21 Mart 1932 Tefrika No. 10 21 Mart 1932 SEBA MELİKESİ BELIIS Yazan: ISKENDER FAHRETTİN Belkıs, vaktile güzel cebel kızlarını toplayıp sarayına götürürmüş.. Ben, ilk defa, ona ait efsaneleri Cemile'nin ağzından dinlemiştim. Evde bizden başka bir kimse yok gibiydi, herkes afyonlu derin bir uykuya dalmış uyuyordu. Ce- mileye dedim ki: — Ya şimdi, bunlardan birisi uyamp ta bizi bu halde görecek olursa...? Cebel güzeli sözümü kesti; — Istersem bir hafta mütema- diyen uyuturum... Bu gece verdi- ğim ilâç yirmi dört saatliktir. Yarın sabah icap ederse tekrar veririz ve ahmakları bir gün bir gece daha uyuturuz, olmaz mı arslanım? Müsbet veya menfi bir cevap veremedim, o, omuzlarımı sıktı: — Olur, de.. Bir gün daha, bir hafta daha, bir ay daha uyut ve yalnız biz ikimiz uyanık kalalım.. de! diye haykırdı." Aman Allahm! O ne şiddetli haykırış, o ne kuvvetli hücumdu? Sanki üzerime yırtıcı bir kaplan saldırmış ta beni didiklemeğe, parçalamağa (başlamıştı. Lâkin Cemilenin ne tatlı bakışı. Ne ahenktar bir sesi vardı!. Kadının sihirkâr nazarları altında erime- mek, mümkün mü idi? Artık, o ve ben. Başbaşa kalmış, afyonsuz ve kıratası hafif rakılar içerek eğleniyorduk. Cemile, cebel (o yamaçlarında yaşıyan bazı arap gençlerinin dillerinde dolaşan tarihi şarkılar- dan birini terennüm etmeğe baş- lıyarak, elile bana işaret etti: — Bu şarkıyı iyi dinle! Ve birden ayağa kalktı.. Çıp- lak vücudunu örten ince bir tülle, parmaklarının üstünde dönerek, mevzun belini sağa sola kıvırı- yordu. Seba şarkısı — “ Seba çöllerinde sürdüğün saltanat seni mesut etmeğe kâfi gelmiyor mu? - Üryan dağları- mızdan topladığın üryan kızları ne yapacaksın? - Başkaları haşiş içtikçe, senin de mi başın dönü- yor ? - Zevkının kurbanı olan dilberler ölünce mezarları belir- siz yerlerde çürüyorlar. - Sarayın kuş tüylü sedirlerinde yatan, ve altın sofalarda rakseden bu se- vimli melekleri ne çabuk unutu- yorsun ? - Belkıs, bir gün sen de harap, ve ( Sargun ) f1) ların ayakları altında çiğnenen bir avuç türap olacaksın ! - Mağrur (1) Asur hükümdar arından olup başı başını yere indir... Ve güneşten parlak gözlerinin şulesini, yerde sürünen o mahlukların o üstünde gezdir! - O vakit, haşişten göz- leri dümanlı kızların meclisin- den kaçıp, bu o bedbahtların imdadına koşacaksın, o Belkıs!- Onlar: Para, depdebe ve haşiş değil, fakat, huzur ve merhamet dilenen zavallılardır... - Belkıs! Onlar, bu çöllerin ve bu cebel- lerin senden evvelki sahipleridir- ler! - Belkıs; Onlara istediklerini verir... Çünkü, onların istedik- lerini hazinenden değil, kalbin- den vereceksin!,, Cemilenin bu terennümü bende (Belkıs: hakkında büyük bir me- rak uyandırmıştı. Otuz asır evvel bu ölkenin namıdar bir tacidarı olan ( Seba ) melikesi Belkısın müdepdep hayatı, bu şarkının ilhamile gözümün önünde canlan- mıştı, Fakat, ne garip şey! Bel- kısın hükümran olduğu bu ölke ile onun esrar dolu hayatı hak- kında hiç de kâfi (derecede tarihi malümata sahip değildim. Bununla beraber, bu şarkı beni tarihin meçhul derinliklerine sevkedecek kadar sihirli bir tesir yapmıştı. Ruhunu kaybetmeden tercüme ettiğimi zannettiğim bu efsaneyi (Cemlie) o kadar güzel terennüm etmişti ki, kendisi bile biran için söylediği sözlerin tesiri altında kalmış.. Mahmur