4 Şubat 1937 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5

4 Şubat 1937 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

4 Subat 1937 CUMHURİYET Sokağa atılan paralar Müşterek bilet Tarife Komisyonu bu işi tetkik ediyor Akay, Şirketi Hayriye ve Halîç va purlannın yeni bilet ücretlerini tesbit edecek olan tarife komisyonu, dün, Deniz TicaYet Müdürü Müfid Necdetin riya setinde toplanmıştır. Toplantıda her üç idarenin mümessilleri de hazır bulunmuşlardır. Heyet, sırasile Akay, Şirketi Hayriye ve Haliç vapurlarına aid kâr ve masraf hesablarını tetkike başlamıştır. Komisyon ikinci toplantısmı aym on ikinci cuma günü yapacak ve o gün yeni tarifeleri tesbite çalışacaktır. Tarife komisyonunun yeni tarifelerde üç idarenin ücretlerinde de tenzilât yapacağı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Şir keti Hayriye ile Akay idaresi arasında müşterek bilet ihdası meselesi de tetkik edilmektedir. Eğer iki müessese arasın da bir anlaşma mümkün olursa ve tarife komisyonu tarafından da kabul olunursa şimdiden sonra, bir biletle Boğaz vapurlarile Akay vapurlannda bir taraftan diğer tarafa gidip gelmek kabil olacaktır. ÇELENKLER VE BÜKETLER Bunların paralarile İsveçte muazzam vakıf apartımanları yapıldı. Buralarda binlerce ihtiyar ve alil bakılıyor 2 Kadının hikâyesi Av köpeklerimizin istirahatini bu suretle temin edip te «Bayramdere> köy kahvesine avdetimizde Yıldızla Samiyi, tatlı bir hasbıhal halinde kafa kafaya bulduk. İkisini de fasih bir almanca ile ve muhabbet kitabımn yapraklarını çevir mekle meşgul gibi bir vaziyette görünce hepimiz de birer defa irkildik. Saminin, almancayı kendi lisanı kadar kolay konuştuğunu bilirdim. Fakat, Yıldızm da ondan aşağı kalmadığı ve en nihayet bizim gaybubetimizden bilistifade bu lisan delâletile çabucak anlaşacaklan kimin hatırına gelirdi? Yıldızın eşi Doğan da dahil olduğu halde içimizde almanca anlıyan bir arkadaş olmadığını bildikleri için mey danı pek geniş ve müsaid bulmuşlar, hiç aldırmıyorlardı. Bizim vürud ve vücudümüzden zerre kadar müteessir ol mıyarak lâkayd, fütursuz konuşup durduklarını Doğan görünce sendeliyerek yığılır gibi yerine oturdu. Bu, böyle devam edemezdi. Her iki sine de ayrı ayn vaki ihtarımız üzerine almanca faslını güçbelâ kestirebildik. Cumhuriyetin yıldönümü olan bu bayram gecesinde, şu köy kahvesinde kurduğumuz av ve avcılık meclisi, gene eski neş'e ve şataretini aldı. Bahısler, cins köpek beslemek, adi köpeklerle avlanmak meselesinde hayli dal, budak sardı. Ve oldukça da münakaşayı mu cib oldu. Köylüler, bizim değerli, cins köpek lerimize zerre kadar kıymet vermiyorlar; besledikleri, avlandıkları kopoy, tazı kırması, yerden yapma, cılız sokak köpeklerinin hizmetini, meharetini saya saya bitiremiyorlardı. Hele içlerin den biri: Baylar, dedi. Sizin bu nazik, ter biyeli, hürmetli köpekleriniz, kekliğe, çulluğa, sülüne, tavşana pek nazlı ferma ediyor. Bizimkiler, bütün fermalarını kuru ekmek parçasma karşı adam boyu sıçrıyarak yaparlar. Diğer biri de söze kanşarak: Bizim köpekler, diye ilâve etti. haftalarca yağmur, kar altmda kakr lar ve yatarlar. Günlerce kuru ekmeğe hasret çekerler. Sonra: «Hadi...