29 Temmuz 1932 Teirika No. 137 29 Temmuz 1932 —m mm — —5ç€ o | SEBA MELİKESİ | BELIIS Yazan: ISKENDER FAHRETTİN Enverano asilzadelerin dedikodusundan korkuyordu onun için: “İşte, nihayet bir kadının cazibesine mukavemet edemiyen bir serseri şimdi şehre geldi...,, diyeceklerdi... Fakat, bütün bunlar Enveranoyu bir dakika bile alâkadar etmiyordu. Çünkü Rodit, kendisinin Sur kra- lının sarayından nasıl kaçırıldığını Enveranoya tamamile anlatma- mıştı, Enverano Samın öldürüldüğüne kanidi. Dağdaki Ouzun sarı kayanın dibinde tılısımlı bir nokta vardı. O gün Enverano parmağını o noktaya koyarak dediki: — Bak, burada siyah bir gölge belirirse, zihnimizden geçirdiğimiz kimse ölmüş demektir. Parmağımı bastığım yerde sarı bir gölge pey- da olursa, Samın yaşadığına hük- medebiliriz. Bir kaç saniye sonra, Envera- nponun parmağını bastığı taşın Üzerinde siyah bir gölge belirmişti. Rodit: — Zavallı devlerin babası ölmüş. Diyerek teessürle başını salladı. Tılısımlı taş Rodit için kaçırılır bir fırsat değildi. — Bu taştan, insan, her iste- diğini öğrenebilir mi? Diye sordu. Enverano: — Buraya kadın basarsa cevap vermiyor, dedi, niyetini bana söyle, ben basayım. Rodit biraz tereddüt etti. En- veranodan gizli olarak soracağı bir çok şeyler vardı. Mamafih Enverano öyle her şeye kızar bir adam değildi. Rodit arzularını söyledi: — Beni kalben seviyormusun? Parmağını koy... Bakalım taş ne cevap verecek? Enverano gülerek: — Tereddüde sebep ne?! Diye söylenerek parmağını taşın üstüne koydu. Bir kaç (saniye sonra, taşın Üzerinde hafif sarı bir bulut peyda oldu. Gördünmü, Rodit? Seni ne kadar çok sevdiğimi taş da ispat etti... Dur bakalım! Şimdi de aynı suali ben sorayım: Acaba Rodit beni, benim onu sevdiğim kadar seviyor mu? Bir müddet beklediler. Taşın üstünde siyahlı, sarılı, gölgeler belirdi. yi Bu ne demekti? Rodit'in canı sıkılmıştı. Her halde muhakkak olan bir şey vardı: Rodit şairi daha fazla seviyordu. On günden beri dağda bütün yoksuzluklara taham- mül edişi de bu sevgininen bariz bir delili idi. Fakat, tılısımlı taş neden böyle | şüpheli bir cevap vermişti? Enverano ayni suali bir daha sordu. Taşın üstündeki gölgeler değiş- medil Enverano bakarak: — Demek ki sen beni bazan seviyorsun! Bazan de sevmiyor- sun... dedi. Rüodit hayretle dudağını bü- kerek önüne baktı. Enverano genç kızın kolundan çekti: — Ikide bir şehre inmek iste- yişin de, bazen beni sevmediğine delâlet ediyor. Taş, insanların ısrarını ifşa etmekte çekinmiyor, görüyorsun ya..! Rodit sairin boynuna sarıldı. sevgilisinin o yüzüne Uzun perişan saçlarını okşayarak: — Israil kızları arasında seni benim kadar hiç bir kız sevemez. dedi, Sen Yehovanın en babtiyar bir kulusun! Dağ başında benim gibi bir kız yalnız kuru bir meyva ile avlanır mı? Seni sevmesem on günden keri burada seninle beraber yaşamazdım... — Şimdi, hâlâ şehire gitmek niyetinde misin ? — Bu arzumu gizlemiyorum ki. Taşın yanindan ayrılmışlardı. Kulubelerine doğru geliyorlardı. Enverano yolda kendi kendine eski sevgilisi ile Rodit arasinda mukayeseler yapiyordu. Amerit daha hassas, daha saf yürekli bir kızdı. Rodit'in şeytani bir zekâsi vardı. Enverano, günler geçtikçe Ro- ditten korkmağa başlamıştı. Onu çok seviyordu.. Lüzumundan fazla seviyordu. Enveranoya göre sevğinin hudu- du yoktu. Fakat, dağların şairi, sevğinin bir mağlübiyet olduğunu da bili- yordu. Rodite karşı temayülü arttıkça, bu mağlübiyetin onu bir uçuruma sürükleyeceğini düşünüyordu. Nihayet bir gün Rodit: — “Haydi, beni seviyorsan ar- kamdan gel... Diyerek şehrin yolunu tutacak olursa ne yapacaktı? Arkasından (o çitse, (o hüviyeti mahvolmuş bir mahluk gibi, şehir sokaklarında nasıl dolaşacaktı? Asılzadeler: — “Işte.. Nihayet Süleymanın bir cariyesi onu peşine taktı ve şehre indirdi. Bir