18 Riri 193fi CUMHUKIYET 30ağustos bayramını kutlulıyanların muhakemesi Hastalık ve bakımsızlıktan mezarlıkları, kendi sahasının birkaç mislini aşan köyler Suriye ve Antakyada tetkikler Mohikanlarm son ahfadı Kabilesini üretmek için evlenmek istiyor Amerikada Mohikan ismindeki kırmızı derililerin son ferdi, Harold Tanta Gu idejon adında bir gencdir. Babası eski bir zabit olan bu genc, son zamanlara kadar herhangi bir Amerikahdan farksız bir adam olduğu halde, geçenlerde bir den bire, Mohikanlarm son ferdi oldu ğunu hatırlamış ve Amerika gazetelerin den birine bir ilân vererek Mohikan ır kından bir kızla evlenmek istediğini bildırmiştir. Tantanın babası, evinde, kırmızı derililere aid bir kat kostüm ve bazı eşya muhafaza etmekte idi. Arasıra bunlan meydana çıkanr ve oğlu ile kızını çağırarak Mohikanlarm menakıbını, tarihini anla tır, çocuklanna cedlerinin çok büyük adamlar olduğu kanaatini telkin ederdi. Delikanlı bu menakıbı dinliye dinliye nihayet Mohikan ırkını ihya etmeği kurmuş ve gazeteye ilân vererek kendine bir eş aramağa başlamıştır. Şimdi bütün Amerika bu işle meşgul dür. Gazete muhbirleri bu ilân üzerine derhal işe sarılmışlar ve gazeteler büyük başlıklar altında bu «Havvasını» arıyan «Âdem» hakkında sütuplar dolusu yazılar yazmağa başlamışlardır. Her işte garabeti seven Amerikalılar şimdiye kadar işitilmemiş olan bu garib İstanbula musallat olan kara belâ Sineklerin saltanat sürdüğü memleket Belediye temizlik amelesi, şehir dışına atılan molozları birkaç metro ileriye sürmek suretile halkı bu kara belâdan kurtarmağa uğraşıyorlar! Konya enophonun iki bin iki yüz kırk sene evvel, onbinlerinin başm da, imrene imrene selâmladığı Konya, Plinein «en meşhur şehir» diye andığı Konya, Frederik Barbarosun Selçuk prensleri arasında post kavga larından fırsat bulup Haçlı ordusuna armağan etmek istediği ve fakat bu hulyasına doymadan gene Türklere döndüğünü gördüğü Konya, Ilhanlı vezirlerin yıllarca balını yediği Konya, Karaman Oğullarını bir buçuk asır köğsünde besliyen Konya; Hüdavendigârlarm, Yıl dınmların, Çelebilerin, İkinci Muradla • rın, Fatih Sultan Mehmedlerin yedi defa alıp bıraktıkları ve nihayet Osmanh ülkesine kattıklan Konya, Mısırlı îbrahim Paşanm bir Osmanh Sadnazamını esir ettikten sonra «bu iş ayıbdır» diye salıverdiğine şahid olan Konya, Türkiye Cumhuriyetinin sayılı incilerinden biri bulunan Konya bizim için biraz meçhul değil midir?.. Uç bin yıl önceki garb; yeri güzel, kuruluşu güzel, yapısı güzel Konyayı insanlann yaratamıyacağını düşünerek onu Perseye mal etti. Temeli Olimp zir* velerine dayanan mitolojide Türk Kon " yayı lconium adile anılı buluyoruz ve onun Jupiterle Daneanm oğlu Perse tarafından kurulduğuna inanıldığını görüyoruz. Xenophon Istrabon ayni iftirayı yapıyor, Pline de bu masala inanıyor. Güzel mala herkes sahib çıkar. O ma" lı korumak ise hakikî sahibine düşer. Türkler Konyayı yalnız kurmakla kal madıklan, asırlarca ve asırlarca ellerinde tuttuklan halde garb efsanelerini çürütecek, bu güzel şehrin Türk elile ya pıldığını tevsik edecek bir eser yazma • mışlardır, bu önemli bahsi kurcalamıya lüzum görmemişlerdir. Bugün elimizde bulunan kitablar, Konyanın Selçuklular devrinden evvelki günlerine hatta hi kâye kabilinden temas etmezler. Kıvancla, şimdi görüyoruz ki bu önemli vazifeyi başarmak şerefi de cumhuri yet devrinin bilgili