29 İkinciteşrin 1936 CUMHTJRIYET Tramvay derdi Kuyruğundan çivilenince derisinden fırlıyan kurd! Fakat meşhur palavracı beni görünce afalladı: «Zaten derisinden kendi çıkmamıştı ki, dedi, yalnız canı fırlamıştı!» Bizi Lüleburgaza götürecek olan Edirne treni, Sirkeci garından harcket ederken herkes, bütün yolcular yerH yerine yerleşmiş, av köpekleri kanapelerin altına kıvnlıp yatmış, av çantalan açılarak nevale ve mükeyyifat gibi şeyler, kompartiman içindc elden ele uçuşmağa başlamıştı. Dört, beş kişiden ibaret olan bizim grupumuz, ilk hamlede kompartimanın bir köşesini işgal etmiş bulunuyorduk. Bu trenler, bizim banliyö vagonlan gibi hakkile tenvir cdilmiyor. Ben de bundan bilistifade bütün bütün görünmemek, ta nınmamak için kasketimi gözlcrime kadar indirerek pencere kenarındaki köşeye adeta sincr gibi sokulmuş, saklanmış etrafımı seyre başlamıştım. Trenimiz, Küçükçekmece gölünün «trafında ve zifiri karanlık muhit içinde bir daire resm ile «îspartakule» yokuşunu homurdanarak, inliyerek tırmanmağa koyulduğu bir sırada kompartiman içinde Sirkecidenberi başhyan av hikâye ve atışları, vagonumuzun camlarını zangırdatarak tehdid derecesine kadar üst perdeye çıkh ve yükseldi. Bazı insan modelleri vardır ki, yalanı doğrudan daha iyi ve çok muntazam, şayanı hayret bir şekilde söyler ve idare eder. Belâgatlerine, cerbeze ve ikna kuvvetlerine de muhatablanm hayran ederIer. Şimdi, bir avcı, ta, ötcki köşeden hitabet ediyor, konferans veriyor, uçacak gibi elleri havada daireler resmederek çırpınıp duruyordu. Ve bir hikâyesini bitirmek üzere iken buna diğer birini ek'iyerek gene söze başlıyor, söylüyor, söylüyordu. Tanıdım. Bu yadigânn, ne mal olduğunu bilmez olur muyum? Bazan, cidden pek tatlı palavralan vardır. Yalan olduğunu bildiğiniz halde dinlersiniz. Beni görmedi ve tabiî tanıyamadı da. Şimdi başladı, başka bir mevzua girdi. Avrupanın, bilmem neresindeki bir avcı kulübünde mühimce bir mesele müsabakaya konmuş. Kurdun vücudünde hiçbir kurşun yarası olmadan avianarak tulum halinde postu elde edilebilir miymiş? Bu bahis üzerinde hararetli, asabî iddialar başlamış. Birçok paralar ortaya konmuş ve azametli bir yekun tutmuş. Kimsede cesaret yok. Nihayet. bu atılarak: Ben, demiş. Ve bütün avcılar, bunu takdir ve alkış yaylım ateşine tutmuşlar. Mesele, mühim değil mi ya? Hemen ertesi gün bunun kumanda ve başkanhğı altmda büyükçe bir sürgün avı tertib edilmiş. Bu, alelâcele bir demirciye müracaatle uzun, sivri, başı genişçe tablalı, dövme bir temel çivisi yaptırmış. Kartuşa fazlaca barut koyduktan, bunun üzerine de tapayı yerleştirdikfen sonra, kurşun yerine bu çiviyi, yavaşçacık tapanın üstüne indirerek yerleştirmiş. Bu ameliyenin hitamından sonra, tertib ettiği sürgün avında öyle bir posta intihab etmiş, öyle bir nokta tutmuş ki, bulundugu mevkiin yirmi, otuz adım uzağmda, kendine müvazi ve ufkî bir patekanın ta kenarında irice bir meşe ağacı varmış. Bu vazjyetle kurd, bu patekayı tutarsa, ağaca mutlak sürünerek geçmek mecburiyetinde imiş. Artık sözün bundan sonrasını, hikâ yenin, yahud vak'anm kail ve kahramanı olan atıcıya bırakıyorum. Kopoylar, çataktan avı kaldırmışlar, izi üzerinde inceli, kalınlı sesler ve av'avelerle bize doğru kovuyorlardı. Benim postadan ilk evvel bir domuz, aykın geçti. Tabiî