0, m ig FIP Nail anlatıyordu: l — Aşk maceralarının hemen he- | Men en garibi benim başımdan geç- ti... Bir ticaret meselesi için Amerika- ya gitmiştim. Dönüşte Nevyorktan #onra bir çok Afrika limanlarına uğrı- Yarak İstanbula giden güzel bir va- pur buldum. Bindim. Atlantik Okya- Dusunda on gün fena halde sallan- 'dıktan sonra «Fas» ın meşhur limanı Casablancaya uğradık. Vapurumuz burada iki gün kaldı. Çok sıcak bir akşam üstü Casablancadan hareket ediyorduk. Biz rıhtımdan ayrılırken uzaktan, gayet büyük, son derece Yüks bir seyyah gemisi limana giri- yordu. En üst güverteye çıkmış, elim- de dürbün bu büyük vapuru seyredi- yordum. Liman çok dar ve kalabalık olduğu için bizim vapurla, bu seyyah gemisi âdeta biribirine sürtünürcesi- me yanyana geçmek mecburiyetinde idiler. En üst güvertede, yanımda du- ran vapurun zabitlerinden biri bize gittikçe yaklaşan seyyah ogemisirN, göstererek: — Güzel vapur... diyordu, Amerika- Ya gidiyor... Nihayet iki vapur biribirlerine iyi- den iyiye yaklaşmışlardı. Bu sırada Yüks mevki güvertesinde tamamile be- yazlar giyinmiş bir kadın dikkatime çarptı. Biribirimize o kadar yakındık ki onun genç, sarışın bir kadın oldu- ğunu farkediyordum. İşin en garib tarafı beyazlı kadının bizim tarafa, âdeta bana doğru elini kolunu Sallı- yarak selâm vermesi. Büyük beyaz &şarbını sallaması, ve bağırması idi. Vakıâ biribirimize çok yakındık ama bağıra bağıra ne söylediğini gürültü- den işitmek kabil değildi, Acaba bü- tün bu çırpınmaları bana mı idi? Üst güvertede benden başka da kimse yoktu. Biraz evvel yanımdaki genç zabit işinin başına gitmişti. Nezaket olsun diye ben de ona se- lâm verdim. Evvelâ elimi, sonra men- dilimi salladım. Benim bu hareketim Üzerine 'Trans Atlantikteki kadın coş- tu. Bana selâm vermek, işaret etmek için pâralanıyordu. Ben selâm verdik- çe o iki elini birden havaya kaldırarak mukabele ediyordu. Beyazlı kadını daha iyi görebilmek için dürbünümü gözüme götürdüm. Hakikaten fevkalâde güzeldi de... Şim- di o da dürbününü kaldırmış benim tarafıma doğru bakıyordu. Beni uzun uzun, tedkikten sonra ne yapsa beğenirsiniz. Elile bir öpücük işareti göndermez mi?.. O demin yaptığını bir daha tekrarladı. İlk şaşkınlığım geçtikten sonra ben de ona mükabele ettim. Sen misin bunu yapan? Lüks mevkideki beyazlı kadın beni âdeta bir öpücük yağmuruna tuttu. Artık bütün bu iltifatların bana olduğuna iyiden iyiye kanaat getir- miştim. Çünkü ben ne zaman par- maklarımı dudağıma götürsem, he- men karşıdan bu harketimin cevabı- nı alıyorum. Kendi kendime: «Ne ye- zik ki diyordum, bütün bu iltifatların hiç bir faydası yok. Çünkü ben Ne ta- rafa gidiyor... Belki de hayatımızda hiç karşı karşıya gelmiyeceğiz...» Vapurlar artık biribirlerinden uzak- laşıyorlardı. Ben onu biraz daha gö- rebilmek için arka güverteye gittim. O da hemen vapurunun arka tarafı- na geçti. Bizim vapur uzaklaştıkça genç kadın ne yapacağını şaşırmış gi- bi oradan oraya koşuyor, bir takım telâşlı hareketler yapıyordu. Genç kadın bir aralık gözümden kayboldu. Onun haline hâlâ hayret- ler içindeydim. Bir müddet sonra va- purun telsiz memurlarından biri ya- mıma yaklaştı, — Efendim, dedi, karşıki vapurdan ve Anita adında genç bir kadından garib bir telgraf