Benan anahtarı çevirdi ve aparti- mandan içeri girdi. Apartıman sakit ye sessizdi. Ferdanın sokağa çıkmış piduğu anlaşılıyordu. Bütün gün şiddetli hir baş &ğrisina tutulmuş olan Kenan karısının evde bulunmamasına o kadar aldırmadı. Birss istirahate ihtiyacı vardı. Dinle- necek olursa bunun ilâçtan iyi fayda edeceğine emindi, Filhakika şezlonga uzanıp ta göz“ lerini kapayınca bir hafiflik hissetti ye ağrı yavaş yavaş dindi. Gözlerini açtığı vakit ortalık karar- Mağa başlamıştı. Salonda telefon ça- yordu. Zaten kendisini uyandıran da bu ses olmuştu. O nasıl kalkacağı- ni tenbel tenbel düşünürken, telefon- da Ferdanım konuştuğunu duydu. Ferdânın sesini ne kadar severdi. Zaten bütün hayatı Ferdâ demekti. Bütün çalışması onun için, onu me- &ud ve rofah içinde yaşatmak içindi, Kenan, Ferdânın sesini dinlerken: — Bak nası! gülüyor, dedi. Mümta- sa telefonda ne söylüyor acaba? Bel- ki gönderdiği çiçeklere teşekkür edis yor. Fakat Mümtaz neden bu çiçek- leri gönderdi? Yoksa onu akşama ye Mmeğe mi çağırdı? Şimdi Ferdâ salonda, telefonun ba- fında şunları konuşuyordu: — Evet, yalnızım evde. O! Kıskanı- yor musunuz? Yoksa evde âşıkımla beraber mi zannediyorsunuz beni? Kenan mı? Zavallıcık, Kenan benim kocam canim. 'Hem söylüyor, hem gülüyordu. Kenan karısının bu tarzda konuş» Guğunu ve güldüğünü hiç duyma mıştı. Hem neden kendisine zayallı- ck diyordu? Hem neden Mümtaz kıs- kanıyordu? Şimdi Kenan Ferdânın iâkırdila- rından bir şey anlıyamıyordu. Çün- kü yalnız evet, hayır gibi cevaplar ves riyordu. Başka bahse geçtiler diye dü- gündü, Ferdâ artık gülmüyordu: — Hayır, diyordu. Olmaz. Bu deli- iki Kim bilir kaç kadına ayni şeyleri söylediniz. Beni gerçekten mi sevi- yorsunuz? Yarın mı? Kabil değil. Peki, haydi öyle olsun. Tam saat beş“ te öyle ise... "Telefon muhaberesi burada bitti, Kenan kendini zaptebilecek kadar metindi, İçinden gelen ilk hamleye kapılmadı. Yavaşça yerinden kalktı. Biç gürültü etmeden kapıyı açti, Byaklarının ucuna basarak aparti- mandan çıktı. Şimdi ne müthiş surette başı ağır- mağa başlamıştı. Sokaklarda bir çıl- gın gibi dolaştıktan sonra tekrar eve döndü. Kendini zorlıya zorlıya kapıyı açtı. Güzel bir demek çiçek gördü. Nereden geldiğini sordu. Ferdâ biraz gıkılır gibi Mümtazın göndermiş ol- duğunu söyledi. ... Ertesi günü yazıhaneden eve tele- fon etti, Öğle yemeğine gelmiyeceği- ni haber verdi. Ferdânın yüzünü gö- recek olursa tahammül edemiyeceği- ni anlıyordu. O gün beşte buluşacaklardı. Her- halde Mümtazın evinde birleşmiye- cekleri şüphesizdi. Şu halde Ferdâyı takib ederek işi anlamak lâzımdı, Sa- at üçte, bazi evrakı unutmuş olmak behanesile eve telefon etti, Ferdâ: — İstersen saat dört buçukta bun- ları sana getireyim, diyordu. Ben 80- kağa çıkacağım zalen. — Hayır, teşekkür ederim. Yarına kalsa da olur. Kenan, Ferdânın bu kadar soğuk kanlılıkla kendisine böyle hiyanet et- tiğini görmekle cehennem azabi çe- kiyordu. Saat dörtte yazıhaneden çıktı. Bir btomobile binerek kendi sokaklarınm köşesinde durdu. Ferdânın da kapıcıya bir otomobil getirterek oapartımandan çıktığını gördü. Şimdi onu takib ediyordu. Otomobil iptida Şişliye doğru yürü- dü. Fakat hiç bir yerde