> deyince sabahtan akşama kadar tavşan ko varlar. Sizinkilerin yalnız birer karyo laları eksik. Biraz kayalık arazi görünce tabanları yarılıp şişiyor. Ayaklarının üstüne basamıyorlar. Bizimkilerin ta banları ise nalça gibi nasırlıdır. Sizinkiler, sık çalılıklar, dikenlikler etrafmda uzaktan alarga ile daireler resmediyor. Bizimkiler ise «ha!...» deyince sarp yerlere, kara çalılar, dikenler içine yılan gibi dalarak girip çık tıkları zaman derilerinden kanlar fış kırır. Cildlerine batan dikenleri, ertesi gün cımbızla ayıklarız. Peki, sarp dikenler, çalılar içine girince, oraya vurup düşürdüğünüz avı alıp size getirir mi? Yazan: Bedri Ziya Aktuna güzel bir nümune olması itibarile bunu nakletmeden geçemiyeceğim. Buyurunuz, «Bayramdere> köy kahvesinden bana hediye ettikleri hikâye şudur: Eski zaman kadılarmdan biri, memur ve hâkim olduğu memlekete giderek yerleşir, oturur. Makamında sekiz, on gün kâtibile beraber pinekler, uyuklar. Memleket içinde kavga yok, cerh yok, cinayet yok. Ve bir mesele tahaddüsü ne imkân dahi yok. Düşünür. Olacak gibi değil. Nafaka, dünyalık çıkmıyor. Mübaşir (muhzir) dedıklerini çağırarak: Bana bak evlâd, der. Bu, ne rezil memleket böyle... Hadi, sen şöyle çar şıyı, pazarı bir dolaş, bakalım... İş yok, dava yok. Fetva soran yok. Bari biz arayalım... Muhzir, fırlar. Caminin önünden geçerken musallataşında bir cenaze yattığını, namazı kılınmak üzere herkesin harıl harıl abdest almakla meşgul olduğunu görünce, sorar: Bizim kâhyanın av köpeği... Derler. Bunu duyan mübaşir, birkoşu tersyüzüne dönerek soluğu kadının huzurunda alır ve işi anlatır. Kadının, kallâvi kavuğu başmdan fırlar. Tepe den tırnağa kadar titriyerek hiddetle: Neuzubillâh! Vay kâfir kâhya vay... Çabuk olun... Namazı menedin. O hınzın da buraya iletin... emrini verir. Kâhyayı getirirler. Kadı, bağdaş kurduğu minderinden sıçn yarak ateş püskürmiye başlar. Hiddetten ağzı köpüre köpüre: Bre namerd, bre yezid, bre kâfir herif! Hitab ve itabile küfre koyulur. Allaha şirk koşarsm. Utanmaz mısın, sen? Köpeğe cenaze namazı, ha?. Bu, nerede görülmüştür? Söyle bakalım. Sen hangi dindensin? Sen, cehennem kuyulanna düşeceksin. Senin o köpek dilini zebaniler koparacak. Ondan ev vel, ben senin bacağına bir ip bağlata rak şu memleket içinde sokak sokak köpek gibi sürüteceğim. Müslümanlar ibret alsm! Mel'un köpek! Kâhya, gayet soğukkanlılıkla: Aman, kadı efendi diye başlar. îzin verin anlatayım. Bu, sizin bildiği niz, anladığınız köpeklerden değildir. Hele bak! Sus... Hâlâ söylüyor. Köpek değil mi bu? Evet, amma... Çok mübarek bir köpekti... Tövbeler olsun yarabbi... Mel'un! Köpek mübarek olur mu? Durun, efendim. Ben, bu köpeği iki aylık yavru aldım. Aldığım gün buna bir koyun hediye ettim. Onun sütile büyüdü. Fakat, öte taraftan koyun da her sene doğurmıya, yavrusunun yav rusu... Derken üredi. On, on iki sene içinde bizim köpek, otuz, kırk koyun luk bir sürüye sahib oldu. Ölmeden evvel bana şöyle bir vasiyette bulundu: Ben, dedi. Bilâvaris ölüyorum. Kırk koyunumdan otuzunu memleke tin kadısma, on tanesini de kâtibe mi ras bırakıyorum. Hay, Allah rahmet eylesin... Ey, sonra? Öteden zabıt kâtibi sorar: Merhumun ismi şerifleri? <Sert> bendeniz... Istağfirullah... Bendeniz ne demek? O, canımız, ciğerimizdir. Kadı: Aman, kâhya birader, der. Böyle yumuşak huylu, melek haslet, cennet mekân bir köpeğe «Sert> demek günah değil