buna atmadım. Onun arkasmdan iri bir kurd sökün etti. Arasıra kalın boynunu kıvırarak, kafasını arkaya çevirip kopoyların kavkavlannı dinliyordu. Hedefim olan benim ağaca yaklaşırken tüfeğe sanldım. Dipçiği omuza dayadım. Göz, gez, arpacık tam bir hizada, parmak tetikte, kurd, ağaca sürünerek geçerken kuyruğu budur dedim ve tetiğe dokundum. Patlıyan tüfekten çıkan temel çivisi, tam hedefi bulmuş, kurdu, kuyruğunun ortasından ağaca mıhlamıştı. Söz, bu noktaya gelince, alkışla karışık bir kahkaha tufanı, kompartimanı çmlattı. Beriki, muvaffak ve galib bir hatib gururüe göğsünü kabartarak kasketini başından fırlatıp attı ve bir reveranstan sonra: Birkaç kişi birden birer sopaya yapıştık, diye devam etti. Ve kurdun rasgeldiğimiz yerlerine bütün kuvvetimizle indirmeğe başladık. O derecede ki, kurd, yerden yere kendisini vurarak, çırpınıp bağırarak nereye kaçacağını şaşırdı. Kurtuluş ümidi kalmayınca birdenbire derisinden fırlıyarak bir iki adım attı atmadı, yere yuvarlandı. Ben di artık postu elde etmiş, bahsi kazanmıştım. Nefes almadan, kimsenin nefes almasına meydan vermeden buna da başka bir hikâye ekliyerek yeniden başladı. Gene bir gün, dedi. Nişancıhk, atıcılık müsabakası vardi. Birçok avcüaı. nişancılar, büyük ve modern bir poligonda attıkça atıyor, kimse, hedefio merkezindeki «12» numaraya isabet ettirip ortaya konan büyükçe bir mükâfatı kazanamıyordu. Nihayet, en sonunda sıra bana geldi. Tüfeğe sanldım. Herkesin gözleri benim üstüme dikilmiş, kalmıştıt Yüzde yüz vuracağımı bildikleri için hasudane bakıyorlardı. Kundağı omzuma dayadım, sol gözümü kapadım, sağını açtım. Nefes bile almıyordum. Ve birden tetiğe asıldım... Hikâye, bu noktaya gelince, artık daha fazlasma benim de tahammülüm kalmamıştı. Bir zoka kalıbı gibi sacma do küp yuvarlıyan bu kurusıkının ağzını tapalamak, tıkamak ve susturmak zamanı gelmişti. Sirkecidenberi tanılmamak için çıka np cebime koydueum gözlüğümü, tekrar burnuma taktım. Kasketimi de elime alarak ayağa kalktım. Beni görünce fermaya tutulmuş gibi afalladı. Hareketsiz bir halde şaşırdı, dondu, kaldı. Gülerek yüksek sesle ona hitab ettim: Ey... Sonra? Yerine otururken cevab verdi: Ben de vuramadım... Hah, şöyle, dedim. Şu kurdu da Mekteb talej?eleri derslerine yetişemiyorlar Son günlerde soğuklann artması neticesi olarak sabah akşam tramvayîann kalabalık olmaları ve binnetice durak yerlerinde durmadan geçmeleri yüzün den mekteb talebeleri derslerine yetişe memekte, akşamları da vakit ve zama nile evlerine gidememektedirler. Bu vaziyet karşısında gerek talebe velileri, ge rekse mekteb idareleri Maarif idaresine müracaat ederek talebelerin saatlerce du" rak yerlerinde beklemelerinin önüne geçilmesi ve vakit ve zamanile derslerine yetişebilmeleri için bir çare bulunması için alâkadarlar nezdinde teşebbüsata girişilmesini istemişlerdir. Maarif Idaresi vaziyeti tetkik ettirmiş, bilhassa bazı durak yerlerinde, sabahlan talebelerin uzun müddet tramvay beklemek mecburiyetinde kaldıklannı tesbit etmiştir. Bu vaziyette kalan talebeler ilk derslerini, bazan ikinci derslerini bile kaybetmektedirler. Maarif Müdürlüğü, ya sabahlan, muhtelif hatlardan, münhasıran talebe tramvayları kaldınlması, yahud da başka bir çare bulunması için alâka darlar nezdinde teşebbüsatta