklarının tat It ervilürlarr arasmda yemek yer- ken kahve içerken içinden gelen samimi bir duygu ile: — Oh! Hayat ne güzel, ne hoş şey! diyecektir. Bu yaz, aylardan beri, İstanbu hın şurasında burasında gezip do- Jaşmadığım bağ, bahçe kalmadı gibi... Eski yazlarda buraların en çok manzaralarma, tabil ve fabif gü- zelliklerine bakar, onları seyret - mekle vakit geçirir, gönlümü on- larla oyalardım. Bu yaz ise bura- | larm ne manzaraları, ne de tabil ve sun'i güzellikleri bana bir şey söylüyor. Bu yaz, böyle yerlerde bana dokunan, benim yüreğimi Kendi üzerlerine çeken, hattâ be- ni kendilerine kıskandıran şey, o- — —a —— vahayı bastr. En önlerinde, gene © azimkâr, küstah ifadesile Fer- dülhasep vardı... Direkte bağlı duran âciz tavır- İt adamm yanında atını durduta- rak: — Beni bu mu sandınız?... »di- ye haykırdı.- Ben, size yakalanır mıyım?... Beni bu hale koyabilir misiniz? Haydi, teslim olun... Hi« lemde muvaffak oldum... Baba- mım piç bir çocuğu bana benziyor- muş. Ona kabilelerde rastlamış- tım... Terbiye ettim... Oltamın u - cuna yem diye koydum... Yaka- landımız, alık, balıklar.... Ve, bir kılıç darbesile ihtiyar şeyhin kafasını uçurdu. Artık, o günden sonra, bütün çöllerin yegâne hâkimi Ferdülha- septir.,. (Hatice Süreyya) Cumalarını geçiren ailelerdir. Bakıyorum: Baba, ana, teyze, hala, abla, kardeş çöktükleri sof- ranın başmda sanki hep birden: — Ooh! Ne kadar sevinçliyiz. Hayat ne kadar güzel, ne kadar hnş şeymiş! Diyorlarmış gibi geliyor bana... İnsan, içinde iken farkında olama dığı öyle saadetler, sevinçler, mut Juluklar varmış ki bunların değe- rini, pahasını, sonra onların dışın | da kaldığı zaman anlıyormuş! Ne demek istediğimi siz anlatayın : Arkadaşlardan biri, çoluğunu, çoğunu ve türlü nevalesini — alıp geçen Cuma bir kır gezmesi yapa- | cakmış.. Bu gezmeye beni de ça - gırdı. Sabahleyin arkadaşın evin- den cünbür camaat kalktık, tek atlı arabalara dolduk; onlar dur- madan güle, cıvıldaşa ve ben on - ları seyrederek sonsuz kırların en güzel yerlerinden geçip yemyeşil ve sulak bir bahçeye gittik. Pek neşeli yenen öğle yemeğinden son ra arkadaşla karşı karşıya kahve- lerimizi içerken o, düzüneye yak- laşan aile fertlerinin yüzlerine ba- karak: — Şu saadet, dedi, insana yet- mez mi? Arkadaşımın bu patavatsızlığı- nı! duymamazlığa geldim. Görü- nüşüne doyum olmryan bu çok gü zel bahçenin en şirin bir yerinde idik. Sağımız, solumuz daha böy- le bir çok mutlu, sevinçli ailelerle dolu idi. Bahçe yanaşmaları (gar- sonları) henüz öğle yemeklerini yemekte olan bu aile sofralarına sepetlerle yeni kuyudan çıkarıl- mış, dumanı üstünde buz gibi şef- tali, armut, kavun ve gene yeni ku | yudan çıkarılmış, kırmızı, toprak testiler içinde aşlama sular taşı- | yorlardı. Çok iştahlı, çok tatlı, bir öğle yemeği arasında ve yemek - ten sonra o canım billür gibi aşla- ma pıinar sularından içenler derin birer: — Oooh! Çekiyor ve her çekilen bu oh - lardan sonra baba kızın ,ana oğu- lun, hanımnine torunun, abla kar- deşin, karıkocanm yüzüne gülüm- süyorlardı, Etrafta çalgılar, çağ - naklar, türküler, oyunlar, salm- kahalar gırla gidiyordu, Arkadaşım yazın bu Cuma â- lemini pek sevmişti, Bu baştanba- şa mes'ut âlem onu pek coştur- muş, sanki çocuklaştırmıştı; onun için boyuna söylüyor, bana karşı boyuna patavatsızlıklar yapıyor ve ben onun yüzüme karşı kırdığı bu potlarr o aralık duyduğu se- vinç ve mutluluğun şiddetine ba- gışlıyordum. Nihayet, akşama doğ ru serinlik basıp ta gölgelerin bi- raz daha esmerleştiği, biraz daha sağa sola kırıtmağa başladığı sırada tuttu, son bir pot daha kırdı: — Yahu, ölü müsün be adam, neye öyle put gibi duruyorsun? | Söylesene, gülsene, — eğlensene! Şu emsalsiz güzellik sana hiç te mi bir şeyler ifade etmiyor, put musun be mübarek? , v a Anası, büyük anası, karısı, bal- | dızı, teyzesi dört çocuğu ve çocuk ların yaşlı bir dadışı ile dört başr mamur yaz Cuması keyfi çatan ey aziz arkadaş! Ben, bu keyfi, değil böyle bu çok güzel eşsiz. kırlarda, bahçe- lerde, Beyazıttaki külüstür. ağaç- Tarmn altında bile çatar, orada bile senden keyifli senden sevinçli söy lemesini, gülmesini ,eğlenmesini bilirim, Fakat, şimdi senin etrafı- nt kuşatan şu çok sevgili ve cana yakın kalabalıktan, ne olur, ben - de de bir tek mosturalık kalsa idi! Osman Cemal Küreklerini kaybeden sağır adam — Hele şükür! Nihayet beni gördü « lerl ağaçla: z |