aldık. Evvelâ bizim vapurda Mister Brawn isminde bir yolcuya şu telgrafı çekmek istedi. Karşıki gemiye Mister Brawn adında bir yolcumuz olmadığını bildirdik... Sonra da telgrafını şu adrese çekti, «Vapurunuz Casablanca limanmdan çıkarken, üst güvertedeki beyaz kas- ketli, lâciverd ceketli, beyaz panta- Janlu, lâciverd kıravatlı, esmer deli- kanlıya...» Bu telgrafı aldıktan sonra düşün- dük. Zaten vapurumuzda 8 yolcu var... Bunların beşi kadın, üçü erkek, Siz- den başka öteki erkekler ihliyardır... Limandan çıkarken de üst güvertede &iz duruyordunuz ve üzerinizde lâci- vert ceket, beyaz pantalon, başınızda beyaz kasket, boynunuzda lâciverd kıravat vardı... Sonra eşsmersiniz de... Herhalde bu telgraf size aid olacak. Adam böyle söyliyerek elime bi telgraf tutuşturdu, Aldım, okudum: «Vapurlar yanyana gelince derhal tanıdım. Bu tesadüfe ne kadar sevindiğimi tahmin edemezsin. Fakat niçin kendi isminle değil de başka bir adla seyahat ediyorsun? Buriun sebe- bini anlıyamadım. Bizim vapurun kaptanından sizin geminin burgdan sonra Tunusa uğrıyacağını haber al- dım. Bilirsin ki ben aşk uğrunda her türü çılgınlığı göze alabilecek bir kadınım. Şimdi Casablancada hemen vapurdan ineceğim. Burası ile Tunus arasında tayyare postası olduğun işittim. Bir tayyareye atlayıp Tunusa gideceğim, orada seni karşılıyacağım... Biran evvel sana kavuşmak istiyen: Anita» Bu uzun telgrafı okuyunca ne ka- dar şaşırdığımı tasavvur edemezsi- niz. Fakat herhalde zengin bir kadın olacaktı, Telsizle bu kadar uzun tel- graf çekmek her babayiğitin kârı de- gildi. Sonra muhakkak beni bir baş- kasına benzetmişti. Benzettiği adam da evvelâ aradığı Mister Brawn olsa gerekti, Bu vaziyet karşısında ne ya- pacağımı şaşırmış kalmıştım. Derhal kararımı verdim. Genç ka- dını boş yere yolundan çevirmeğe hakkım yoktu. Ben de vapurun telsiz dairesine koştum. Karşıdaki gemiye şu telgrafı çektim... «.... gemisinde Zlis Anitaya: «Beni tanıdıklarınızdan birisine benzettiğinizi anlıyorum. İsmim Mis- ter Brawn değildir. Maalesef şimdiye kadar sizinle hiç tanışmış ta değilim. Hürmetler...» Fakat büyük gemiden şu cevabı al- dık: «Maalesef on beş dakika evvel rıhtı- ma yanaştık. Mis Anita büyük bir te- Jâş İçinde eşyalarını toplıyarak va- purdan çıktı. Kendisinin nereye gitti- ği malüm olmadığı için telgrafınızı veremedik. » Bu garib macera büsbütün karışık bir hale gelmişti. Vapurumuz Ce- belüttarık boğazından geçti, Bir gün sonra Tunustan gene telsizle şu tel- grafı aldım: Vapurunuz Casablanca limanından çıkarken üst güvertedeki beyaz kas- ketli, lâciverd ceketli, beyaz panta- Jonlu esmer delikanlıya. «Tunusa geldim... Sabırsızlıkla seni | bekliyorum... Benim biricik aşkım...» «Anita» Bu «vapurunuz Casablanca rıhtı- mından çıkarken üst güvertedeki be- yaz kaskatli, lâciverd “ceketli, beyaz pantalonlu esmer delikanlı...» tarifi de benim vapurdaki telgraf adresim hali- ne girmişti. Tanımadığım .genç ka- dında.: böyle bir telgraf gelince Vapu- run telsiz memurları hemen bana koşturuyorlardı, Vapurumuz Tunusa yaklaşırken bir telgraf daha: «Gözlerim yolda bekliyorum... Kal- bim bir dinamo gibi işliyor... Mümkün- se iki kanad tak, daha çabuk gel. Anita Bu telgrafı görünce: «Ne kararda ateşli, dedim, fena