GÜNÜN RÖPORTAJLARI Ticaret Doktorluğu Kurbanı Bir Genç Kız or . 117: wn muayeneha nesi. Bekleme odasndayız. ılıklı iki kanepe. Ortada bir Odanın ötesine berisine miş (sandı oda Müşterile dolu... Kanepede İhti - Yar bir kadınla, beş Tında genç bir kadın oturuyor... Genç; kadının yüzü Yanaklarınd asl bir harabe... aşağı, çenesinin al tına kadar, kipkırmi anık bir et yığı Dudaklarından eline kadar, güzel, parlak bir cilt, iki güneş gibi Lu göz, bir çehrede İki büyük tezat teşkil e- diyor... Kanepenin yanındaki san dalyede orta yaşlı bir Ermeni ka- dınl oturuyor. Kanepedekilerle konuşuyorlar: — Küçük hanımın yüzü neden yanmış?. Genç kadın muztarip, cevep vermemek için başını çeviriyor; ihtiyar elemli bir sesle anlatıyor, d mül edemedi... Biz önce, e kıllari almağa teşebbüs ettik... Fak oğda yaptıkça tüyler çoğaldı.. Kızım, cımbızla çekmeğe başladı... Duha beter old şumuz Kom- bir hanım bir doktoru sağlık verdi, gittik... Bize bir mer- 1 verdi, bir hafta sonra gelin dedi... Tam alti ay bu doktora m ettik, bir avuç dolusu dok Doktoru ik... Bu eski doktorun ro- rini görmek İste Verdik, olm; dedi. ir faydası Bu yoktur... Si soymuşlar, Beni dinler hude baş vurmayınız. delerin fazla ifrazat yar ileri gelir, tedavisi de yoktur De ağda ile almağ B iz mü e rıldık.. Fakat genç kız bü... Böyle güzel yi çirkinleğ- tiren bu belâya kerşı lâkayt du- rabilir mi?.. Ona sordu. buna s0r- du, bir başka doktoru s8 diler... Bilmem kaç hanımı iyi - leştirmiş... Ümit bu... Biz de baş vurduk... Ah keşke o doktoru, din orada gittik. bili tedavidir, dedi. Ben buna elektrik tedavisi yapa » cağım... On beş günde bir defa ge- leceksiniz... Bu tedavi size elli b- 1 olur.. Eğ rebilirseniz, tedaviye başi Vakti halimiz yerinde değile Fakat kızımın derdine çare bul - mak için buna da razı olduk.. Ev de, eski bir Bu i onu sattık, pi nıslım da üç & zere anlaştık Tedavi altı bir netice çıkm da gi raya m nın nısfını peşin, sonra vermek ü- devam etti... Hiç adı.. Bizim paralar n dayanamadı: — Peki, doktor buna karşılık ne dedi?.. Ne diyecek, kılların kökü çok derinde, dedi... E Zi fazlalaştırırsam, yözünün yan ması ihtimali var;... ben bu şekil- de tedavi edeceğimi sandım, kıl ların bu kadar derinde olduğunu bilemezdim.. — Vah, vah... Sonra.ne oldu da, kızcağız bu hale geldi i sinirli odada dolaş dı... Belli, bu hikâye. nin anlatılması bile âsabını bo- suyordu. İhtiyar devam etti. Bir ğlunda bir tuvalet salo- larını yaptırırken, O - rada yüz masajı yapan bir mada- ma rast gelmiş. Yüzündeki kıl ları görünce: — A, kızım, yazık değil mi, bun ları neye çıkartmıyorsun, demiş... O da başından geçenleri anlat - miş... — Kızım demiş... Altıncı daire- de doktor Kaç kişi Bin yüzünden bu kılları çıkardı. Üç defa elektrik tedavisi yapar, © kadar bu dertten kurtulursun. Sana adresini vere - yim, benim gönderdiğimi söyle... Zira herkese yapma — Bunu yapmak için ne ister... — Yüz lira... sen de ölünce Madam, mini saymış. Ku: vinçle eve geldi. Anna, artık kurtuluyorum.. dedi... Avrupadan yeni bir dok - tor gelmiş, üç defa elektrik yapa- rak bu kılları alıyormuş. Hattâ e linde Fransız akademisinden bir de şâhadetnamesi varmış... Yalnız h yapmak için yüz lira ister- tedavi sayesinde kur- m o akşam-se- mış... Y göce düşündük, taşındık, yüz rayı tedarik için, misafir odasın- daki eşyayı satmağa karar ver - dik.. Ertesi gün kizim doktora, ben de tellâla gittim, Tellât oda- Pabuç pahalı amma! şağıdaki | satırları, “Vakıt,, refikimizde Fikret Adil ka- ralıyor: “— Mağaza (o camekânlarında, son gilnlerde gayet iç çekici eş- yalar var: Hemen hepsi Avrupa mamulâtı, Yedi buçuk liraya kra- vatlar, dört buçuk liraya çorap- lar, otuz dört buçuk liraya ayak- kabılar!...., Bana kalırsa, bu eşyalara “Iç cekici, yerine “İç sızlatıcı, veya “Göz korkutucu, sıfatları daha fazla yaraşır... “Yedi buçuk liralık kravat, , idam ipinin asri lügatteki muka- bili olsa gerek. 