nazarla- rını karşımızda bir keyulâ gibi yükselen cebellere tevcih ederek dalgın, düşünceli, bakıyordu. Böy- lece o ve ben süküt içinde biran yaşadık.. Uyuşan ruhumun artık, bu bü- yülü evde müztarip olmasına im- kân yoktu. Karşıki dağlara düşen siyah gölgeler, güneşin battığını haber veriyordu.. Biz hâlâ o nihayetsiz zevk ve neşe aleminde uçuyor- duk. (Cemile) şarkısını bitirince bana dedi ki; > — Cemal ile Cemile birleşince bak ne gözel vakıt geçiyor. Ak- şam olmuşta haberimiz yok. Şimdi Nurullah efendi uyanık olsaydı, onun çalı süpürgesi gibi sert sakallı suratına baktıkça içim büsbütün kararacak değil miydi ? Hay Allah razı olsun senden.. Bizden çıkıp geldin buraya? Bari Ağ Nis civarındaki köşkünü M. Hendersona tahsis etti Terki teslihat konferansı nisa- nın dördünden on dokuzuna kadar tatil edilecektir. Bu müddet zarfında konferans reisi ve İngil- terenin sabık amele hükümetinin hariçiye nazırı Mr. Hendersonun istirahat etmesi için Ağa Han tarafından Cenubi (o Fransadaki köşkü tahsis edilmiştir. Ağa Han bu müddet zarfında İngilterede (ikamet edecektir. Hendersonun oParise (o gitmesi doktorlarının kararına bağlıdır. ya döneceğim. Asıl kocam San'ada yağ tüccarıdır. Benim burada Nurullah efen- dinin hanesinde ne aradığımı sormak isteyorsun, dağil mi? söyleyeyim, ogörüyorun ki ağzını açacak halin yok. Fakat, ben şimdi seni harekete getiririm, canlanırsın! Evet, ne diyordum?.. ha, Nurullah efendi benim kain biraderimdir. Aynı zamanda da eski aşıklarımdan. Bir ay için San'adan buraya gezmeğe geldim ve biltabi burada misafir kaldım. Anasıl Cebelliyim.." köylerde ak- raba ve taallükatımı görmek için sık sık Menahaya gelirim. Bu izahattan memnun olmuştum. — Şu halde seni San'ada her zaman görebileceğim, değil mi? dedim. (Cemile) bir yaramaz çocuk gibi gözlerini kırparak: — Elbet yâ habibi... Dedi ve tekrar boynuma sarıldı. Ben sordum: — Şu Belkıs efsanesini çok güzel okudur.. Hoşuma gitti. Fakat, niçin müteessir olduğunu anlamak isterim. — Demek ki, merak ettin ha? — Tabii.. Merak edilmiyecek değil ki... — Anlatayım: bu, bende çocuk- luğumdanberi gittikçe (yerleşip kalan çok garip bir histir. Sana'da Cebel'de (Belkıs) a ait ne kadar şarkı ve efsane varsa hepsini ezberledim ve meyus olduğum zaman daima onları terennüm ederek müteselli olurum. Sebebine gelince: Ben alelâde eğlencelerden katiyen zevk duymıyan çok garip hisli bir kadınım. İsterim ki, her şeyde olduğu gibi eğlen- celerimde de bir (o başkalık olsun. İşte bu şarkılardan anla- yorum ki, Belkıs da benim gibi garip hisli bir kadınmış. Meselâ Sanadan birkaç gün daha ileride olan (Seba) ülkesinden kalkıp cebele gelir ve güzel cebel kız- larını toplayıp sarayına götürür- müş. Sonra haşiş içirir ve çıp- lak vücutlarını seyrederlermiş... Her gir bir hikâye Ekseriya, hikâyemi önce, fıkramı sonrayazarım. Bugün aksi oldu. Evvelâ, üçüncü saifede okuduğu- nuz “fen kurbanı mı?, isimli fıkrayı yazdım. Hikâyeyi ondan sonra yazmak istedim. Sebebi de, o mevzuun beni son derece ala- kadar etmesiydi. Hâlâ da tesirin- den çıkamadım. Bahusus, sonra- dan araya ilâve ettiğim bir cüm- leyi düşünüyorum: «Güzel bir genç kızın yüzündeki hafif kılları alacağız diye, yanaklarına, ilelebet kapanmıyacak iğrenç yaralar açtılar.» Hayatıma