mi? Hele biraz durun. Cenaze namazmı ben de eda edeyim. Savabdır! Nasıl, avcı arkadaşlar? Hikâye hoşunuza gitti mi? Ormanlarımız rman meselesi, bugünün önemli mevzularından biri oldu. Yeni bir kanun lâyihası, or manlan bütün şümulile devlet malı sırasına koyuyor ve onlara inkişaf hakkı, yaşamak imkânı veriyor. Ormanlar, tabiatin bahçeleri sayılır. Kendi eserimiz olan bahçelerin ayak al tında kalmamasına, çiçeklerimizin hırpalanıp köklerinden kurutulmamasına nasıl dikkat edersek ormanların da uluorta tahrib edilmemesine o derece itina gös termemiz gerekti. Ne yazık ki uzun a sırlar, bu itina gösterilmedi, ormanlar boyuna hırpalandı, yakıldı, yıkıldı ve dağlanmızın çoğu, saçları dibinden ke silmiş besleme başına çevrildi. Eğer Cumhuriyet devrinde ormanlan koruma usulü nizam ve intizam altına almmasaydı bugün (8,816,299) hektar olarak tesbit edilen ormanlarımızın mesahası, hiç şüphe yok, dörtte bir nisbetinde eksik olurdu ve bu eksiklik yaramaz çocuklar elinde alabildiğine büyüyen delikler gibi gittikçe genişlerdi. Fenne ve idarî zaru retlere uygun bir dikkat, on dört yıldanberi ormanlarımızı inhitattan korudu, yeni kanun onlan mütezayid bir inkişafa mazhar edecektir. Ormanlanmızın bir zamanlar nasıl tahrib olunduğunu gösteren bir müşahedemi anlatmadan önce bugünkü orman vaziyetini kısaca tesbit edeyim: Antalya vilâyeti 674 bin hektar ormanla birinci mevkii tutmaktadır. îçel, Balıkesir, Zonguldak, Sıvas, Bolu, Kastamonu, Ko caeli, Sinob, Giresun, Muğla, «428», 401, 378, 361, 353, 337, 278, 209 171, 164 bin hektarla ikinciden on bi rinciye kadar sıralanırlar. Vaktile dünyanın en büyük ormanlannı ihtiva eden Erzurum mıntakasında bugün 127 bin hektarlık orman vardır. Gümüşhanede bu rakamı sekiz bine düşmüş buluyoruz. Halbuki orası da birkaç yüz yıl önce ormanlar yatağı idi. *** Şimdi, nakletmek istediğim ve vaktile gördüğüm faciaya geçiyorum: Orta A nadolunun bellibaşlı güzelliklerinden birini teşkil eden Tecer dağlan mıntaka sında dolaştığım bir gündü, gecelediğim köyde vakitsiz bir şafak kızıllığı belirdi ve beni uykumda belinleterek yataktan sokağa fırlattı. Manzara, vahşi bir gü zellık taşıyordu. Çünkü koyu karanlığın böğrünü yararak yeri, gökü kızıl bir ışık içinde bırakan bu şafak, o civardaki bir ormanm tutuşmasından doğuyordu. Ev lerin, konaklann, saraylann yanmasına hiç te benzemiyen bu orman tangını, milyonluk hazinelerin kıvılcımlaşarak, alevleşerek ve dumandan bulutlara sarınarak uçuşunu, sonra kül olup yere dökülüşünü ifade ettiği için çok acıklıydı. Bir çobanın kuzu çevirmek için yak tığı ateşten çıktığı anlaşılan yangın, tam bir hafta sürdü ve koca bir ormanı silip süpürdü. Ben o gündenberi «orman» denildik çe iliğime kadar titrerim ve o yangın gecesini hatırlarım. Yeni kanun, iste bu facialann da tamamile önüne geçmek için yapıhyor. Hayırlı olsun! Kandırada Hatay bayramı Stokholm Çiçek vakfında oturan ihtiyar kadınlardan bir grup Amerikada bir ailede vuku bulan ö lüm haberini tanıdıklara bildiren mek tuplann bir kenannda «çiçek göndermeyiniz!» ibaresi yazılıdır. Bunun sebebi ölenin akraba ve dostlarmı lüzumsuz bir masrafa sokmamaktır. îsveçte böyle bir kara haberi bildiren mektublarda «çiçek paralarını unutmamanız rica olunur» yazılıdır. Onlar da şöyle düşünüyor. Bir ölüye