bulunacaktır. Bir Macar kızı 300,000 frank mükâfat aldı Vaktile bir fabrikada işçi olan Madam Yoland çok meraklı bir hayat geçirmiştir Üç sene evvel, meşhur tabilerden mürekkeb bir grup tarafından tesis olunan (beynelmilel roman mükâfatı) nı bu sene, (Bahk tutan kedi sokağı) adlı bir romanın muharriri Madam (Yolande Folder) kazanmıştır. Jüri heyeti beş kişiden mürekkebdi. Fransayı Garton Hageot, îngiltereyi Hugh Walpole; Norveçi Johan; Al manyayı Rudolph Bindino, Amerikayı da Joseph Kurtch temsil ediyordu. Bu heyet; tetkik için verilen tamam 11,000 eseri gözden geçirmiş ve birinci mükâfatm Matmezal Yolade itasına karar vermiştir. On iki sene evvel, cebinde 300 frankla Parise giden bu gene kızın emeli, gayesi şu idi: Çalışmak, tahsilini ikmal etmek... Bu parayı da, Peştede bir fabrikada amelelik yapmak, gündeliklerinin bir kısmını biriktirmek suretile toplamıştı. (Marianne Osvvald) gibi kırmızı saçlı olan bu kız nihayet Parise kavuştu. (Karitelâten) i, (Senmişel caddesi) ni dolduran talebe kalabalığım gördü. Sorbona kaydolundu. Fakat az sonra, parasızlık yüzünden (Karitelâten) i terke mecbur kaldı. Parisin en muzlim mahallelerinden birinde, (Bahk tutan kedi sokağı) nda bir eve taşındı. Hayatı; tamam üç sene, gündüzleri ya bir fabrikada amelelik, ya bir evde hizmetçilik etmek, yahud da almanca, macarca dersleri vermekle geçti. Kazandığı para ancak oda kirasını, sütlü bir kahve ile küçük bir francalayı temin ediyordu. Soğuktan titrediği, aç yattığı geceler çok oluyordu. Fakat, asla fütur getirmiyordu. îşinden çıktıktan sonra uykusunu feda ediyor, hemen her gece (Edebiyat Fakül tesi) ne gidiyordu. Fakültenin en devam1: en dikkatli sami'lerinden biri idi. Bu ağır sâye rağmen gene kız, Pa riste pek bahtiyar olduğunu söylüyor: «Paris bir cihandır. Orada dünyanın, her cins adamlanna tesadüf olunur. O .rada, biribirine benzemiyen, biribirine sırnm söylemiyen bir sürü halk zaruret ve ihtiyacdan şikâyet etmeden yaşar. Bilineme2 nasıl?.. Fakat yaşar...» diyor. Tahsınni mahrumiyetler içinde bitiren gene kız artık bu hayattan usandı. Her kapıya başvurdu, tanıdıklanna müra • caat etti. Her nasılsa talih kendisine gü" ler yüz gösterdi. Mısırda bir iş buldu, Kahireye gitti. Macar konsoloshanesin de kâtiblik, daktiloluk ve ayni zamanda hizmetçilik yapıyordu. Işte orada, Ebülhevlin vatanmda, Pariste geçirdiği hayatı hatırladı. Hayalhanesinde canlanan simalar ona yazmak fikrini verdi. Birkaç sene sonra Londraya gitti. Sonra memleketıne döndü, kocaya vardı. Yaşamak için, romanlar, hikâyeler ter cüme ediyordu. Yüzden fazla tercüme eser neşretti. Bu sırada, Babil kulesine benziyen (Kartiyelâten) i, oradaki ha yatı tasvir eden bir roman yazıyordu. Paris; ruhî ve fikrî nurlarile onu celbetmiş, bu nurlannı ona fazlasile vermiş ve ayni zamanda hayatın mah/umiyet lerini, acılarını da tattırmıştı. Onu zafere kavuşturan, ona servet ve saadet bahşeden gene Paris oldu. Paristeki hayatına, gördüklerine dair yazdığı (Bahk tutan kedi sokağı) adlı eserini itmam ettiği sırada tesadüfen rucu kuruntuyu, o bir uçurum gibi alıp' sürükliyen fikri sabiti bırakıyordu. Fakat nihayet, şurası muhakkak ki bu sefer o kendisini çağınyordu. Acaba bunu neden doğrudan doğruya söylemedi de, araya bir başkasını koydu. Onu arlık hergün bile görmesi