ait intibalardan bi- rinin hülâsası olan bu cümleyi fıkramın ortasına yazdıktan sonra, başka bir mevzuda, bahusus neşeli bir mevzuda kalem oynat- mak imkânını kendimde göre- medim. Bu bahsettiğim genç kız kom- şumuzdu. On yedi, on sekiz yaşlarındayken kendisile flirteder- dim. Zazet pek güzel bir kz olduğu için, arkasında dolaşan delikanlılar eksik değildi. Gelinlik çağa geldiği için, bir zengin tüccar, bir mühendis, bir de avukat onu istemişti. Lâkin, uyu- şulamadı. Diğer bir kısmet bek- leniyor. Bense, onun flirtinden ziyade arkadaşıyım : Çocukluğumuz be- raber geçti, herşeyi, açıktan açığa konuşuyoruz; dertleşiyoruz. Bir gün annesile birlikte, Şiş- li'de bir ahbaplarının evine misa- fir gitmişler, orada bir mutahas- sıs demiş ki: — Küçük hanım! yanaklarınız- da, çenenizin altına doğru, zait tüyler var. Bunlar olmasa, güzek likler bir kat daha artacak. Geliniz, kıllari alıvereyim. Ve: — Sakallı hanın olurmu ya?...- diye, sözde birde alay etmiş. Bir genç kız için, “ sakallı, tesirini vermekten daha korkunç ne olabilir? Bizim Leylada, fena ürkmüş, geldi olup bitenleri bana anlattı: — Canım, vaz geç! - dedim. - nesi sakal? Bunlara ayva tüyü derler. Sana fena gitmek şöyle dusun, bilakis yakışıyor sarışınsın. Etme! eyleme... — Senin gözlerin bana çocuk- luktanberi alışık olduğu için yü- zümdeki kılları ayva tüyü rüyorsun, halbuki, yabancı gözler beni sakallı görüyorlar. istemem aldırtacağım. Nuh dedi, peygamber demedi. Ertesi günden itibaren, mütehas- sısına devam etti. O gülerde, benim de bir seya- hata çıkmam lâzım gelmişti. Ana- doluya, sonra da Rusya'ya gittim. Avdetimde bizim ev başka semte taşınmış. Leylâ'yı ogöremedim. Sormak ta aklıma gelmedi. * Nihayet, gazetelerden birine intisap ettim. Bir gün, almak için idare odasına gan, Birde ne bakayım ? Leylâ... Arkasından tanıdım. İsmile seslendim. Döndü! Aman yarabbi 1... Ne olmuş bu kız?... O güzel Leylâ bu hale mi gelmiş ? Yüzü, ustura yarası gibi çılk bir yarayla kaplı. — Şükür görüştüğümüze... Na- sılsın ? Burada ne arıyorsun... Fakat geçmiş olsun! Nen yar? Anlattı: Bizim gazetede, daktilo aran- dığına dair bir ilân intişar etmişde onu takip için gelmiş. Mâve etti: Kendisini hiç bir işe almıyorlar- mış. Halbuki iki lisana aşina imiş. Ecnebi mektebten şahadetname- limiş. Daktiloyu herkesten daha çabuk yazıyormuş. Sonra, yüzündeki yaralara dair, bezgin ve. utangaç bir halde iza- hat verdi: — Tüylerimi aldırırken açıldı. Derim yanmış, yaralar kapanmak bilmiyor.... Tahkikatta bulundum: Yaralar asla kapanmazmış. Genç kızın güzelliği (o ebediyen o mavolmuş. Bittabi, evlenmiyormuş. Bir yerde çalışmaya can atıyormuş ama, iğrenç yüzlü diye hiç bir işe de almıyorlarmış. ek lam nedi Bu vak'a aynile cereyan etmiştir. i 5 (Vâ- Nü) Emlâk a Nemi Üzüntü ve zahmet çekmeden Çok irat almak isterseniz Emlâkinizin idaresini UMUM EMLÂK ACENTESİNE tevdi ediniz! Bahçekapı, Taş han No. 20-21-22 Tejefon : 20307 — Posta kutusu: ö03 İstanbul daima yukanda gezerdi. Çok mağrur | beş on gün kalda eğlenelim, — Kendisi bir şey içmez mi bir adamdı. zaten bende on gün sonra (San'a)- | imiş? (Arkası var) Tetrika No 37 21 Mart 1939) Ferit heyecan “içinde, salonda, ğunu farketti. Bu iş, gari nede şire arkada göründüler ve Ahmet Profesörün kulağına