hürmeten gönderilecek en nadide çiçcklerden yapılmış bir çelengin birkaç günlük ömrü vardır. Halbuki böyle günlerde sarfedilecek paralarla âciz ihtiyarların imdadına koşmak ve onlara son günlerini rahat yaşatmak elbette daha hayırlı ve daha semereli bir dostluk tezahürüdür. Işte böyle bir şefkat ve merhamet yurdunu kurmayı ve çiçek demetlerine israf edilen paralan bir hayırlı işe sarfetmeyi ilk düşünen ve onu bir hakikat şekline koyan İsveçli meşhur seyyah ve kâşif (Sven Hedin) in kızkardeşi (Alma Hedin) dir. Miss Hedin ötedenberi kimsesizlerin, yardıma lâyık olanlann imdadına koş mayı, hastalara bakmayı kendine iş edinmiş bir kadındır. Hayatmın son yirmi senesinde bir dullar ve öksüzler yurdunu idare etmekte idi. Burada yüzlerce çok çocuklu bakılmaya muhtac kadınlara ve anasız babasızlara şefkat elini uzatmıştı. Bir gün Isveçin en tanmmış gazetesinde şöyle bir yazı okudu: «Isveçin zengin bir tüccannm cenazesine dostlan tarafından gönderilen çe lenklere sarfedilen paranın miktan on bin dolardır. (Bizim paramızla aşağı yukarı on iki bin lira kadar birşey). Miss Hedin bu masrafı lüzumsuz bulmuş ve kendi kendine, ne yazık bu kadar para kaç fakirin yüzünü güldürebi lirdi! demiş. Fakat ötedenberi îsveçte ölüye karşı gösterilecek en büyük hürmet onun tabutuna çelenk koymak olduğun dan orta halli ailelerde bile dostlann gönderdikleri çelenklerin ve buketlerin fiatı gene 2,500 dolardan aşağı değildi. Bfır gün bir fabrikatörün oğlu ölüyor. Işçiler aralannda 80 dolar toplayıp gayet güzel koskoca bir çelenk yaptınyor lar. Miss Hedin tahkik edip öğreniyor ki çiçekçi mağazasına o çelenk yalnız 10 dolara mal olmuştur. Demek ki dükkân sahibi 70 dolar kâr etmiştir. Hayır! diyor bu bir ihtikârdır ve bu manasız an'ane yıkılmalıdır. Kafasında günlerce bu fikir işliyor, nihayet ölülerin hatırasına hürmeten yaptırılan çelenk paralannın kendisinin vücude getirdiği bir teşkilâta verilmesini ve bu paralarla ihtiyarlar için bir «Blomsterfonden Çiçekler vakfı» kuracağını ilân ediyor. îsveçin bu tanmmış hayır seven kadınmın bu insanî teklifi çiçekçi mağazaları sahiblerinden başka herkesin memnuni yetini mucib oluyor. Cenazelere çiçek demeti veya çelenk yaptıranlar paralarını (Miss Hedin) müessesesine yolluyor lar. Bugün içinde 1,000 ihtiyar barındıran yedi yüz küçük daireli sekiz büyük apartıman bu suretle meydana geliyor. Bu güzel ve makbul fikir cabucak lskandinavyanın her yanma yayılıyor ve ölülerle gelinlere gönderilen çelenk parala rından yüz kasabada ihtiyarlar için birer çiçek vakfı meydana geliyor. Bakmız bu yurdlara kimler girebili yor? 1 Kadın veya erkek yalnız veya kan koca yaşları altmışı geçmiş olacak. Sigortadan veya hükumetten veya bir ticarethaneden ayda aldığı tazminat veya tekaüdiye elli dolan yani altmış lirayı geçjniyecek . Kendi işini görebilecek kudreti olan lar yataklarını kendileri düzeltecek, odalannı kendileri tophyacak, umumî taam salonunda diğer aceze ile birlikte yemek yiyecekler. Bakılmağa muhtac olanlann bütün işlerini hususî adamlar görecek, yemekleri odalanna getirilecek. Bu yurdlar aldıklan para ile haricde rahat yaşıyamıyanlar içindir. Meselâ ayda yirmi lira geliri olan bir ihtiyarın bu yurdlardaki hayatı haricde beş mislı para ile temin mümkün değildir. îki öğün mükemmel