kabil ol duğu için, bunu pekâlâ yapabilirdi. Belki de böyle lüzumsuz bir sırdaşı ortaya çıkarmaması daha iyi olacaktı. Bununla beraber bu fikirde ısrar edemiyor; daha böyle ilk seferde kendini açıkça gösteremiyeceğini düşünüp hemen ona hak vermede gecikmiyordu. Şu kadar ki, bu sırdaşı seçmede isabet gösterdi mi diye düşünmekten bir türlü kendini alamıyordu. Geçen gün o kadar çılgınca sevindiği sırada o kar şısında gene ayni donuk, esrarlı halile kalmamış mıydı? O zaman bu metin ve samit duruşundan dolayı hayranken, şimdi o kasden gizli kalan, vakit vakit belki de yüzünün manasını saklamak için gözlerini ısrarla indiren kâtibi hatta tehlikeli buluyordu. Kurdoğlu ona nasıl güveniyor? «Bi aman» düşmanile gece gündüz beraber olan bu adamı nasıl evine alı yor, sırlarını açıyor? diye kendi kendisine hayretle soruyor; bu inadcı sükutu, bu Beynelmilel roman müsabakası Bu da benden! ariste çıkan Le Journal gazetesi, Saint Bricein tarihi güldürecek bir yazısını neşretti, arkadaşımız Abidin Daver de dün o tarih bilmez muharrire mükemmel bir tarih dersi verdi. Ben bu münasebetle Fransız tarihçilerinin nesilden nesle devrettikleri iltizamî bir zühulü ve Abidin Daverin sadece işaret edip geçtiği tarih vesikalannı burada tesbit etmek isterim. Fransadan İstanbula ilk elçi 1525 te gelmiştir. Bu zat, Osmanh împaratorluğundan Şarlken aleyhine yardım istiyordu. Macar asilzadelerinden olup Birinci Fransuvanm anası Düşes d'Angolme tarafından elçilikle İstanbula gönderilen Jan Franjipanm getirdiği mektubun tercümesi şudur: «Ispanya Kralı Şarlken oğlum Fransuvayı Pavi muharebesinde tutup hap setti. Şimdiye kadar oğlumun kurtulmasını Şarlm insaniyetine bırakmıştım! Halbuki o memulümüz gibi hareket etmedi ğinden padişahlar padişahı olan size müracaat ediyorum. Bütün dünyaca tasdik olunan azametinize lâyık olan muameleyi yapmanızı zatı şahanenizden bilhassa rica ederim.» Elçi Jan Franjipan Birinci Fransuvadan da bir mektub almak yolunu bulmuş ve onu dahi Sultan Süleymana vermiştir. Mahpus Kral mektubunda şöyle diyort «Dünyanın mamur yerlerinden birçok ülkelerin hâkim ve padişahı, bilcümle mazlumlann hamisi ve penahı olan sultanı muazzam, hakanı müfahham hazreterine arzolunur ki Macaristan Kralı Birinci Ferdinandonun üzerine hücum et « tiğinizde biz dahi himmet ve inayetinizle hapisten halâs olup Ispanya Kralı Şarlkenin üzerine hücum ederiz, öcümüzü alınz. Siz ki şehinşahı celilüşşansmız, o nun hakkmdan gelmeğe inayet buyurduğunuz halde bundan böyle nimetşinas bir köleniz olacağıma iştibah buyurulmaya.» Bu mektublar 1525 kânunuevvelinin altısında takdim olundu ve Sultan Sü « leyman tarafından da Birinci Fransuvaya şu suretle başhyan bir cevab yazıldı: «Ben ki Akdenizin, Karadenizîn, Rumelinin, Anadolımun, Karamanın, Rumun, Zülkadriye vilâyetinin, Diyarbekirin, Azerbaycanın, Şamın, Halebin, Mısınn, Mekkenin, Medinenin, Kudüsün, Arabistanın, Yemenin ve daha nice memleketlerin Sultanı ve Padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleymanım. Sen ki Françe vilâyetinin Kralı Françiskosun. Yarar adamm Frankpanla mektub gönderip ve ağız haberi dahi ısmarlayıp hapisten halâsmız için inayet ve meded istida etmişsiz. Gönlünüzü hoş tutup âzürde hatir olmayasmız.» Fransız tarihçileri, Saint Brice gibi bu mektublan da inkâr edeceklerdir. Fakat Onsekizinci Lui devrinde Paris millî kitabhanesi elyazılan muhafızı M. Reno, Sultan Süleyman tarafından gönderilen mektubun aslmı buldu, saray birinci tercümanı M. Juanen de o mektubu fransızcaya tercüme etti. Tarihi . 