durmadı, tek- zar Beyoğluna döndü. Bir pastacı Ününde durdular, Kenan bu gezinti. nin vakit geçirmek, yahut iz kaybet. mek için yapılmış bir şey olduğunu anladı. Anlaşılan randevu pastacıda idi. Acaba Mümtaz ile münasebet da- ha pek ileriye varmamış mıydı? Aca- ba Ferdâyı kurtarmak imkânı var mıydı? Fakat neye yarardı? Bundan sonra ona nasıl emniyet edebilirdi? Birez gonra, Ferdâ elinde bir pa- Yarın saat beşte ketle pastacıdan çıktı. Tekrar otomo- bile bindi, Yürüdüler, İstanbul cihe- tine geçtiler, Fakat Ferdâ nereye gi- diyordu? Tuhaf şey. Ferdânın oto- mobili Kenanın Sirkeci tarâflarında- ki yazıhanesinin bulunduğu han önünde durdu. Fordâ arabadan ine- rek içeri girdi. .. Kenan yazihanesine çıktığı zaman, daktilo kız: — Hanımefendi odanızda, &izi 80- Tuyor, dedi, Ferdâ kocasını görünce: — Rengin ne kadar soluk Kenan! dedi. — Neye buraya geldin Ferdâ? Ferdâ şimdi bir şey söylemeden ko- casının yüzüne bakıyordu. Gözlerin- de mahzun bir ifade vardı. — Hiç bir sebep yok, Kenan, ER dimi pek yalnız hissediyordum. Be; pek ihmal ediyorsun ve bütün ia yalnız kalıyorum. Bek, bir kere öp- mek bile aklına gelmedi, Rahatsız mi ettim seni? Kenan şaşırmıştı, Bu lâkırdıların mânası ne olabilirdi? — Ferdâ, dedi, ben seni memnun ve behtiyar etmek için elimden ge- Jeni yapıyorum. — Emin misin ? Benim en çok muh- tac olduğum şeyi yapıyor musun? yalnız esvap, şapka, kürklü manto mu lâzım? Bunlar biraz eksik pisun da başka şey olsun. Kenan, kendi kenâisine düşünü. yordu. Ferdfnın son dakikada piş- man olduğunu, kocasının aşkına Dt. ©e ederek kendini tehlikeden kurtar- Mak istediğini zannetti, Onu göğsü- ne basarak: — Ferdâ, beş on gün Yalovaya git- #ek nasıl olur? diye sordu. — İstemem, Mümtaz orada, — 'Tuhef şey, Mümtaz İstanbulda deği mi? — Bayır, dün akşam gitti. Affet Beni Kenan. Sana çok fena bir şaka yaptım, Senin içeride olduğunu bili- yordum. Telefonda Mümtazla konu- guyormuş gibi davrandım. Ne yapa- yım, beni o kadar ihmel ediyordun ki biraz kıskandırayım da çok sevsin / 7 Mayıs 937 Cuma İstanbul: Öğle neşriyatı — 12,80 Plâkla Türk muskisi, 12,50 Havadis, 13,05 Muhtelif plâk neşriyatı, 14 Son. Akşam neşriyatı: 17 İnkılâb ders- eri üniversiteden naklen Hikmet Bayur tarafından, 18,30 Plâkla dans musikisi, 19,50 Sanatkâr Naşidin İiş- tirakile Şehir tiyatrosu artistleri t#- rafından bir komedi, 20 'Türk musiki beyeti, 2030 Ömer Riza tarafındai arapça söylev, 20,45 Vedia Riza ve arkadaşları tarafından Türk musiki si ve halk şarkıları: Saat ayarı 21,15 Orkestra, 22,15 Ajans ve borsa haber- leri ve ertesi günün programı, 22,30 Plâkla sololar, opera ve operet parça” ları, 23 Son. Ecnebi istasyonların bu akşamki en müntehap programı Roma (421) saat 22 Sesli senfonik konser Solist: Benjamino Gigi. Bük- reş (364) 20,35 Mozart: «Figaro», OP€- ra, Peşte (549) «Chovanseinos opera Prag (470) 22 «Dağ çocukları» opera, Varşova (1339) 21 Szymanowski fes- tivali, Monâko (405) 21,10 Orkestra, viyolonsel ve şarkı, Liyon (463) 21,30 Orkestra, Berlin (357) 21,40 Brahms festivali, Cezair (319) 22,30 Senfonik konser, Oslo (1154) 21 Bethoven İes- tivali, Kalundborg 21,10 Keman ve arp. Breslav (1250) 21,10 Piyano kon- — Lüksemburg (1293) 23,30 Kuar- Dans Musikisi Frankfurt (251) saat 23,45 - Lük- sembürg (1293) 24 - Marsilya (400) 24 - Londra (kısa dalga) 0,40. $ Mayıs 937 Cumartesi İstanbul — Öğle neşriyatı: Plâkla Türk musikisi, 1250 Havadis. 