ve duygulu işyarlanna müyesser oluyor. Güzel Konyanın çok çalışkan Valisi Cemal Bardakçı, ünlü şehrin adını taşıyan ilmî bir mecmua tesis ederek ihmal olunan hakikati safha safha ve sahne sahne teşrihe, tahlil ve tevsike başlamıştır. '"* ^ Mecmuanın şimdi önümde duran ilk sayısını sahife sahife gözden geçirdikçe Konya Valisi Cemal Bardakçının ne mühim bir işe elvurduğunu daha iyi anlıyorum. îş gerçekten önemlidir, lâkin ba şanlmasile elde edilecek zevk ve şeref te mühim olacaktır. Konya mecmuasınm en bariz olan hususıyeti yalnız o şehrin ve kendine bağlı mıntakanın arkeoloji, etnografi, etnoloji, tarih, soğrafya ve saire bakımından medeniyet âlemindeki yerini ve değerini tesbit için kurulmuş olmasıdır. Konyaya ilgili olmıyan yazılar mecmuaya girmiyecektir. Vali Cemal Bardakçı ile onun başkanlığını yaptığı Konya Halkevini, elvur duklan şu hayırlı işten dolayı tebrik e derken bütün büyük şehirlerimizin de böyle birer mecmuaya sahib olmalannı dilememek elimden gelmiyor. Yurdumuzu ilmî vesikalara dayanarak tanımayı ve yadellere tanıtmayı millî vazifelerimizin en mühimmi saymalıvız. 30 ağustosta Şehıdler abidesine çelenk koyduklartndan dolayı mahkemeye verilen Türkler Şişlide bir dükkânın önüne konulan gazete bir saniye zarfında bu hali alıyor Dün sinekleri görmeğe gittim. Şehrin kapısında, yemyeşil bir tabiat ortasında, zümrüd gibi çimenler üzerinde, hürriyet şehidlerine dikilmiş abidenin gölgesinde, gafletimize mihman olan sinekleri görmeğe gittim. Hani lâboratuarlarda fennî usullerle mikroblan üretmek için etsuyu pelteleri hazırlarlar. işte, biz de, onun gibi, sinek cinsini inkirazdan kurtarmak maksadile olacak, artık namına nemiz var, nemiz yoksa götürüp oracığa sermiş ve sinek denen levse bir geniş yuva kurmuşuz. Şişlide son tramvay durağında, oto mobil, çölde samyeline tutulmuş ta kumla dolmuş gibi, kapkara bir bulutla örtülünce, sinekler saltanatmm hududuna vardığımızı anlıyan şoför, birden, sezdiği tehlikeyi işaret ederek, durdu ve sordu: llerliyelim mi?... Oracıkta, bakkalın önünde, kucağına sermiş olduğu gazeteyi, mütemadiyen yelpazelenerek okumağa çabalıyan ço cuk, sjneksiz bir diyardan gelen mes'udlan görünce, bahtına küsmüş bir zavallı edasile yerinden fırladı: îki saattir, iki satır okuyabilmek nasib olmadı. Gözlerim sinekten başka birşey görmüyor. Köşeyi dönen aksaçlı bir nine, bakkala Şehrin bütün kiri... Olanca pisliği. Ve bu kiri örten; sinekle işlenmiş bir kara çarşaf.. Gördüğüne inanmadığı için mi, inanıp ta katlanamadığından mı, gözler, burada, bir korkulu rüyaya alışır gibi, açılıp kapanıyor, kapanıp açıhyor. Dizkapaklanna kadar çıplak ayaklannda bu mezbele ganimetlerinden pej mürde bir çift şoşon, iriyarı, ve... tırnaklan cilâh bir kız, elindeki değneği rasgele bir yere saplıyor, dalgalana dalgalana yükselen, dağılan, yayılan sinek bulutu nun ortasında büyük tüccara mal topluyor: Paçavralar bir tarafa, kemik parçaları bir yana istif ediliyor. Ötede, ayni işi yapan başka kızlar var. Yetmiş kuruş yevmiye alabilmek için, sabahtan akşama kadar, yetmiş bin çeşid mikrop içinde, zehir gibi bir hava teneffüs ederek yüzen bu kızlara acıyacak takatim yok. işte omuzlarında küreklerile sökün eden Belediye temizlik amelesi. Başlarındaki memur, moloz yığınlarr nı göstererek, müjde yetiştjren bir bah tiyar halile: Anlakyaya hususî surette gönderdiğimiz muhabirimizden