455 Wiralık çoraplar da, ayağa giyilenler değil, başımıza örülca- e galiba! lm papacun pahalı oldu- #unu da bilmiyor değildik. Fakat 34 buçuk liralık papaçlar ai su, iki ayağınızı bir papuca © ” maya da ramı olsak, yine iki ya kamız bir araya gelmez! Fikret Adile gelince ©. pi lerlerle devam edi- yazısına şu cüm) - 4 YO amet İnönünün son seyahatin- çapa senede 15 lira ka- “liler bulunduğunu öğ- mİ Senede 15 lira kazanç. vi 34 buçuk liraya Papuç.» a Fikret Adil, bu satırları yazdık- de, memlekette dak! eşyaya elli lira verdi, diğer elli lirayı tamamlamak için de, sandıkta kızıma çihaz olarak ha- zırladığım işlenmiş eşyadan bir kısmını sattım... Kizm o akşam sevinçle geldi... — Anne, artk kurtuluyorum... dedi.. Bu doktor müthiş bir adam... Bana kurtardığı kadınların fotoğ- raflarını gösterdi... Yüzlerinde bir tek kıl bile kalmamıştı.. Hülâsa doktor elektriği (o yaptı yaptı amma, kızımın yüzü de işte bu gördüğünüz hale geldi... Yavruca- ğımı mahvetti... Allah belâsını ver sin... B* defn da ben dayanama - dım: — Doktoru mahkemeye verme diniz mi?.. dedim... — Ah sormayın, doktor kurnaz, dedi,. Tedaviye başlamazdan ev- vel, kızımdan imza aldı, eğer yü- zünde leke kalırsa, dava etmiye- ceğine dair bir senet imzalattı... — Parayı bari tamamen öde- da peşin aldı... Genç kadın artık sabırsızlanı- yordu Anne, bunu her yerde böy- le anlatmasana.. Ben doktora kimseye söylemiyeceğime de söz vermiştim... Zavallı, cahil kızın yüzüne aci- yarak bâktım...” Ermeni madam, hikâyenin sonunu da merak edi- yordu: — Peki bu doktora niçin geldi- niz? — Şimdi de bu yanıkları teda- vi için çare srıyoruz... Acaba, bun irrite Au arya buna da bir baş vuracağız. İçimden mırıldandım.. Ki bütün gençliğini, güzelliğini mah vettikten sonra, şimdi son kalan ekmek parasını da bu yaraların ine sarfetmek... İçerden doktorun zili çalındı. Hastabakıcı, yanık yüzlü genç ka dınla ihtiyarı içeri soktuktan son ra salonda bir uğultu başlamış - tı... Ben faciamn muhakemesini dinlemeğe lüzum görmeden çık - tım... Ticaret doktorluğunun, bu çirkin safhaları karşısında, içim sızlıyarak dudaklarımı büktüm... tan sonra, bu İki rakam hakkında bir makale yazmaya yeltenmiş, Fa kat izaha çalıştığı anlaşılmaz se- bepler yüzünden, bu makaleyi yaz maktan vaz geçmiş. Bence böyle davranmakla büyük bir isabet gös termiş. Çünkü o, iki rakamın yan ana gelmesinden daha belâgatli bir makale yazmaya kalkışsaydı, dostumu papucu büyüğe okutur- dum!,, * “Patron, lar ve biçim Fikret Adil yazısına devamla: “— Ben, diyor, bu pahalı şeY- lerin niçin satıldığını düşündüm, ve buldum: Form, yani hiçim me- selesi...... Biz niçin güzel biçimli eşyalar yapamıyoruz? Meselâ niçin, yerli elbiseletimiz, Avrupadan gelenler kadar biçimli değil?.. O elbiseler, hep “Patron., lar üzerine kesildi- ğine göre, “Patron,, ları biçimli kesmek, dünyanın en kolay işi değil mi?,, A iki gözüm, “Patron,, ları bi- çime sokmak umduğun kadar ko- lay bir İş mi? Biz “Pa'gon,, ları kesmekten vaz geçtik, onlar bizi yüzmesinler kâ- Gi * “Zarfçılık,, usulü ile “Şu havadisi de “Cümhuriyet; Gurbet didi denilen en iyi cins Ha lep yağı toplamak için aşi- retlerin yayıldığı çok semiz, çok kokulu, sıcacık otlarla kaplı Ba - har çöllerinde dolaşıyordum. Yolum kasabaya uğradı. Bir roma harabesi üzerine yeni- den kurulmıya başlanan bu çorak Badiye limanında mutasarrıf es- ki bir mektep arkadaşım çıkmış - tı. Hukukta beraber akumuşuz. İş- sizlikten, eğlencesizlikten, sohbet- sizlikten bunalıyordu, yakamı bı- rakmadı. İmkân olsa hükümet konağında ki odasına da benim için bir ma sa koyduracaktı çalışma saatle - rinde de karşılıklı oturup İstan - buldan bahsedecektik. Uzakta ka- lanlar için İstanbulun kajdırımları bozuk değildir, sokaklarda çamur ve süprüntü yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez. Mus luklarından Terkos yerine kevser akar, sersemletici lodosu ilik bir buse, dişleyici poyrazı birserin ne- festir, Bilhassa çölde onu konuşur- ken hep beyaz yelkenlerin ka: gittiği şurup renkli denizler, ze gibi şıkırdıyan pınarlar, çinar ve çitlenbik gölgeleri, çilek tarlaları, fulya bahçeleri, tüy gibi ince kadın lar ve ağızlarından şekerleme ka- dar tatlı sözler dökülen kızlar gö rürsünüz. Yalnız görmezsiniz. dokunursu. nuz, tutarsınız. kucaklarsınız da.. Kokusunu duyar, tadını alırsınız. Leylâk dalları yüzünüze sürülür gi bi olur; kadın bluzlarının kabarık. Jığı, sanki elinizin altına girer. Bu hatırlayışlar o kadar canlı- dır, özlüdür ve sonu o nisbette &- cıklıdır, fütur vericidir. Bereket ki, ikide bir çölde aşi- ret kavgaları, kanlı vakalar olu- yor, diyet işleri çıkıyor, mutasar- rf ara bulmiya, fikir yatıştırmıya gidiyordu. Bazan beni de beraber götürü » yordu. Sesi * Her gittiğimiz aziret şeyhinin ai... veler, bize kuzular kesiliyordu. Yere sıralanmış kocaman ler lerdeki kös gin kokulu kirli entar akbaba sürüsü gibi saldırıyorlar, öyle, didikliyerek, bizi tiksindire- rek yiyorlardı. Kuzular ise gözel postlarından sıyrilımez demin, kır. daki o iştiha verici tombullukları- ni, temizliklerini kaybediyorlar, kay namaktan etleri kemiklerinden ay- rılmış, yağları deşilmiş, çirkin bir şekle girerek el sürmeden öğürtü veriyorlardı. GAZETELER ARASINDA refikimizde okudum: “Adem isminde biris'nin on li- yasını “Zarfçılık,, (2) suretile aşır- maktan suçlu Hüsam, mahkemeye verilmişti, Argo lügatinin “Zarfçılık,, tâhi rini, mânasını İzaha lüzum görme den kullanıldığına bakılırsa, Cüm- huriyet refikimiz karilerini bütün bu usullere vakıf farzediyor. Ce- ridenin bu gafleti yüzünden, şim- di bu havadisi okuvacak olanlar, birbirlerine şu sunli soracaklar. dır: “Acaha Hüsam, Ademin parası. ni nasıl aşırdı. “Kapalı zarf usu- lü,, ile mi? ek a Karadenizde yeni limanlar “Son Posta,, refikimiz: *.— Bugün, diyor, Karadenizde, “Haziran, , “Temmuz, , “Ağan tos,, tan baska “Liman, bulunma- dığını söyliyenlerin iddinları ta mamen yerindedir!,, İşte gazetecilikte atlatmak diye buna derler, Karadeni: “Tem- muz,, , “Haziran, ve “Ağustos, adında tam üç tane liman ya; mış ta, “Son Posta,, dan başka hi birimiz haber alamadık! Refikimiz, bu yazısında; “.