13,05 Muhtelif plâk neşriyatı, 14 Son. Akşam neşriyatı: Saat 18,30 Plâk- ia dans musikisi. 19,30 Kadıköy Hal- kevi namına konferans (Diş bakımı) Diş doktoru Bedri Gürsoy. 20 Fasıl Baz heyeti. 20,30 Ömer Rıza tarafın- dan arabça söylev, 20,45 Fasıl Saz he- yeti. Saat ayarı. 21,15 Orkestra. 22,15 Ajans ve borsa haberleri ve ertesi gü- Dün proğramı. * 22,30 Plâkla sololar, (Baş tarafı 6 ncı sahifede) çocuğu... Onu tanıyor gibiyim; bana benziyor; bugünün gençliğinin tim- #ali olarak bana geliyor; bir elinde bir kâse var; öteki elinde çiçeklerden bir çelenk tutuyor. Diyor ki; «Beni tanı- madınız mı?.. Ben mektep çocuğu Halit Ziyayım... Elli sene mi çalıştı- nız?,, Sizi pek yorgun görüyorum; size serin bir şerbet getirdim, bunu içiniz, yorgunluğunuzu alır... Koşularda, mücadelelerde yorulanların ve üstün gelenlerin başına taç koyarlar; size böyle bir taç getirdim.» Gençliğin bana sunduğu o serin şerbeti içtim, bü çiçeklerden tacı alı- yorum; artık bundan sonra yatabili- rm, mes'udane gözlerimi kapayıp uyumak için... Yer yüzünde garip âdetler (Baş tarafı 7 nci sahifede) bir şeref sayılır, hattâ onunla bir çayhanede karşı karşıya bir kaç daki- ka oturup konuşmak için para ile bilet vardır. Fakat bu klâsik Japon tiyatroları feodallte devrinin son ha- faraları sayılıyor, zamanla bunlar ya- Yaş yavaş ortadan kalkmıya mahküm bulunuyor. 1909 da İbsen'in bir dramını sahne- Sn koymakla başlıyan yeni tiyatro sreketleri iyi semereler vermiş bulu- nuyor. Bu arada yalnız Japonlara mahsus bir müessese daha var. Buna Genç Kızlar operası diyorlar. Bu kız- lar on iki yaşında iken allelerinden kontratla alınıyor, hususi mektepler- de yetiştiriliyor ve on sene operada çalışıyorlar. Bu müddet içinde prima- donnasından en ufak figüranına ka- dar bütün kızlar leyli kız mektep ta- Tebesi hayatı geçiriyorlar, sahneden ayrılınca mektepli üniformalarını gi“ yiniyor ve tabur halinde yatakhane- lerine gidiyorlar. Falk Sabri Duran HASAN Acı Badem Kremi ing Buruşukluklarnı, lekelerini, çil lerini, erginliklerini, sivilcelerin izale eder, Çirkin çehreyi güzel- ve ihtiyarlığı gençleştirir. Fakat acı badem kremini her- kes yapamaz ve bu kremi mut- laka acı badem yağiyle yapnıak » Bu hem müşkül ve külfetli, hem pahalı bir iş oldü- Eundan biraz acı badem esan- sile vazelin yağını karıştırarak Yapılan kremleri kullanan ba Yanlar cildlerini bozuyorlar. Halis acı bademden pek bü- yük fedakârlıklarla istihsal edi- len hakiki ve acı badem yağın krem haline getirmiş olan ke- lonyasiyle ve o müstahzaratiyle meşhur eczacı Hasandır: Itriyatı nefis ve caziptir, Hasan acı badem yağı kremi- le, Hasan yağsız kar kremini ve Hasan yarım yağlı gece kremini seve seve kullanmakta ve eczacı Hasanı tebrik etmekte- dirler, Sabun, kolonya, losyon, lâvan- ta, briyantin, saç, suları, sürme, pudra, tıraş biçağı, diş fırçları, diş suları, diş macunları ve her türlü ıtriyat ve müstahzaratta mutlaka Hasan markasını isteyi- niz