halde âşık...» Vapurumuz Tunusa yanaşırken be- nim kalbim güm güm atıyordu. Vapur- da polis kontrolu biter bitmez etraf)- mızda bir motör dönmeğe haşladı. Bir de baktım, motörün içinde beyazlı ka- dın... Eyvah, şimdi kimbilir ne büyük bir hayal sukutuna uğrıyacaktı. Bak- sanıza bizim karaya çıkmamızı bek- Jemeğv sabredememiş, motörle vapura gelmişti. Motör bizim gemiye yanaştı. Beyazlı kadın gayet çevik hareketler- le vapurun merdivenlerinden çıkıyor- du. Ben onu merdiven başında bekli- yördum, Genç kadın merdivenin or- tasında beni gördü. — Brawn!.. diyerek heyecanla ba- gırdı. Fakat burun buruna gelince fe- na halde şaşaladı. Kekeledi: — Ay siz Brawn değil misiniz? Aman Yarabbi ne kadar benzeyiş... Ne kadar benzeyiş... Hele uzaktan... O derece şaşalamıştı ki onu vapu- run salonuna aldım. Bir viski ikram ettim, Biraz kendisine geldi. Ben: — Yazık, dedim, size Casablancada vapurunuza telgraf çektim. Yanıldı- ğınızı bildirmek istedim. Fakat siz va- purdan hemen çıkıp gitmişsiniz... | kalkıyormuş. seni / — Evet... Evvelâ gidip pasaportum- da bazı değişiklikler yaplırdım. Son- ra da tayyare meydanma koştum. Bir saat sonra Tunusa bir tayyare Ona atladım, buraya geldim. — Vah, vah, vah... O gülümsedi: — Maamafih buna pişman değilim. Bu da bir macera... Ben macerayı, çıl- gınlığı çok severim... Tunusa beraber çıktık. Eskiden İs- tanbuldaki faytonları andıran bir arabaya binerek şehri dolaştık. Ah- bablığımız gittikçe artıyordu. Sözle- rinden pek zengin, maceraya düşkün, dul bir Amerikalı olduğunu anlıyo- rum, Geçirdiğimiz macera aklına gel- dikçe kahkahalarla gülüyordu. Bir aralık: — Üstelik, dedi, sizin vapurunuzun Tunustaki acentasından bir de bilet aldım. Ta İstanbula kadar... Artık ol- du olacak... Bari İstanbula kadar uza- ayım... Gece Tunus barlarını dolaştık. Ge- ce yarısından sonra kalkacak vapu- rTumuza neşe içinde ve başı dumanlı olarak döndük. Tunustan İskenderi- yeye kadar geçirdiğimiz iki mehtablı geceyi hayatımın sonuna kadar unu- tamam. Anita ikide bir; — Ne iyi etmişim de bu çılgınlığı yapmışım... Sana raslamam ne güzel oldu İskenderiyede de iki gün geçirdik. Vapurumuzun kalkacağı gün İsken- deriyenin sahil tarafındaki meşhur caddesi «Korniş» de dolaşıyorduk. He- men insanlarda hissikablelvuku diye bir düygu vardır. Kendi kendime: «Şimdi, diyordum, Anita uğrunda bu kadar çılgınlığı gözüne aldığı hakiki Brawna raslasak kimbilir ne yapar?., Belki beni derhal bırakır.» Bu esnada Anita beni telâşla dürt- tü: — Aman, dedi, kaçalım... vapurumuza dönelim... — Sebeb? — Karşıya bak... Karşıki kaldırım- dan Bravwn gidiyor... Kaçalım... Oda başka bir gemi ile buraya gelmiş ola- cak. Seyahati çok sever... Durmıya- ım... Hemen gemiye gidelim. Bir otamobile atladık. Doğru güm- rüğe... Oradan da vapurumuza... Vapur İskenderiyeden kalkarken sordum: — Niçin Brawnı telâşla kaçtık... O gittikçe uzaklaştığımız sahile ba- karak derin bir nefes aldı: Eğer bizi gör dünyada beni bırakmazdı... Belki seni benden ayır- mağa kalkacaktı.. Onun için kaçtım. dedi.. Gülümsedim, Şu kadınların bazıları ne kadar garibdi... Ulak bir benzeyiş- ler uğrunda ne çılgınlıklara kalktığı bir erkekten - zaman geliyor ki... - bucak bucak kaçıyorlar.. Anita ile İstanbula