12 şubat: 1526 dır. Şu hale ve bu vesikalara göre Birinci Fransuvanm Osmanh İmparatorluğunu beynelmilel siyaset âlemine tanıttığım söylemek gülünc değil de nedir?.. Türk gücü kendini tanıtmak için tarihin hiç bir devrinde kılavuza ihtiyac duymadı. Bunu bilmek, gülünc olmaktan kurtulmak demektir. Takas ofisi kurulmuyor Dün bir gazetede şimdi vilâyetlere bağlı olan takas heyetlerinin kaldınla rak yerine bir takas ofisi kurulacağı yazılmakta idi. Teşkili işi pek anî olduğu için bugü ne kadar vaziyetleri iyice tavazzuh et miyen takas heyetlerinin bir teşkilâta raptı için bir proje yapılmakta olduğunu evvelce yazmıştık. Bu proje, bir takas ofisi kurulmasım değil, takas işle rinin Cumhuriyet Merkez Bankasına bağlı bir takas umumî kâtibliği tarafından tedvirini istihdaf etmektedir. Bü tün imza salâhiyeti takas umumî kâtibliğinde toplanacaktır. Memleketin icab eden yerlerinde umumî kâtibliğe bağlı takas büroları kurulacaktır. Tramvay • Kamyon çarpışması Vatman Hüseynin idaresindeki 335 numaralı Bebek Eminönü tramvayı Kuruçeşmeden geçerken yol üzerinde duran şoför Mehmedin idaresindeki kamyona çarpmıştır. Çarpışmada tramvay ve kamyon hasara uğramıştır. İnsanca eksiklik yok t tur. Izmitte elektrik işi hallediliyor İzmit (Hususî) îzmitin en büyük derdleri arasında, elektrik vardır. Şehrin bugünkü ileri hareket ve yükselişi karşısında, mevcud tesisat, çok zavallı bir manzara arzetmektedir. Bu sebeble îzmit Belediyesi, halkın bu medenî arzu ve ihtiyacını karşılamak için çalış maktadır. Ezcümle Kâğıd fabrikası santrallerinden bir şebeke alarak Izmiti ışıklandırmak tasavvurundadır. Bu mak sadla, fabrika ile yapılan temaslar, henüz müsbet bir netice vermemekle beraber, ümidler kuvvetlidir. Bu takdir de, İzmitin uzun zamandır çektiği elektrik derdi sona ermiş bulunacaktır. Diğer taraftan söylendiğine göre, îzmit Belediyesi Üsküdarda bulunan, tramvay motörlerini satın alarak kuvvetli bir tesisat vücude getirecektir. tekrar derisinin içine sok bakalım. O, zaten çıkmamıştı ki... Yalnız canı fırlamıştı! Madam Yoland (Beynelmilel roman mükâfatı) nin şartlarını öğrendi. Eserini göndermekte te reddüd etmedi ve birinciliği kazandı. Az zamanda ismi dünyaya yayıldı. Eseri on üç muhtelif lisana tercüme olundu. (Holivud) dan gelen haberlere göre bu romandan bir de filim çıkarılması düşünülüyormuş. 300,000 frangı, yani bizim bugünkü paramızla 18 bin lira tutan mükâfatı kazanan gene Macar kızı, devriâlem se* yahatine çıkmağı tasavvur ediyormuş. Bu seyahatten maksadı: Yeni bir eser hazırlamak, Parisi selâmlamak, ve «Reklâm yerine...» adlı bir piyesini sahneye koydurmak imiş... Madam Yoland; eserinde, Parisin muzlim, karanlık otellerinde sefalet ve zaruret içinde yaşıyan ecnebi kolonisinin hayatını tasvir ediyor: Beş kişilik bir Macar amele ailesi, eski bir Rus bankeri, Litvanyalı bir pro fesör, müflis bir Rum tüccan, bir Bul gar talebe, Rus ihtffâlcileri tarafından tardolunmuş menşevik bir amele, bir Ispanyol anarşisti, ilâ... Işte romanın kahramanlan bunlar... Bu; vatanından