kadına muka- vemet gösteremeyen bu serseri, her aile için bir tehlikedir!, diyerek onunla alay etmiyecekler miydi? O şehre inerse ne kadar gülünç bir mevkie düşeceğini; halkın, çoluk çocuğun nasıl maskarası olacağını tahmin ediyordu. Şehre inmek) onun için mezara girmek demekti. Fakat, böyle bir teklif karş» sında ne yapabilirdi? Mukavemet edemezdi. Mademki, Rodit, hergün: — Ben daha fazla aç kala- mam... Şehre inelim. diyordu! Bu arzusunu bir ısrar halinde tekrarlayacak olursa: — “Hayır, ben gidemem. Sen istersen git!,, diye bilecekmiydi? Rodite karşı neden bu derece mağlüp olmuştu ? O Ameriti de çok sevmişti. Amerit'in : —iBeklet Dediği yerde saatlerce bek- lerdi. Hattâ bir gün büyük bir zeytin ağacının dibinde onu güneş batıncaya kadar beklemiş ve grup- tan sonra da, belki gelir ümidile orada uyuyup kalmıştı. Üzümcünün kızını da çılgınca sevdiği halde neden o, kendisine bu derece ıztırap vermemişti ? Enverano sendeliyerek yürü- yordu. Hastalıktan yeni kalkmıştı. Diz- leri mecalsizdi. Rodit, kulübeye yaklaştıkları zaman Enveranoya sordu: — Sevgililerine ıztirap veren erkeklerden hoşlanır mısın? ( Arkası var ) Genç balıkçı, hayatını güçlükle kazanırdı. Her gün, ağlarını de- nize atar; akşama kadar beklerdi. Akşam üstü, ağları çektiği vakit, bunların boş çıktıkları ekseriya vakidi. O gün, iplere asılınca, fevkalâde bir ağırlık hissetti: “— Oh! Pek çok balık yaka- ladım|,, diye sevindi. Fakat az sonra farkına vardı ki, meğer, örgülere yakalanan, balık değil, bir denizkızıymış... Mı- şıl mışıl uyuyan yarısı insan, yarısı balık bir kız.. Saçları yumuşak ve nemli billür telleri -gibidi. Vücudu, fil dişi kadar beyaz, kuyruğu gümüş ve inciydi. Buğazına koyu yeşil yosun limeleri sarılmıştı. Kulakları sedef pırıltısında, odudakları o mercan kızıllığındaydı. Kirpiklerinde tuz tanecikleri ışıldıyordu. O kadar güzeldi ki, genç balıkçı hayran kaldı. Elini uzattı. Ağı kendine doğru çekti. Tam parmakları deniz perisinin soğuk vücuduna değmişti ki, kızın gözleri açıldı. O Çırpınıp kaçmak istedi amma, balıkçı; onu sım sıkı yakaladı. Koyuvermedi. Biçare, korktu. oAğlamağa, yalvarmağa başladı. — Allah aşkına... Birak beni, gideyim. Ben, bir hükümdarın biricik kızıyım. Babam, ihtiyar ve yalnızdır. Lâkin genç balıkçı cevap verdi: — Seni ancak bir şartla bıra- kırım: Şayet, her istediğim sefer su sathına çıkar ve bana şarkılar söylemeği vadedersen. Zira bili- yorum ki, deniz kızlarının sesleri gayet güzel olur. Balıklar, onların şarkılarını dinlemek için üşüşür- ler... Böylelikle, ben de ağlarımı doldururum. — Eğer bu vadi vermezsem gitmekliğime (o müsaade etmez misin? Balıkcı: — Maalesef etmem! - dedi. Bunun özerine, kız, vadetti, Vadini de tuttu. Artık, delikanlı, ne zaman ba- lığa çıksa sandalın kenarında be- liriyor; şarkılar söylüyor, balıkları çağırıyor, eve yardım ediyordu. Fakat, delikanlı çok geçmeden bu güzel sese vuruldu. Balıklar ayağına kadar geldiği halde onları tutmaz oldu. Mest bir halde, sade kızın şarkılarını dinliyor... Âşık olmuştu. Nihayet, günün birinde dedi ki: — Ey benim güzel denizkızım!.. Beni koca diye kabul et. Zira sana gönül verdim. Kız, başını salladı. Cevap verdi: — Senin ruhun insan ruhu. Şayet ondan ayrılabilirsen, (ancak o zaman) sevgine sevgile muka- bele edebilirim. Denizlerin derin- liklerine gider, orada yaşar ve mesut oluruz. Oğlan : — Zaten ruhum ne işime yarı- yor ? Onu göremiyorum, tutamı- yorum, tanımıyorum bile... Saa- dete ulaşmak için elbette ruhum- dan ayrılmağa razıyım. Fakat bunu nasıl yapayım? -diye sordu.