geldik. Dört sene beraber yaşadık.. Hemen görünce o kadar Hikmet Feridun Es Cemaziyelevvel 1 — Rurahızır 55 & İmsak Güneş Oğle İkindi Akjem Yan R. G2 Bak 432 8331200 205 Va. 212 420 1211 1618 1945 2148 İdarehane: Babikli civarı Acımusluk So. İzmitte Şark Pazarı Sadeddin Yalım Ticarethanesi Kocaeli vilâyeti mektep kitapları satış yeri. Her nevi kırtasiye çeşitleri, Nauman dikiş ve yazı makineleri, Ko- dnk fotograf makine ve levasımı #aire bulunur. DİŞİ KORSAN Tarihi Yazan: İskender F, Sertelli Deniz Romanı 'Tefrika No. 40 Saidin, Tuvarek'lere mensub olduğu anlaşılmıştı. Venedikliler kale kapılarını derhal kapadılar.. «... Hapishanenize gönderi- len ölüm mahkümu Saidin idam edildiğini Arabistanda ilân ettik. Halbuki, bu adam yarın bize lâzım olacaktır. Hamdani kabilesi reisinin kızı Hacerle evlenmek üzere olan bu meşhur deniz korsanını eli- mizde rehine olarak muhafa- za edeceğiz. Onun kaçmasına meydan vermeyin..'» Bu mektub, Graçyo'nun kafasın- daki düğümleri bir dereceye kadar çözmüştü. Venedik hükümeti isabetli bir karar vermiş bulunuyordu: Saf- din idam edilmesinde hükümetin bü- yük bir kazancı yoktu, Fakat, onu sağ olarak elde tutmakla, günün bi- rinde yapılması muhtelme olan Arab akınının önüne geçmek mümkün olabilirdi. Said, Gabes kalesine nasıl düş- müştü? Venedikliler onu meden idama mahküm etmişlerdi? Hamdaniler Bizans seferine oçik- mışlar mıydı? Bu islifhamlara kim cevab vere- cekti? vurulan bir çok mahkümlar vardı. Venedikliler bunları da idam etmi- yorlardı. Kale muhafızı Gabes limanını siki bir kontrol altına almıştı. Kalenin dibinde duran yelenlide daima uya- rık duran gözcülör vardi. Burçların üstünde de nöbetçiler dolaşıyordu. Bütün bu ihtimamlar, korsan Saidin kaçmamasını temin içindi. Graçyo, nöbetçilere: — Saidin kaçtığı gün hepinizi ta- vuk gibi bir ipe dizerek boğacağım! Demişti. Said, Gabes hapishane- sinden üç kere kaçmağa teşebbüs et- miş, fakat hepsinde de ye ele vermişti. Ve nihayet son firar teşebbüsün. den sonra, kale muhafızı, Saidi ze- min katından üst kattaki demir pen- cereli bir odaya çıkarmıştı. Onu bu odada serbes bıraksalar ve pencere- sini açsalar bile, on beş metreden daha yüksek olan bu odadan Saidin kaçmasına imkân yoktu. O sabah korsanın yüzü neden güldü? Nöbetçi gadriyanı “ odanın kapı Aralığından Saidin. ekmeğini uzat- t1... Kapıyı tekrar kapıyacaklı. O sabah Saidi çok neşeli gördü, gözle- rine inanamadı. Ölüm mahkömu- nun yüzüne dikkatle baktı ve bıyık- larını bükerek homurdandı: — İyi bir rüya gördün galiba?! Said yerde yatıyordu. Başını kaldırmadan cevab verdi: — Bu gece kabilemle başbaşa idim. Yurdumun yeşil hurmalıklarını, şi- rin sahillerini, ve kahraman muha- riblerini gördüm. Onlarla ayrı ayrı konuştum. Ve derin bir nefes alarak: — Allahım, dedi, sen bu tatlı rüya- nın hakikat olduğu günü çok yakın- da göster bana! Nöbetçi gardiyan güldü: — Yurdundan o kadar uzaktasın ki... Herkes seni öldü biliyor, buda- Ja! — Allah, yaşadığını görüyor ya... — Allahın gözü Gabes zindanları- nı görmez. Senin burada yattığım şeytanlar bile bilmiyor! Sald hâlâ neşeliydi. Bu sözlerden hiç te müteessir olmadı. Büyük bir ümid ve tevekkül ile, günün birinde kurtulacağına inanıyordu. Gardiyan: — Her mahküm, ölünceye