ve arayınız. Hasan deposu: Ankara, İstanbul, Beyoğlu, Beşik- Eskişehir, Halid Ziya Uşaklıgil Yazan: İskender F. Sertelli Çinlilerin, Moğol İmparatoru hakkında garip inanışları vardı: “Kubilây, af etmeğe başladığı gün, zayıflamış demektir!, derlerdi... Pantanın hir kolunun aslanlar ta- rafından kopanıldığını duyanlar ma- betlere koşarak, bu asil ruhlu Lâma- ya mabudlardan sabır ve tahammül diliyorlardı, Bu sırada Çinde islâmiyet süratle intişar ediyor, şehirlerden kasabâla- ra yayılan hocalar halka müslüman- lığın faziletlerinden bahsederek, çok yakında Kubilây hanın da müslüman olacağını söylüyorlardı. İslâm dinini Asyada neşredenler, Hakan üzerinde en çok şu noktada müessir olmak istiyorlardı: Kubilây han, Cengizin eyasaks la- Tina çok sadıktı, en büyük kanun bu yasaklardı. Hocalar ve müslüman Alimleri, Moğol kanunları arasında ahkâmını da kısmen olsun kabul tatbik ettirmeğe çalışıyorlardı, Müslümanlık duyguları Kubilâym Sarayına kadar girmişti. Hakanımn Hazine nazırı bir Çinli iken müslü- manı olmuştu. Muhafız zabitlerinden birer ikişer müslüman olanlar vardı. Generallar arasında da islâmiyet sür- aile intişar ederek Moğol ordusu bu suretle müslümanlığı kabul etmiş oluyordu. Panta hakkında Hakanın verdiği 4dam hükmünün aynı günde geri alınması Hakanın dini inanişlarının zayıfladığına bir delil olarak göste“ rilmişti. Çünkü hocalar halka Cislâ- Miyetin şıari, affetmektir) diyorlar, bu suretle Çinlilere ve Moğollara müslüman dinini mülâyim ve cazib göstermeğe gayret ediyorlardı. Hakanın ölüme mahküm olan baş Lamayı af etmesile, halk arasında başlıyan (Kubilây müslüman oluyor) dedikodusu bir kaç gün içinde her ta- rafa yayılmıştı, Kubilâyın ihtiyar veziri Semga ba- hadır bile bu dedikodulardan şüphe- ye düşerek, kendi kendine: — Acaba Hakan islâmiyet şıarma uygun bir iş görmüş olmak için mi bunu yaptı? Diye düşünmekten kendini alama- Kaştı. Eğer bu şüphe tahakkuk etmiş ok saydı, Semga bahadır bile müslüman olmayı göze alacaktı. Kubilây han her hafta alayla Buda mabedine gider, büyük törenle iba- detini yaparak geri dönerdi. Müslüman hocalar, Kubilâyın kal- ben budist olmadığını iddia ederlerdi. O sırada Buharadan Pekine gelmiş olan müslüman lemesından Hoca Şemseddin, Kubilây hanla iki kerre görüşemeğe muvaffak olmuştu. Hoca Şemseddine göre, Kubiliy han zahiren budaya temayül gösteri- yor ve büda mabedine gidiyorsa da Hakanım ruhi temayülü daha çok müslümanlığa idi. Kubilâiy Pekine gelmekle Çin adetlerinden bir çoğunu Ör zaruri olarak kabul etmiş bulunu- yordu. Bu zaruretler arasında budaya temayül duyguları da en başta sayı- labilirdi. Bütün Çin halkının beşte üçü budaya taparken, Kubilâyın bu- dist görünmemesi imkânsızdı. Bahusus ki, sarayı, sarayın rahib- lerinin büyük bir kısmı da budist idi- ler. Çinli rahibler, budisllere nazaran denizde bir katre kadar gelmezdi. Bu- nunla beraber, bütün bu rahiblere baş olarak meşhur Çin âlimi Lama Pantayı saraya alan Kubilây, bu su- relle Çin ülemasını da tutmuş olu- yordu. Saraya akesederı dedikodular üze- rine lamalar da buda rahibleri gibi telâşa düşmüşlerdi. Kubilây müslü- man olursa bu iki rahip sınıfının da saraydaki nüfuz ve kuvveti hemen