- Eğer, diyor, koleksiyonla rımzı o karıştırırsak, dün batan Milletten evvel, bir çok Millet'le- rin Zonguldak ve Ereğli sahilleri- Hikâyeleri KREP Yazan: Refik ........e Halid erer! Kaoynundan boyuna akrep çıkartıyordu emir verdi — Çağırınız Ebu Areb'i! Hâlâ lenger başmda deve ke miği yalamakla uğraşan bir bede- yiyi gorla yerinden kaldırdılar, üs Mi yirtmeşii Bö SRTAPI vardı, murdar, delik deşik bir pa- çavra. Belindeki kuşi sik- mıştı. O entari karnının taşdığını fazl altında, görüyordum. — Emret ya Emiri Dedi, Fakat yağlı ağzı komik - ten kalan et liflerini dişlerinin a- rasından çekmekle, ayıklamakla, ezmekle meşguldü. Bir emir daha... Bedevi bize baktı, Sonra elini koynuna soktu, i bir şey aradı, tuttu, çıkardı: İri bir akrep... Bekalit cigara ku- sıntıy iliğinde, o sertlikte, o renk- te bir akrep. Bu skrebi tekrar göğ- süne koymadı. Yere de atmadı: sol kolunun üstüne, çıplak etine oturt- tu, Hayvan şöyle hir get zehirli kuyruğunu, tabii sevkile, büktü, vücudünün üzerinden aşırdı, getir- di, kolun bir tarafına sokacakmiş gibi hırsla uzattı. Fakat vaz geçti, tekrar çekti, çe- virdi ve uslu uslu, kulaklarını kıs- mış, dertop olmuş. bir tavşan ür. kekliğile eski halini buldu; âdeta uyudu. Gözlerim dört açılmış ba- kıyordum. Ebu Areb. elini yeniden entari- sine sokmuştu. Bir akren daha cr kardı, Bir daha çıkardı İrili ufaklı, açık sarıdan tutunuz da koyu renklilerine, kuzguni si- yahlarına kodar, her elini atışında bir tane yakalıyor. koluna, omu - zuna, boynuna diziyor, diziyordu ve her defasında yeni çıkan akrep, il- ki gibi, evvelâ bir sokma hareketi Yapıyor, fakat kuyruğunu ete tam ne gömülmüş olduklarını rüz! Tarihçi M. Turhan Tan'a tele- fonla sordum: Koca üstadın bile, Ereğli, ve Zonguldak limanında batmış Millet'lerden haberi yok. Yoksa “Son Posta,, refikimiz, bütün bu taze haberleri koleksiyonların. daki tarihi tefrikalardan mi çıka. riyor? gü: yaklaştırınca kendini toparlayıp duraksıyor, dönüyor, sakinleşiyor- te. Nimet bedevi onları şatranç oyununda taş değiştirenle- rin düşünceli, temkinli hap Setile vırsr birer yerlerinden kaldırdı. bi rer birer entarisinin arasma yer » leştirdi. Bir müddet. kuşakla bel arasında bu entarinin. içinden ki mıldandığını, kıvrandığını, kaba“ rıp indiğini gördük. Akrepler, rmi- hakkak çıplak ten üzerinde kavil krwl alıştıkları yerlerin! arıyor- lardı, Sonra bu da yatıstı. — Çadırını görünüz! Dediler. Ebu Areb'in sayhası; herkesinkinden oldukça uzakta, ki ya eteğinde idi. Önümüze düştü, bir hayvanat müzesi müdürünün arkasından gider gibi şaşkın, dü « şünceli, oldukça ürkek ve iğrep- me halinde idik. Beyaz fareler ve kobaylarla dolu bir seram mües- sesesinden çıkmış kadar vücudü- muzda ürperme ve genzimizde yay, ekşi bir koku duyuyorduk. Bedevinin kuşağı arasından düşü verecek bir akrebe basmak ihtima- lile önüme bakıyordum; belimde benim de yürüyen bir şeyler. göğ- süme, boynuma doğru tırmanmı « ya çabalıyan kıskaçlı, yarı tüylü ayaklar vardı. Ebu Areb, kayanın başına gitti. Gelmemizi bekledi. Sonra taşı, u- sulca, altındakilere bir zarar ver« memiye çalışarak kaldırd. Yu- muşak ıslakça toprak üstünde bir karidis sepeti dolgunluğu ve kay- naşması sezdim; vicil vicil bir has reket.. Bedevi, kanarya kalesinde yumurtadan yeni çıkmış yavruları gösteren bir kuş meraklısı neşesi » le, gurürile:. — Zıgar! Zıgar! Dedi: Küçükleri! Küçükleri! Artık seyredemedim: bizi bekli- yen mutasarrıf flâmah otomobile doğru. bükümetten medet umar, ona sığınır bir adam ümidile, o te- 'âşla koşmıya başladım Önüme şeyh çıktı, — Bu Allahın belâsı melân heri. fi hiç akrep sokmaz mı? diye hay- kırdım. Sükünetle: — Bir kere soktu idi. dedi, fa- kat soksir sokmaz akrep öldü!