aynlmış, memleke tinden sürülmüş, servetini, mevkii içti maisini kaybetmiş sınıf, Paris halkı arasında, fakat ona kanşmıyarak, ondan uzak yaşar. Fakat, ne sefalet, ne zillet içinde... lçlerinden birçoğu, hayatın bu çetin mücadelesine tahammül edemez, pis bir otelin soğuk ve karanlık odasında ölür, gider ... (Madam Yuland) bunlan o kadar canlı bir surette tasvir ediyor ki... Sonra bizzat yaşadığı bu acı günlerden dolayı Parise kin de beslemiyor, bilâkis onu tekrar görmek istiyor. Gorkinin izini takib eden Eugene Dabit, Panait tstrate, Celine Lhotte, Tristan Remy gibi Madam (Yolande Fol des) de eserini, bizzat yaşadığı acı günlerin verdiği tecrübelere binaen yazmıştır. M. FUAD SAMIH Yakalanan esrar kaçakçıları İzmir (Hususî) Zabıta, iki büyük esrar kaçakçı şebekesi yaklamıştır. Seferihisarın Orhanlı köyünden De veci.Ali oğlu Hüseyin Çavuşla arkadaşı İbrahim nammdaki iki kaçakçı, Cumaovasına gelirken jandarmanm pususuna düşmüşlerdir. Bunlarda 233 kilo esrar ve buna aid bazı levazım yakalan mıştır. İkinci parti Manisanm Osmanbey çiftliğinde meydana çıkarılmıştır ve 644 kiloluktur. Rakamların arzettiği aza met, bu muhitte hayretle karşılanmıştır. Bedri Ziya AKTUNA Hamiş: Bu defa da tekrar ediyorum: Ava ve avcılığa dair bana bir şey sormak, yahud yazılarımda görecekleri hatayı, ihtar ve tashih etnıefc lutüf ve tenezzülünde bulunacak olan sayın okuyucularımm gönderecekleri mektublarda: «Bedri Ziya Bakırköy» adresi kifayet eder. 8. Z. A. tanılacak birer ayıb halini alıyor. Bu dakika onlan o derece mühimsiyordu ki, zeki bir kadının görmemesine imkân ver miyor, kendini biran için onun yerine koyup tahammül edilmez buluyor. Gene ısrarla ayağını vurarak «kabil değil, mutlaka benimle eğleniyor!» diyordu. Ya hakikaten ona karşı meyli varsa!.. Bu çok uzak bir ihtimal. Fakat onu düşünmeden de gene bir türlü kendini alamıyordu. Eğer hakikaten sevmiş olsay • dı, ona yalnız bir ânm hevesi için, bir çocuk hulyasile bakmadan; bilgisi, zekâsı, hatta istikbali için değil, yalnız kendisi için sevebilmiş olsaydı bu inanılmaz şey! onca dünyada ulaşılabilecek ser vetlerin en büyüğü olacaktı. Bunu bir dakika düşünmek bile onu ölçüsüzce mes'ud ediyordu. Fakat büyük rakamın etrafında mütemadiyen dönerek, hemen yanıbaşmdan gelip geçen, bütün seyircilere so luklarını tutturacak kadar yakmdan ge çen, fakat bir türlü onun üzerinde dur mıyan rulet gibi bu nihayetsiz saadet fikri de kafasında baş döndürücü bir hızla dönüyor, tam ona yaklaşacağı, üze rinde duracağı sırada birden uçsuz bu caksız bir boşluk içinde kayboluyor; gene yerinde o burgu gihi delen, müz'iç ve yo M. TURHAN TAN adcvnrL Cumhuriyetin içtfmaî romanı: 47 Yazan: Hilmi Ziya Yalnız, şimdi bu dakikada tıpkı eskiden denize girerken veya imti han kapısmda bir büyük sorguya çekilirken o bayıltıcı, kendinden geçirici hali yaşadığmı hissediyordu. «Fakat ne diyeceğim?» diye düşünüyordu. Şimdi aklından ona söylenecek binbir cümle geçtiği halde bunlardan hiç birisini münasib görmüyor; kimini fazla mübalâ • ğalı, kimini çok zayıf buluyor; sonra o kalabalıkta nasıl bakacağma, nasıl olup ta onunla yalnız konuşacağına bir türlü akıl erdiremiyor. O yapmacık hoca tavrile söylemeğe zorla ahştığı halde, şimdi onunla daha açık, daha yakm nasıl konuşabilirdi? Hele bu kadar insanın