- Söyle ! Nasıl yapayım ? Denizkızı : —Ne yazık ki bunun üsulünü ben de bilmiyorum!, Cevabını verdi. Delikanlı düşünceli bir halde sahile döndü. Derdini kime söy- ledise, deli diye ona güldüler. “ Galiba zehirli bir balık yedin de aklını oynattın; böyle hülyalara kapıldın!,, Diyerek onunla alay ettiler. Fakat köyde bir sihirbaz cadı vardı. Balıkçıya, ruhundan ayrıl- manın üsulünü ögretti. Arkasını güneşe dönecek, önüne düşen gölgesini sihirbazın verdiği engerek saplı bıçakla, ayakları hizasından kesecek: — Ayrıl benden ey ruhum! Ayrıl benden ey ruhum! - diyecek. Balıkçı, sihirbaz kocakarının tavsiyesini tuttu, Gölgesini kes- meğe başladı. Ruh, balıkçının bu hareketi üzerine haykırdı: — Ben sana bunca seneler arkadaşlık ettim. Beni niçin ken- dinden koğuyorsun? Ben sana ne fenalık ettim? Fakat o, daha şimdiden ruhsuz bir tunç heykel gibi, (bütün bu yalvarmalara lâkayıt duru- yordu. Ruh, ricanın beybudeliğini an- layınca : —Şayet beni hakikaten kendin- den kovmak istiyorsan kalpsiz olarak yollama. Dünya, fena dün- yadır. Kalbini bana ver. Kalbin benim yanımda bulunsun. Balıkçı, gülümsedi başını sal- ladi: — Kalbim bana da lâzım... Eğer o bende bulunmazsa sev- ğilimi nasıl seve bilirim? Ruh, yalvardı: — Allah aşkına... Kalbini bana ver, zira, içinde yuvarlana cağım dünya çok fena dünyadır... Orada kalpsiz gezersem işim kötü olur. — Kalbim sevgilimindir... Onu nafile yere benden isteme vere- mem... Haydi buradan defol... Sana artık biç ibtiyacım yok... Hem, sen, sevgilimin (sinirine dokunuyorsun. Ve sihirbazın verdiği engerek saplı bıçakla, gölgesini temamen kesti, Ruh, son bir ricada bulurdu: — Hiç olmazsa senede bir kere seni ziyaret edeyim. — Peki.. haydi bakayım... Bir sene sonra, deniz kıyısın- dan, ruh, balıkçıyı çağırdı. Deli- kanlı suların derinliğinden çıktı ve sordu. — Beni niçin çağırıyorsun? — Yaklaş da anlatayım.. Bir sene içinde çok harikulâde şeyler gördüm... Şarkı, garbı dolaştım.. Büyük imparatorun yegâne oğlu kayıptır... Onu arıyorlar. Fakat bulamıyorlar, çünkü öldürüldü. Sen, ona son derece benziyorsun. Gel, oraya seni götüreyim... Hü- kümdar,: seni kendi oğlu sana- caktır ve sen dünyanın en meşhur insanı olacaksın... Balıkçı, omuz silkti. — Şöhret için mi, taç ve taht için mi oaşkı O terkedeceğim?... Aşk şöhrete galiptir. Balıkçı ruhuna omuz çevirerek suların dibine daldı. Aradan bir sene daha geçti. Ruh, gene deniz kıyısına gelerek balıkçıyı çağırdı ve delikanlı su- ların derinliğinden çıktı. Bu sefer, ruh, Hindistana gitti- ğini, orada mihracelerin definesini keşfettiğini söyledi. — Şayet benimle birlikte gelir- sen dünyanın en büyük serveti senin olacaktır!- dedi. Balıkçı: — Aşk, servetten de iyidir! - diyerek gene suların derinliklerine daldı. Üçüncü senenin nihayetinde de, ruh, delikanlıyı çağırdı: — Bu sene o kadar büyük maceralar geçirmedim! - dedi. - Ömrüm, İspanyanın küçük bir kasabasında geçti. Orada her akşam bir meyhaneye devam ederdim. Ispanyol rakkaselerini seyrederdim. Hele bir tanesi var. Yüzünü peçelerle örter... Fakat çıplak ayaklarla oynar... Ufacık, çıplak, beyaz, narin parmaklı, pembe topuklu ayakları, halının üstünde küçük ve beyaz güver- cinler gibi oynaşır... Hayatımda bu derece nefis manzara gör- medim. Genç balıkçı bu sözleri işidince bir tuhaf oldu. Hatırladı ki, deniz kızının oayakları yok... Dans edemez... Bu yokluğun hasretini, boşlu- ğunu duydu. Içinde büyük arzular uyandı: Gidip şu rakkaseyi bir kere olsun seyretmek... Onun güzel ayakla- rına bakmak... Sonra, gene geri gelerek sevğilisile yaşamak... Ruhi: — Haydi! Vakit kaybetmiye- lim! - diye onu teşvik etti. Birlikte gitti... Balıkçı, mini mini güvercin ayaklı dansözle sevğilisine bu suretle ihanet etti. Fakat, hiyaneti- nin vicdan azabını dindirmek için derhal sahile koştu. Sahilde, ilk gördüğü manzara, denizkızının karaya vurmuş olan naşı oldu. Ruhu, intikam hazzı ifade eden kahkahayla gülerek dedi ki: — Bana kalbini ver demedim miydi ?.. İşte neticesi... Nakili: (Vâ-Nü)