Bir gün önce arkadaşlarla verilen karar üzerine, îskenderunda görülecek çok enteresan bir davada bulunmak için erkenden Antakyadan aynldık. Antakyanm İskenderuna 59 kilometroluk asfalt yolla bağlı olduğunu ve yolumuzun üzeri de çok nefîs panoramalan ihtiva ettiğini öğrendiğim için bütün dikkat kesilerek yola devam ediyorum. Antakyadan çıkıp, küçük bir köprüyü geçtıkten sonra meşhur Amık sağımızda kaldı. Bir müddet sonra meşhur Belan dağmı tırmanmağa başladık. Daha garbde Kızıldağa ulaşan bu Belan dağını tırmanırken ovanın cidden görülmeğe değer panoraması da nazarlarda iyiden iyiye canlanıyordu. Amık, benim üzerimde bu anda şu intıbaı bıraktı: On binlerce hektarlık tertemiz, çok verimli bir ova, on binlerce hektarlık geniş bir tath su gölü, on binlerce hektarlık irili ufaklı, muhite hastalık ve ölüm saçan bataklık.. Ve sonra bu dümdüz ovanm üstünde, bu alabildiğine uzıyan gölün kenannda ve bu yürekler acısı bataklıklar etrafında sayısız Türk köyleri.. Bu Türk köyleri k~i; bir yandan yeni sistem âşar yükü altında, öteyandan da bakımsızlığın, alâ kasızlığm neticesi olarak büyüyen ve çoğalan bataklıklann saçtığı ölüm âmillerinin tehdidi ve tesiri altında; insaniyet, adalet ve medeniyet mefhumlarile telifine imkân olmıyan bir cehennem hayatı aşamakta.. Burada halkı hastalıktan kınldığı için bomboş kahp yıkılan; mezarlığı, köy sahasının birkaç mislini aşan köyler de var. mânidar göründü. Çünkü, türkçede «küçük yayık» manasına kullanılan bu öz türkçe Atîk kelimesi; arabca «eski» manasına gelen, çatlak ayınlı Atîk diye yazılmıştı. Bunu görünce Belânın da Biâayn yapılmadığına şükrettim! Artık deniz ve Iskenderun karşımızda. Ta ileride Ayasın beyaz badanalı gümrük dairesinı şuradan farketmek mümkün oluyor. Hele Payas; nah, işte şuracıkta. * * * , iskenderuna vardığımız zaman, saat ancak sekiz buçuktu. Dinlemeğe gittiğimiz mahkemenin açılması yakın olmak lâzımdı. Doğruca adliye dairesine gittik. Orada büyük bir kalabalık göze çarpıyordu. Adliye dairesinin etrafında da epeyce fazla otomobil birikmişti. Öğrendim ki bu kalabalık ta, bizim gibi, davayı dinlemek için Sancağın muhtelif merkezlerinden gelen Türklerdir. Bekledik, dolaştık, oturduk, kalktık.. Maznun sıfatile muhakeme edilecek olan on Türk gencile tanıştım. Onlan uzun uzun dinledim. Fakat, ne tuhaf; hâlâ muhakeme saati gelmemiş ve heyeti hâki me hâlâ kapalı odalarmda müzakere halindeler... Nihayet, kâîi clerecede^nzibaCieclbir*leri alındıktan sonra celse*çıldh~4lkinmaznunlar, arkadan avukatlan ve daha sonra dinleyiciler salona girdiler. Salon çok dar olduğu için gelenlerin büyük bir kısmı dışanda kaldı.. Mahkeme heyeti şöyle teşekkül etmişti: Reis: Ellilik, başı açık, bıyıkları matruş bir Arab. Azanın birisi: Kırk beşlik, tıraşlı, başı açık, esmer bir Çerkes. Azanın diğeri: Yirmi beşlik, yakışıklı, sanşın, başı açık bir Türk. Iddia makamında: Uzun fesli, otuz yaşlarında bir Arab hıristiyan. Zabıt kâtibi: Kıravatsız, perişan kı yafetli, tıraşlı ve başmda upuzun fes olan bir müslüman Arab. Maznunların hüviyetleri türkç sorulup arabca olarak tesbit edıldıkten sonra reis, iddianame olması lâzım gelen arabca bir şeyler okudu ve akabinde de diğer bir kâğıdı yanındaki genc azaya uzattı. Onun okuduğu, reisin deminki okuduğunun türkçe tercümesi olacaktı. Buna nazaran, maznunlar abide önünde yapacaklan merasim için mahallî