içinde gözgöze gel diği zaman müşkül bir hale düşmemek için hislerini nasıl sakhyacak? Bu u mulmadık davet bununla beraber, ona bir taraftan da oldukça cesaret veriyor du. Eğer o kendisile hiç meşgul olmasa, hatta biraz da ona karşı alâka duymasa, bu kadar tehlikeye düşürecek bir vazi yete girer miydi? Her halde bunu daha ilk günlerindenberi sözlerinde, bakışlannda o kadar göze çarpan tercihlerile göstermişti. Bu nokta üzerinde durdukça, o şimdi daha ziyade inanmaya başlıyor; kendine daha fazla güveniyordu. Fakat ne mümkün?.. Aksi şeytan! Gene zihnine birdenbire eski kuruntularını getirmede gecikmedi. «Nekadar da safım! diye söylendi. Sanki onun için yegâne insan mıyım? Niçin beni başkalarına tercih etsin? Göze çarpan bir değerim mi var? Güzel miyim, zen gin miyim, şöhretim mi var?!» O şimdi acı bir kahkahayla gülüyor ve ayağını asabi raşelerle sarsıyordu. İmkânı yok!.. Bu kadar açıkça beğenilecek hiçbir yeri yoktu. Hatta kendi kendini bu yolda tahlil ettikçe ümidi büsbütün kırılıyor, pek iyi tanıdığı birçok zâflarını büyütü yor. Zaman zaman gözüne batan ufak kusurları şimdi onun için katlanılmaz, u tehlikeli mutiliği gittikçe gözünde büyül dikkat ediyorlardı da, gene bir türlü tüyor, bütün bir ev halkının söylediklerf mevzuu oraya getirmek istemiyorlarmış gibi daima uzakta kalıyorlar. Hatta ne ona kâfi gelmiyordu. Bununla beraber, muhakemelerinin o r tuhaf şüpheyi büsbütün arttıracak gibi tasmda birdenbire duruyor ve onun bir bugün Bekir Beyin evinden hemen hiç mangal kedisi gibi mırıldanarak masaya bahsetmiyorlardı. O, bütün muhavereler sokulan en bariz hayali gözünün önünde arasında her kapı açıhşında helecanla canlanınca içinden gülüyor. Kendi ken kımıldıyor, kulağı en ufak tıkırdıda kapıya doğru gidiyor; ve mevzuu mütemadine: «Olabilir, belki ben haksızım!» diyordu. diyen oraya gotürmek için her an vesi leler anyordu. Bununla beraber birçok Demir, bu kanşık ve zıd düşüncelerin defalar bu vesile kendiliğinden çıkmış sağnağı altmda ezilmiş olarak Çekirgeye olmasına rağmen, o birdenbire cayıp gegelmişti. İki adım sonra tam aradığı evin ri dönüyor, büyük bir kabahat işliyecekönünde bulunuyordu. Kapıyı yavaşça miş gibi yüzüne kan hücum ederek he çaldı. Nedense biraz gecikerek açtılar. men sözü uzaklaştırmıya çahşıyordu. Şüphesiz hepsinin yüzleri gülmekte ol Ne olursa olsun, hâlâ onun geleceğini duğu halde, o gene onlara endişeyle baumuyordu. «Mutlaka beni tecrübe edikıyordu. Ellerini sıkarak üst kata çıktı. Bütün ev hakı arasında gözerinin hele yorlar» diye düşündü. Eğer biliyorlarsa, canla, sabırsızlıkla birini aradığı mey ondan bahsedemezdi. Bılmıyorlarsa, o dandaydı. Bununla beraber gene onlar zaman istemeksizin onların dikkatini çekda adeta kasdî denecek kadar alâkasız miş olacaktı. Kendi kendine «kâtibin belık görülüyor. Onunla çok nazik ve ni aldatması mümkün değil. Şüphe yok, mültefit konuşuyorlar. Gazeteden, yeni mutlaka gelecek» dedi ve bu suretle heişgalden bahsediyorlar. Cemali ve şehir men bir saat geçtiği halde gene ümidini dekileri soruyorlar. Bey, hanım ve kız kesmeden kulağı en ufak tıkırdıda ve göları ayrı ayrı onunla konuşmayı ihma! zü mütemadiyen kapıda olduğu halde etmiyor. Kahve getirmek, cıgara ve şe • bekledi. ker vermek gibi bütün teferrüata itinayla [Arkası var]