hemen hiçe inecek ve sarayın din si- yasetine müslüman âlimlerile hacalar hâkim olacaktı. Panta, kolsuz kalmakla beraber, gene baş Lamalık ünvanını taşıyordu. Kubilây bu mevkie başka birini ta- yın etmemişti. Şimdi bütün Çinlilerde hâkim olar bir kanaat vardı: Hakan müslüman olmağa karar vermiştir. Bunun ilk delili, Pantanın ölüm cezasından kurs tulmasıdır. Bu kanaat neyi ifade Sülyordu? © n Şurasını da işaret edelim ki, Çinli lerde Kubilây Hakkında kökleşen şöye 1e bir fikir verdı; eKubilây, affetmeğe başladığı gün, zayıflamış demektir! Mağol imparatorluğu, Cengiz has min kurduğü ve yurdun dört çevresins de şiddetle tatbik ettiği «yasak» larla genişlemişti. İslâm «şeriatıs Moğol <yasak»larıtın tatbikini geri bıraklis racak ve '4afs lar, «müsamaha» Jar esası üzerine kürulacak yeni bir idare sistemi başlıyacak olursa, Kubilây hanın ve haleflerinin o günkü mem- Ieket sınırlarını muhafaza etmesiriş imkân kalmıyacaktı, i Bu hakikatı Semga bahadırdan er küçük Çinliye kadar görüyordu. ... Hoca Şemseddin Kubilây huzurunda.. Moğol memurları, bir vergi mesele sinden ötürü bir müslümanı sayi mişlerdi. Hoca Şemseddin bu vakadan ln esir olarak ipekli cübbesini giydi. Başına kavuğunu geçirdi. — koştu, Kubilây han haremden yeni çıkı mıştı.. Neşesi yerinde idi. Haca Şemseddini gülerek kabul etti. Yanına oturttu; — Çoktanberi neden görünmüyor- sun? dedi. Çinde bir haylı dolaştığını söylüyorlar. Sanırım ki bu seyahat- lerin boşa gitmedi!.. Muhammedin t0- baasını artırmakta büyük bir kudref ve meharet gösterdiğini işitiyorum! | Hoca Şemseddin çok güzel konuşan ve nükteli sözler söyliyen bir adamdı, — Kulunus hiç kimseyi zorla inas nışlarından ve yolundan çevirmedim. Yalnız, görüyorum Ki benimle görü- şenler hemen müslüman oluyorlar, | Kubilây gülümsedi: — Bu ne büyük muvaffakıyet! Eğe ben böyle bir kuvvete malik olsay- dım, bütün dünyayı budist yapardın. Hoca Şemseddinin canı sıkıldı: — Ozaman bütün dünya miskinler ve âcizlerle dolardı, Hakanım! Çün- kü, budainsanları silâhlanmaktan, kahramanlar gibi yaşamaktan merd« diyor. Halbuki! Moğol sınırlarını mus hafaza eden silâhlı kahramanlarınız« dır! Onları kalıramanlıktan meskenes te sevkettiğiniz gün, Moğol imparas torluğu bir kabile halinde bile yaşas yamaz. W Kubilây; hoca Şemseddini denemek için söylemişti. Yoksa o da biliyordu ki, bütün dünyanm budist olması des mek, bütün dünyanın mahvolmasi, açlığa, sefalete mahküm olmasi des mekti. Hoca Şemseddin bu konuşmadan sonra, ziyaretinin sebebini anlatmağa başladı: 4 — Vergilerini vaktinde veren çok namuslu bir dükkân sahibini yok yerg hapsettiler, Eakanım! Bu adamın büs tün kusuru müslüman olmasıdır. Onun serbest bırakılmasını dilemeğe geldim. d Kubilây, hoca Şemseddine sordu; * — Memurlarım hiç kimsede böyle bir kusur aramak selâhiyetini tâşis mazlar, Vergi meselesinden hapsefs mişlerse, her halde hazineye vergi borcu var demektir, Bu noktayı tale, kik ettin mi? N — Her ciheti soruşturdum, Haka« nım! Ne hazineye borcu varmış, ne de «yasukş lara karşı hareket etmiş, Bu adamı çok yakından tarırım. «yasak» lardan korkar.. bütün yüce murlara saygı gösterir, — O halde başka bir suçu olmalı? (Arkası var) , y