yemek ve sa bah kahvaltısı için 25 sent alırlar. (Bizim para ile otuz kuruş). Çamaşırları makine ile bedava yıkanır, temizlenir ve ütülenir. Yurdun gayet muntazam bir kütübhanesi vardır. Orada bedava istenilen kitab ve gazete okunur. Güneş banyoları için verandalarda şezlonglar vardır. Her hafta bir tabib bütün daireleri dolaşıp bedava muayene eder. Hasta olanlann icab ederse haftada birkaç kere odasma gider. Hastabakıcılar ilâçlannı verir. Bir akrabasınm veya dostunun ölü süne göndereceği çelengin parasını yurda yollıyanlara gayet güzel parşımen kâğıd üzerine makbuz mukabilinde bir şükran mektubu gönderilir. (Çiçek vakfı) ordu ve donanmada, şimendifer memurlannda madenlerde çaKandıra (Hususî) Aylardanberi ulusu alâka ile heyecanlandıran Hatay davasınm Yüce Önder Atatürkün ve îsmet İnönü hükumetinin kiyaset ve azmile bir Lozan, bir Montrö muvaffakiyeti gibi zafer tacile millete hediye edilişi gibi mes'ud bir hâdiseyi Kandıra halkı Cumhuryet alamnda toplanarak coşkun ve heyecanlı tezahüratla kutluladı. Hatibler meyanında söz alan genc Belediye reisi Ismet Niyazi Yelkenci oğlu mukaddes davamız Hatay kurtuluşunun mahiyetini kısa ve veciz cümlelerle şiddetli alkışlar arasında halka anlattı. Ondan sonra kürsüye çıkan Kandıra Maarif memuru Hamid heyecanlı söz lerile zaferi Türkün er meydanlarında olduğu gibi siyaset sahasasmda da elde edebileceğini büyük Türk ulusunun bü yük şeflerinin Türkün asil kanmda mevcud bu kabiliyeti bir daha göstererek tarih yazan necib Türk milletinin nelere muktedir olduğunu ve olabileceğini izah etti. Yüce Atatürk ve şefler minnetle anılarak alkışlandı. Büyüklerimize şükran, Hatay Erginlik kurumuna da tebrik telgraflan çekilmesine karar verilerek halk kütleleri davul zurnalar çalarak, jnjlİL marşlan terennüm ederek kol kol kasabaya dağıldılar. lışanlarda da hüsnü kabul görmüş, hepsi de çelenk paralarından hususî birer ihtiyarlar yurdu vücude getirmişlerdir. Kral, Kraliçe ve bütün Isveç kişi zadeleri bu yurdlara alâka göstermişlerdir. Geçen sene Belçikada bir otomobil kazasına kurban giden Kralın refikası îsveçli Kraliçe (Astrid) in vefatında cenazesine Isveçlilerin koyacakları çelenklerin parasmdan yeni bir çiçek yurdu kurulmuştur. îsveç Kralı Beşinci (Gustav) evlen mesinin ellinci yılını geçen sene tes'id etti ve îstokholm'da altın düğünleri ya pıldı. Bu münasebetle memleketin her tarafından gönderilen çelenk paralan ile yeni bir ihtiyarlar yurdu daha kuruldu. Bu çiçek yurdları kurulalı beri cenazeler büsbütün çiçeksiz kaldırıldığı ve düğünlerde hiç çiçek kullanılmadığı hatıra gelmemelidir. Gene cenaze arabasında mevsime göje bir veya iki süslü çelenk bulunduğu gibi, gelinlerin de başlarına çiçekten bir tac konulmaktadır. Fakat çelenklerden, biriken paralarla binlerce ihtiyara son günlerini sıkmtısız ve rahat geçirmek imkânı verilmiştir. i , SEL1M SIRR1 TARCAN Niye cevab vermiyorsun? Başka biri, gülerek: Oradan yalanarak çıkarsa anlarız, Neyi anlarsmız? Karnını doyurduğunu, canım... Bunda anlamıyacak ne var ki... Hayli güldük. Bu kahkaha tufanınm dinmesiru müteakib köylülerden biri şöyle bir hikâye anlattı. Ummadığım köy kahvesinde, hiç beklemediğim bir lisandan işittiğim çok modern, çok ibretbahş şu masal, taassub dedıkleri kara cehaletin alabildiğme, dolu dizgin