buna mü- LEKE Aşk, macera ve fen romanı Nakili: O(Vâ- Nü) Hasta bakıcılar, on beş gün evelden eve yerleştiler. Başları olan hastabakıcı, sancının tuttuğunu ve doğumun yaklaştığın farkedin- ce, Ahmet Ferid'in hususi oto- mobilini profesör “ B.. ,, paşaya ebe Nezihe hanıma gönderdi. Onları, gece yarısı getirtti. Evin bütün elektrikleri, donan- ma gecesi gibi yandı. Ne olur ne olmaz diye, iki taksi tutuldu. Emre amade olarak bahçede bekletildi. Denizci zade ile karısı, yatak- larından (o kalkarak (o giyindiler. Oğullarının yanına gittiler. Ahmet beş aşağı, beş yukarı dolaşıp duruyordu. Doktorla ebe, lohusanın yanında fazla olarak kimsenin bulunmasına müsaade etmemişti. On dakikada | bir, bir hasta bakıcı, odadan dışarı çıkıyor, ve oSamime'nin sıhhat haberini kocasile kayın peder ve validesine | getiriyor. & Onlarda, Nişantaşı'ndaki konağa telefonla aynı haberi devrediyorlardı. Zira, oradakiler de, son derece merak ve heyecan içindeydiler. Selma hanımefendi, ber mutat rahatsız olduğu ve o esnada kıriz halinde ıztırap çektiği için, Meh- met bey, de oğullarıda Vesime'nin evine gidememişlerdi. Doğumdaki vaziyet, doktorların söyledikleri dereçede mükemmel cereyan etmeyordu. İlik muayeneyi müteakip, profesör “B.... paşs, İ betti. Oda, gitti. Zira, bundan evvel doğurt- tuğu bunca çocuklarda tesliğin bu şekline hiç rastlamamıştı. Gayri tabiilik (o üzerine, ebe Nezihe hanımın da nazarı dikkatini cek gördüğü manzara karşısında hayrette kaldı. Fakat ikisi de, gayri tabiiliğin çocuğun hayatı üzerinde tehlike (teşkil edemiyeceğine kanidiler. Aşağıda toplanan aile, doğum işinin niçin bu derece uzadığını merak ediyorlardı. Hasta bakıcı kadınlardan birinin aşağıya her inişinde onu sual tufanına maruz bırakıyorlardı. Bir seferinde, yarım saat kadar İ havadissiz kalındı. Bunun üzerine, Ahmet Ferit, fevkalâde telâşe ve endişeye düştü. Doğum odasına girmek üzere, merdivenlere doğru yürüdü. Tam bu esnada, profesör “B..,, çocuğun gayri tabii doğmuş oldu- arm paşa önde, baş hastabakıcı hem- a A İL e Ferit beyin lohosa odasına girme- sine mani oldular. Biçare delikanh nefes nefese yalvardı: — Allah aşkına söyleyin, paşa.. Ne oluyor? Aşağıda helâk olaca- ğız:.. Karım nasıl? Profesör: — Hanımefendi pürsıhhatl- dedi. — E, peki?... Kendisi kurtuldu. - diye “B...,, Paşa çevap verdi. Doktorun yüzü solgundu, fakat, solgunluğu, yorgunluktan meydana gelmiş hissini veriyordu. — Çocuk? — Çocuk berhayat... Oğlan... Ahmet Ferid'in ve onu takiben merdivende biriken akrabasının ağzında bir hasret oavazesidir koptu. — Nerede çocuk ?.. Kendisini görebilirmiyiz ?... Bize gösterin çocuğu 111... masil kesik cümlelerin yüzlercesi birden çarptı. “B...,, paşa, daha sarardı. içinde bir hüzün duydu. Zira, aileyi tanırdı. Onun servetinin, şere- finin, ümitlerinin ne olduğunu bilirdi. Fakat, elden ne gelirdi ki? Aheste aheste geri döndü. Hasta bakıcıya bir jest yaptı: — Çocuğu göstererek! - dedi. Çıplak vücudu tenteneli kumaş- lara ve nihayet bir kürke sarıl- mış olan çocuğu, Ahmet Ferit'e yaklaştırdılar. OO esnada, bütün ailede çocuğu gördü. Bütün sıhhat ve afiyet alamet- leri, çocukta göze çarpıyordu. Buna rağmen, çocuk, kendisine bakan üzerinde anlaşılması müm- kün olmayan bir tesir bırakıyordu. (Arkası var)