kadar bu inanışla yaşar, dedi, Said sustu. Gardiyanla fazla ko- nuşmak istemiyordu. Halhuki nö- betçiler, Saidi deşmek için onunla sık sık konuşmak emrini almışlardı. Gardiyan, mahkümun ekmeğini bırakıp kapıyı kilitledi, gitti, Said o sabah neden neşeliydi? Gardiyanlar, onu, o günkü kadar sakin ve ürüidli, o günkü kadar gü- ler yüzlü görmemişlerdi. Said, Gabes kalesine geldiği üç ay- danberi bu kadar güzel rüya görme- mişti. Gardiyana söyledikleri yalan değildi. O; rüyasında şeyh Abdul- Jahı, Haceri ve kabile efradı arasında kendini sevenlerin hepsini görmüştü. Saidin meşesinin sebebi vardı: 'Hamdanilerin « meşhur omünzevisi «Akabe> biri gün ona: «Sen ölümle karşılaşacaksın! Fakat, bir hayli iş kence ve iztarab gördükten sonra, ni- hayet, rüyanda şeyh Abdullahı ve Haceri gördüğün gün kurtulacak- sin!3 demişti. İşte Said bunun için neşeliydi. O, sabahleyin gözlerini açar açmaz «Akabe» nin bu sözlerini hatırlıyarak Allaha şükretmişti. * Gardiyan Saidi o sabah neşeli gö- dem lata: — Sinyor, dedi, ölüm mahkümuna gökten ilham gelmiş gibi sevinç için- de... Şimdi odasına gittim. Onu bu- günkü kadar neşeli görmemiştim. © Graçyo pos bıyıklarını bükerek dü- şündü. Sonra birden gülerek; — Ölüme mahküm insanların gök- lerle, meleklerle sıkı bir alâka ve bağlılığı vardır, dedi, geçen gün burçların üstünde astığımz Arab genci de böyle söylemiyor muydu? Asılıncaya kadar kurtulacağından emin değil miydi? Nöbetçi gardiyan: — Evet sinyor! - diye başını salla- dı-oda Sâd gibi, kendisini gökten bir melek inip kurtaracak diye gün- lerce bekledi. “Fakat, ben”Ssidi on- ların hiç birine benzetmiyorum, si» yor! Bu adam, kaleye geldiği gün denberi ilk defa bu sabah gülüyor. — Olabilir ya. O-dâ, kendisini kur- tararak meleği ilk defa bu sabah görmüştür. Gardiyan: dudağını bükerek kale muhafızının yanından çıktı. . b Tuvarek çetelri, Gabes vahasında göründü Sinyor Mano... Bu genç zabit, bir müfreze askerle çölden yeni dönmüştü. Kale muhafızı Graçyo sordu: — Tuvareklerden ne haber var, Mano? Onlâra rasladın mi çölde?... — Hayır, sinyor! Ben raslamadım. Fakat, rasıyan yolcular varmış, Bu yolcuları sorguya çektim . — Neler anlattılar? — Üç yüz kişilik bir çete, bütün kervanları çevirip soyuyormuş. — Yalnız soygunculuksa, ehemmi- Şehre baskın yapacaklarını da duymuşlar. — Hangi şehre?. — İlk fırsatta buraya... — Gabes kalesinde üç yüz Kişilik yer hazırlıyalım öyleyse... Graçyo dişlerini gıcırdatıyordu. Ayni kelimeleri tekrarladı: — Haydi, zindanların o kapılarını açınız. Üç yüz kişilik yer lâzım bu- rada, Mano, biraz daha ciddi bir tavırla sözüne devam etti: — Melrir, havalisine kadar uzan- dım, sinyori Oradaki" yerliler de Tuvareklerden çok yılmışlar. Vene- diklilerden ,yardım bekliyorlar. «Sa-i hillerde yerleşmek kolaydır. Burada bizleri de soygunculuktan korumak . lâzım!» diyorlar. — Yanlış söylemiyorlar, Manol | Evvelâ şu üç yüz kişilik çeteyi tuza» ğa düşürelim.. kafese tıkalım. Mel rir'deki yerlileri korumayı sonra dü- şünürüz. — 'Tuvareklerin Gabes'e niçin ine- ceklerini biliyor musunuz, sinyol? — Bunu keşfetmek güç bir iş de- ği. Kaleyi ele geçirmek, şehri yağ- ma etmek istiyorlar. — Hayır. Tuvareklerin. bir dileği varmış; Saidi kurtarmak. Z tarkası var)