gittiği, bütün içtimaiyat ve ahlâkımıza, hatta siyasetimize kadar dal, budak sararak maddiyat ve maneviyatımıza nafiz ve hâkim olduğu devrelerde, yobazlık zihniyetindeki caliyet ve mürailiğe ve sevincle karşıladılar. Herşey gene eski halinde. Ayşe gülerek havuzun kenannda kahvesini getirdi. Asma dallan yeşermiş ve bahçenin etrafını çiy renkli arsız çiçekler kaplamıştı Ev, ona bir gün önce bırakmış gibi göründü. Bekir Bey, eskisinden daha sakin, fakat belli olacak kadar yorgun ve ihtiyardı. Göze çarpan Zeki Beydeki değişmeydi: Kılığını, intizamını kaybetmiş, yüksekten bakışı yerine bariz bir düşkünlük gelmişti. Kıravatını itina ile düzeltecek yerde, ihmalli bir tarzda boğarak yaka düğmesinin altma düşüvermişti. Yeleğin iki yanında muntazam kavislerle sallanan kösteği bile ağır bir yük gibi alt cebinden sarkıyordu. Ötekilerin hâlâ görünmeyişine bakılırsa, bir yere çıkmışlar diye düşündü. Birazdan eve döndükleri zaman ne diyecekti? Altı ayda ona bir ömür kadar uzun gelen hâdiselerle kendini öyle yorgun hissediyordu ki, şimdi onunla karşılaştığı zaman gene hararetle konuşabileceğini ummuyordu. Hakikaten bu seyahat hiç düşünülmeden, ansızın oluvermişti. Eğer o, buhran içinde birden yoîa çıkacak yerde, altı ayda ne kadar yıpran 1 | i | * ' > 1 M. TURHAN TAN H: Faik Deniz imzalı mektub sahibine: Beni çok müteessir eden sitemlerinize ne suretle lıyakat kazandığımı takdır edemedim. Evvelce bir mektubunuzu almadığınıa göre kendimi yalnız mazur değil, mağdur dahi göruyorum. M. T. T. Bedri Ziya AKTUNA adatn Cumhuriyetin içtimaî romanı: 111 Yazan: Hilmi Ziya Memlekete dönmek ve kütle içine kanşmak zihninde kurduğu bütün hayalleri de yıkılıp gitmişti. Hiçbir tarafa gıdemiyor, kimse ile görüşmek istemiyordu. O sırada yalnız tanıdık bir yüz değil, hatta ilk defa görülmüş bir çehreyle bile karşılaşmak ona azab vermeğe başlamıştı. Geceleri gene buhran içinde yatağından fırlıyor, boğucu bir hava ile pençeleştikten sonra camı kırmak, ve karan lıkta boş sokaklarda hiçbir yüzün kendini rahatsız etmiyeceği yerlere doğru geniş geniş nefes almak için koşmak isti yordu. Herkesten ayrı bulunduğu halde, gene bu sırada her zamandan ziyade herkesin içinde yaşıyordu. Sabaha kadar buhran içinde geçen gecelerde bütün hataları, nedametleri, bütün incittiği ve incindiği şeyler birden ölçüsüzce büyüyerek zihnine hücum ediyor. Bir sihirbazın kazamndan çıkan sayısız cinler gibi korkunc, üzücü hayaller onu kemiriyor ve gitgide daha ziyade eziyordu. O şimdi kendini her zamandan daha zayıf, artık bir daha silkinip kalkamıyacağı kadar zayıf ve iradesiz görüyordu. Ali Sabirin balmumu gibi san benzi, aşağıdan gelen müz'iç, monoton ayak sesleri, o teh'ikeli ve muannid sükutu ve bütün o duroanlı gece kahvelerindeki çökük çehreler, nihayet odanın ortasmda boyluboyuna yatan kanlı cesedi gözünde canlanıyor Kuru bir kafa üzerinde donuk ve sabit gözlerile, karanlıkta her köşeden karşısına çıkıp ona sanki: «Beni itham ettin! Bana iradeden bahsettin! Hani ira de?..» der gibi bakıyordu. Bütün cehdlerini, sırtında sürükleyip getirdiği günahları gibi taşıyor ve zih ninden kovmağa çalıştıkça daha çok musallat olan düşüncelerden herbiri ayağına takılmış iri zincirler gibi boğuk, hınltılı nefesini büsbütün sıkarak güneş doğar ken yatağmın ortasma bir külçe halinde yığılıp kalmasına sebeb oluyordu. 