hükumete bir taahhüdname imzalamışlar. Fakat merasim ye rinde bu taahhüdnamenm ahkâmı dışında guya; Türk bayrağı taşımışlar, Türk Istiklâl marşını söylemişler ve yol üzerinde gidiş gelişi işkâl etmişler... Ve Amerika yerlilerinden Mahikanlann son ahfadı hâdise etrafında dedikodular yapmağa koyulmuşlardır. Şimdi, bütün sosyetelerde, Mohikan kabilesinin siyasî bir ehemmiyet alması için nekadar nesle ve kaç seneye muhtac olduğu, bu kabilenin tekrar dirilmesi takdirinde istiklâl davası güdüp gütmiyeceği meseleleri, günün münakaşa mevzuu olmuştur. Tanta Guidjean, henüz«Hawasını» ; bulamamış olmakla beraber, şimdiden başına kırmızı derililere mahsus tüyleri takıp sırtına kırmızı derili şef esvabları giymeğe, gece bahçede yatmağa, hulâsa, kendisini kırmızı derililerin hayatına alıştırmağa başlamıştır. bu cürümlerden (!) dolayı da mahkemeye sevkedilmişlermiş. Maznunların hepsi de Türk bayrağı değil; kırmızı beyaz renkte rozet taktıklannı, her marş gibi Türk İstiklâl marşını da söyliyebileceklerini ve söylediklerini, yol üzerinde gidiş gelişi işkâl etmediklerini iddia ettiler. Bu türkçe ifadeler, reis tarafmdan arabcaya çevrilerek zapta geçti. Ve neticede reis; riayet edilmediği bildirilen taahhüdnamenin sureti dosyada bulunmadığı için evvelemirde bu vesikanın istenmesi icab ettiğini söyliyerek davayı bu ayın 18 ine talik etti. Zaten herkesin de beklediği bu idi. Çünkü bu kadar alâkalı ve manalı bir dinleyici kalabalığı önünde müsbet veya menfi, kat'î bir hüküm vermek, herhalde bazı tezahürata yol açmak demekti. Amma, ayni alâkalı dinleyici kesafetinin gelecek muhakeme gününde de hazır bulunmıyacağını kim temin edebilir. O da başka me * * * Belân dağındaki kıvrımlar bitti. Belan, solumuzdaki tepeye doğru tırmanan, bağlık, bahçelik şirin bir kasaba.. Burayı geçergeçmez yol üstünde mütevazi bir abide görünüyor. Bu abide, Umumî Harbde burada oturan 41 inci Türk fırkası tarafından kendi şehidleri için dikilmiş. Şimdi, dinlemeğe gittiğimiz İskende rundaki davada, bu abide önünde geçen 30 ağustos Zafer bayramında tezahürat yapan ve buraya çelenk koyan Türklerin davası var. Yolumuza devam ediyoruz. Solda Soğukoluk, sağda da Atîk yaylaları var. Suyunun iyiliğile şöhret kazanan ve öz bir Türk köyü olan Atîk yolunun aynldığı noktaya konulan levha bence çok Bunlan biraz geriye atacağız... diyor. seslenıyor: Biraz geri! 250 gram şehriye daha Bir sinek uçuşile kaç saniye sürer derver. Hastaya pişirdiğim çorba lâhzada siniz?.. sinekle doldu. Yenisini yapayım bari. Kovanlara üşüşmüş anlar gibi her yaBakkal acı acı gülümsüyor: nımızı sarmış sinekleri, her yanı sinekle Zahmet etme valde... Gene olasarılmış otomobile, daha evvel yerleşmiş cağı o değil mi?... arkadaşlannın yanına taşıyoruz. Kadıncağız, çenesi avcunda, şaşkın Yolda, arabanın içinde, nefes nefese şaşkm bakınıyor: yaman bir mücadele başlıyor. Torunum hasta ayol... Aç mı kalBiz kovdukça onlar artıyor ve ta Şişsın.. Ne etsek bilmem ki... Cibinlik allide başlıyan bu savaşa rağmen, Babıatında mı pişirsek?... Iıye, matbaanın önüne geldiğim zaman, Ve otomobilimiz metruk bir ülke vehhâlâ başımm ucunda vızıldıyan sineklere, mini veren karşı sırtlara yollanırken, ar hayretle, ibretle, şaşkm şaşkm bakıyorum. kamızdan, bu, bile bile tehlikeye koşanIçime bir vehim çöküyor. Sanıyorum lara, acıyan gözlerle bakanlar var. ki ağzım, burnum, çamaşırlanmm ara Aldırmıyoruz. Yavaş yavaş sinek yüları, ceblerim, her yanım sinek dolu... kü artan arabanın içinde, sinekJerle baş Kafamın, beynimin içinde sinekler şehbasa, sineklerle meskun bir âlemin, asıl rayin yapıyorlar sanki. göbeğine doğru koşuyoruz. Şimdi, matbaada, masamın başmda Bir veda sahnesinin hüzünü içinde çırpmır gibi durmadan sallanan mendille şu satırlan yazarken, gözlerimin önünde rimiz, bir anda, bir başka vazifeye ko dalgalana dalgalana uğuldıyan bir ka rartı var. şarak, burunlanmıza yapışıyorlar. Bir koku... Ekşi, ağır, arz kadar ih tiyar bir taaffünden sızar gibi, ismi bu lunmamış bir koku... Ve bu, şu bizi taşıyan maden gövdeye, ka«katı mideye de dokunmuş, onu bulandırmış ta, takatini kesmiş gibi, otomobil bir anda duruyor. Manzara... sele. AKVERDI Bu karartının ardında, karşıki duvar M. TURHAN TAN da asılı duran takvime ilişiyor gözlerim, ve hayal meyal ?u rakamı farkedebili asn haber veren dört rakam mı? yorum: Bilmem neden, birden, içime bir garib 1936! hüzün çöküyor ve bu dört rakamm cenkSinekleri unutuyor, ve bir kanşık he leşe cenkleşe büyüyen kâbusu içinde, yasaba kapılıyorum. vaş yavaş bir sinek kadar küçülüyorum. 1936... Ne olsa gerek?.. Yirminci KANDEM1R adcunrt Cumhuriyetin içtimaî romanı: 5 Fesini eline alıp mendilile alnını silerek masaya doğru yürüdü. Yanmda bir kaç adam, ellerindeki yıpranmış kâğıdlarile birbirlerinin omuzlan üzerüıden uzanarak öne geçmeğe çalışıyordu. Müstantik basını masaya iğmiş, elindeki si garayı kahve fincanının kenarma silke rek ağır ağır bir şeyler yazıyor, ve bu telâş içindeki kalabalığm yorgun, sinirli fakat korkak bakışlarından büsbütün habersîz görünüyordu. Böylece birkaç dakika geçti. Kimsenin, başmı kaldırıp ta kendilerine bakmasmı söyliyecek cesareti yoktu. Çok tanberî ayakta durmaktan dizleri kesilmiş olduğu anlaşılan bir ihtiyar, bekleme nöbetiai bırakıp bir kenara çekilmeseydi Dennir ihtimal ki daha uzun zaman masaya. yaklaşamıyacaktı. Hafif bir kımıldamadan istifade ile biraz daha sokuldu. I ş t « r.ihayet müstantikle karşı karşıya gelmişti. Başı önüne iğilmiş olduğu için, valnız bakır renginde parıldıyan çıplak Yazan: Hilmi Ziya tepesi görünüyordu. Epeyce sonra başmı kaldırıp: Nedir bakalım? diye sorabildi. Bu zayıf, kuru, esmer ve sinirli bir adamdı. Kaşlannın arasındaki kuyu gibi kazıl mış kara çizgiden, onun ömründe hiç gülmediği tahmin edilebilirdi. «Eyvah! aksi birine çattık» diye Mehmed Demir düşündü. Bununla beraber, onu yumu şatmak için tath ve biraz çekingen sesle: Avukat T... Bey tarafmdan takib edilen bir emlâk işimiz vardı, dedi. Hemen sözünü bitirmemişti ki, müstantik aksi bir tavırla: Bu kahrolasıca T... Beyinizin yüzünden başımız belâya girdi dedi. O burada değil, savuştu. Onun işlerini bize sormayın. Biliyorum diye gene sükunetle cevab verdi. Avukat işlerimizi yüzüstü bıraktı. Şimdiye kadar onun takib ettiği davaya bundan sonra kendim bakmak için geldim. O sırada elindeki bir kâğıda pul yapıştırmakla meşgul olan müstantik, son cümleleri duymamış görünüyordu. He men bir dakika bu cansıkıcı sessizlik devam etti. Nihayet müstantik tekrar başını kaldırıp o zamana kadar söylenen şeyleri büsbütün unutmuş gibi: Ne istiyorsunuz? dedi. Ve ayni zamanda yanında oturan göbekli bir adama dönerek konuşmağa başladı. Demir, memuru kızdırmaktan çekin diği için onun tekrar kendisine bakacağı zamanı sabırsızlıkla bekliyordu. A yakta, birbirlerinin omuzlan üzerinden evrak uzatıp sıra bekliyenler gittikçe çoğalıyor; odanın dayanılmaz sıcağı alnindan iri ter taneleri halinde masanın üzerine damlıyordu. Memurun bir aralık başmı kaldırmasmı fırsat bilerek tekrar Hâlâ ne bekliyorsunuz? Şimdi söysöze başladı: Efendim dedi, avukat T... nin lemedik mi? Öğleden sonra! diye gürleyüzüstü bırakarak gittiği bir davamıza di. bakılması için rica ediyorum. 12235 nuMehmed Demir, rica eder gibi bir tamaralı evrakm sahibiyim. vır alarak birşeyler söylemek istedi. MeMüstantikin bu son sözleri işittiği mu mur, artık onu hiç dinlemiyordu. Dük hakkaktı. Fakat bu sefer, bilinemez ne kânı kapatüğını göstermek için defterleri dendir, gene masanın ötetarafında kuru birbiri üzerine koyuyor, sandalyesini taağac dallannm ucundaki sararmış yap kırdatarak yüzünü yanındakine doğru çe raklar gibi uzatılmış olan yırtık, yazıları viriyor, onunla yüksek perdeden konuşseçilmez e\Taka doğru döndü. Ve onlara mağa koyuluyordu. sert, vahşi bir sesle: Demir yorulmuştu. Biran, odadan çık Hâlâ ne bekliyorsunuz? diye ba rnağı düşündü, fakat hemen vazgeçti. ğırdı. Size bu saatte bakılmaz demedim İşte nihayet yalnızbaşınaydı. Memurun mi? Haydi hepiniz gidin, öğleden son onu dinlememesi için hiçbir sebeb yok raya.. tu. Ne olursa olsun ısrar etmeğe karar Mehmed Demir, yenemediği bir hotkâmlık hissile sıra bekliyenlerin dağılıp Efendim dedi, işlerin öğleden sonortalığm tenhalaşmasına içinden sevin ra görüleceğini ilân ettiyseniz, benim bumişti. Nihayet serbestçe derdini anlata nunla alâkam yok. Çünkü ben evrak tabilecekti. Sıcaktan bunalmış olduğu için kibi için değil, işimin ne olduğunu sormak alnını kuruladı. Geniş bir nefes aldı. Ma için geliyorum. Memur, sinirli ve müstehzi bir tonla saya emniyetle tekrar yaklaştı. Müstanonu karşıladı: tikin yanındaki adamla hususî sohbeti arasmda söze başlamak için münasib bir Istisnaî muamele mi bekliyorsunuz fırsat anyordu. Fakat birdenbire me beyefendi? dedi. Demir, sabnnın son mur, gene deminki haşin, azarlayıcı tav haddine gelmiş olduğunu hissediyordu. rile: Kiminle konuştuğumu biliyorum, raber onun çekingen ve terbiyeli tavn, çok sakin, itidalli görünen konuşması yüzünden daha fazla ısrar edemedi. Tekrar masaya doğru yarım dönerek defteri açtı. Parmağile numaralan taVib ederken mınldanıyordu. Bir yerde duıdu: Bekliyeceksiniz! dedi. Sonra karşısmdakinin yeni birşey sormasma mahal bırakmadan: Işiniz çoktandır yüzüstü kalmış. Sırada o kadar numara var ki, ister istemez birkaç hafta bekliyeceksiniz. Mehmed Demir, sıcağın ve güçlüklerin verdiği üzüntü üzerine bir de bu haberi ahnca, can sıkıntısından kıpkırmızı ol muştu. Birkaç saniye durdu. Düşünür ve birşey söylemek ister gibi yere baktı. Sonra: Teşekkür ederim diye kekeliyerek dedi. Lutfen zahmet edip şu deftere ba^ kınız: 12235 numaralı muhakeme evrakı dışan çıktı. bize aiddir. Ne zaman muameleye kona 3 cak? Bundan sonraki ilk celseden itibaIşleri bitinciye kadar burada kalmağa ren avukat T... yerine davayı kendim ta karar vermişti. Öğleden sonra mektub kib edeceğim. larmı yazıp eşyasmı yerleştirdi. Otelciye Müstantik gözlerini dikmiş, çatık kaş hiç olmazsa birkaç hafta aynlmıyacağını lannın arasından karşısındakine gene söyliyerek, ikindiye doğru sokağa çıktı. lArkası var} hiddetli hiddetli bakıyordu. Bununla be