10 Son tesadüf üzerine, artık Cemali bir daha görmeğe utanıyordu. Günlerce Sirkeci istasyonile Bursa vapurlarınm ya naştığı nhtım arasında dolaştıktan sonra nihayet yol üstündeki sılâhçı dükkânın dan küçük bir brovning satın aldı. Mutlaka birisine raslamak ve birşey yapmak ister görünüyordu. İçinden o kadar tehlikeli fikirler geçiyordu ki bunlan kendi kendine tekrardan ürktüğü için, müte madiyen başka şeyler düşünmeğe çalışıyordu. Bir sabah son defa, evrakını almak için yazıhaneye uğradığı zaman, ora da haftalardır birikmiş mektublar arasında Bursadan gelen eski bir zarf buldu. Bu, Nurun evlendiğindenberi gönderdiği ilk mektubdu. Birkaç satırla kocasından ayrılmak üzere olduğunu, babasına döndüğünü, mahkemeye müracaat ettiğini yazıyordu. Demir, o gün kimseyle vedalaşmadan Bursaya hareket etti. Yol ona bitmez tükenmez geldi. Şehre çıktığı zaman Yunanhlann tanıyıp yakalaması ihtimalini düşünmeden, doğru Bekir Beylere gitti. Altı ay önce bıraktığı gibi evi sessiz sadasız buldu. Içeride Bekir Beyle damadından başka kimse yoktu. Onu hayret dığını, gözlerinin bütün mânasını kaybettiğini, nefsine itimadınm büsbütün yıkıldığını hatırlamış olsa, imkânı yok buna cesaret edemezdi. Beni şimdi nasıl karşılıyacak? diye düşünürken, burada nasıl olup eski bir dost evindeymiş gibi rahat, oturduğuna şaşıyordu. Bekir Beyin Birazdan sofra hazırlıyacağız. İstersen evi dolaşıver! demesi tam zamanında imdadına yetişti. Bahçe yanındaki selâmlıktan, üst katta yatak odasma vanncıya kadar bütün evi gezdi. Odalar ona hatırayla, sesle dolu, adeta konuşuyormuş gibi geldi. Keş ke yeniden karşılaşmaya, yeni bir insanı tanımağa mecbur olmasam da, bu munis odalarda büsbütün kalabilsem diye dü şündü. Gece şarkile dinlediği cumbanın ve bir akşam hıçkınğınm içinde, başını dizlerinde dinlendirdiği sedirin kenannda uzun uzun kaldı. Şimdi bu odalar ona kendi evinden daha sıcak, daha yakın görünüyordu. İçinde birşeyin taştığını duyduğu zaman artık bir daha çıkmak istemiyormuş gibi dizleri inad ederek sedirin kenanna çöküverdi. Fakat birden, zihni başka bir noktaya takıldı: Hâlâ ayağmın boşlukta olduğunu hatırladı. Sehpaya gitmeden bir gece evvel, afyonla uyuşturulmuş mahkumiann gördüğü tatlı rüyalar gibi ona çok munis gelen bu odalarda biran, bulunduğu hali unutmuştu, pencereden baktı. Kulağma uzaktan bir yangın sesi, bir halk gürültüsü gelir gibi oldu. O, mü cadeleye buradan başlamış, ilk darbeyi burada almış. Onu tamir için şimdiye kadar uğraşarak meydana getirdiği bütün eseri biran içinde tekrar yıkılıp gitrmşti Çürük bir iskele üstüne bina kurmaya kalktığı için, hangi tarafa basacak olsa bir çöküntüyle karşılaşıyordu. «Hakikaten bina mı çürük, yoksa ben mi hastayım?» diye düşünüyor ve bir türlü kestiremiyordu. Artık parayı kızgın bir demirle dağılıp şifa bulmadan başka çare göremiyordu. Ordu yaylanın nihayetine kadar çekilse de, dağ tepelerinde kütleyle bir olmak istiyordu. Ardından sürükliyeceği tek kimse olmasa, yalnız zâflannı yenmek ve içindeki şeytanı cldürmek ona gurur veriyordu. Bir kül kedisi gibi sinip kalamıyacağını düşündüğü zaman, yeniden çatall: bir yolun başına gelip dikiliyor: «Benimîe gelmek ister mi?» lArkasi var]

Bu sayıdan diğer sayfalar: