SONG - GİANG KORSANLARI | Korkunç dalgalar ku- cağında bir gün.. | Korsanlığın tüyler ürpertici bir sahnesi Rüzgâr şiddetini artırmış, dal- galar yükselmeğe başlamıştı. Song Yıang, Tonkin körferinde çalka- mayardu. İkinci kaptanla beraber güver- tede dolaşıyordum. Bu, lâciverd elbiseli, sırma şeridli mavi kas- ketli ve çok esrarengiz bir gençti, Bıyıkları matruştu. Muvazene » mizi muhafazaya çalışıyordu. Bü- yük bir dalga — gemiyi şiddetle sarstı ve bizi karşıki parmaklığa kadar attı. Ne hava! Ne deniz!... Hong Kong'a kadar çalkanacağız galı- ba. Demekten ve pardesüme sarıl- maktan kendimi alamadım. — Merâak ötmeyiniz. İki saate kadar rüzgâr geçer, dalgalar da sükünet bulur. GCeminin ön tarafına gelmiştik. Güvertede Çinli — yolctların çok sağlam bir demir parmaklığa ay- rıldıkları dikkat nazarımı çekti. n mevkle geçmeleri im - bırakılmamıştı. Parmaklığın öbür — tarafında, parça parça elbiseli birçok Çin - liler, Çinli kadınlar vardı. Kucak-| larındaki mini mini bebekleri em-| ziriyorlardı. Parmaklığı işaretle: | — Bu zavallılara vahşi hayvan-| lar gibi muarele edilmesinin se- bebi ne?. Diye sordum. Kaptan cevab ver di: — Korsanlık henüz — bakidir. Bunlar, gemilere yolcu diye gi - cerler, Sonra birdenbire müret - tebalın üzerine hücum — ederler. Buna mani olmak için ihtiyatlı hareket etmek moecburiyetinde - giz. — Yok canım! Bunlar -beyhu- de korku olsa gerek... — Hayır! Hayır Dedi ve geminin gittiği istika nete yol alan bir kayığı gösterdi. Bu büyük bir yelkenli idi. Beyaz bir marti kuşu gibi dalgalar üze- rinde süzülü Şüphesiz bir kaçakçı kayığı İçindekiler de kaçakçılardan baş- ka değil. Bunlar, lüzumunda kar- sanlık da yaparlar. Hindiçiniye si-| Bötürürler. Mukabi - Tinde kız çocuk alırlar. Kız çocuk mu? Bunları ne apacaklar? Şantoz parlar, Toönkin'de hayat çok pa- halıdır. Ve çocuk, fakir — aileler için büyük bir yüktür. Bunları satarlar. Bülüğa ermiş erkek bir çocük beş kuruşa satılır. Güm - Tük bu satışa mâni olmak için e- linden geldiği kadar çalışır. Pa « kat beyhude... Kaçakçılar, kaçak-| çılıktan para — kazanamadılar mi korsanlık yaparlar. — Silâhlari var mı?: Sahile yakın adacıkları göste - rerek cevab verdi: Şu adacıkları görüyor mu - sunuz? Korsan kayıklarının sığı- nak yerleri orasıdır. Silâh depo - | ları da oradadır. Seri ateşli küçük topları, makinelitüfekleri, mitral- yözleri vardır. Kayıkların bazı - larında sekiz top bulunur, bazıla- rının üzerinde İmparatorluk ar - ması göze çarpar. Fakat korsan- lar toptan, mitralyözden ziyade hileye müracaat — ederler, sahte yolcular vasıtasile gemileri ele ge- çirirler, Akşam oluyordu. Dalgalar ha- fiflemişti. Sordum: — Hiç böyle bir taarruza ma- ruz Kaldınız mı?... Birdenbire kolumu tuttu, müh-| tez bir sesle kulağıma fısıldadı: — Song - Giangi... Birlikte bara girdik. Çinli gor- sonun getirdiği viskiyi içerken anlattı: — Üç sene evvel henüz müli zimdim. Bulunduğum — geminin bütün anbarlarını Hayfong'da dol- durmuştuk. O gece komiserle be- raber >mek - yedik. Bir hayli viski, uu içtik. Ben epeyce sar - hoş olmuştum. «Gözlerimi açtığım zaman ken-i dimi pis bir meyhanede sarhoş bir Annamlının yanında buldum. Bu- raya nasıl gelmiştim. Hatırlıya - muyordum, Saatime baktım. Sekiz| gösteriyordu. Bulunduğum gemi altıda hareket edecekti. Hemen dışarı tırladım. Koşarak rıhtıma geldim. Gemirin muayyen saatte harcket ettiğini öğrendim. Fran- saya avdetinden evvel yetişebil- menin imkânı yoktu. «Bu çok fena bir şeydi. Her halde kumpanya hoş görmiye - cekti. Esasen acenta da kenı bir iş bulmamı nezaketle tavsiye etti. «Limanda bulunan Fransız ban- dırab . Söng-Giang — vapurunun ikinci kaptanı kazaen anbara düş- müş, yaralanmış. — Vapur ertesi gün Hong Kong'a hateket edecek-| ler. Kaptan arıyorlar. Müracaat ettim. Süvari büyük bir v nuniyetle kabul etti. Bu fe çok seviniyordum. «Süvari çok iyi bir adamdı. Vü cudü şarab fıçısına — benziyordu. Çin sularını pek iyi biliydrou Çok| da cesurdu. Gemiye bir hayli yük, elli ka - dar da Çinli güverte yolcusu al- dık. Yolda Süfren manına uğra- yacak, kömür yükletecektik. Bu- rada zengin madenler vardır, İda- re eden de üç Avrupalıdır: Bir maden — müdürü, bir güm - rük memuru, bir de mu- hâfız. - Buraya gemiler çok en- der uğrar, Süvari limana — girer girmez kendilerini gemiye davet etti. «Sofrada, sağında şişman bir sarışın kadın, solunda esmernce bir, m - idü- kız... mütenasib bir vücudü, par- lak çakır gözleri vardı, Babasına: | Burada sıkılıyor. mu?. Dedim. Hayır! Alışıktır. Esasen bü- tün çocukluğunu burada geçirdi. Şehirde hiç bulunmadı desem ca- iz, Çok saf, çok cesur bir kızdır.. «Yemekten sonra evlerine ka - dar kendilerine — refakat ettim. Yüksek bir tepenin üzerindeki küçük bir köşkte - oturuyorlardı. | Ertesi gün sabah kahvaltısına da-| vet ettiler. Çünkü öğleyin hareket edecektik. *O sabah hava çok — güzeldi. Genç kız, sadakor ve kolsuz bir rob giyinmişti. Kendisini pek se- vimli bulmuştum. Hoş bir vakit geçirdik. Vapurumuz, yükünü ta- mamile alamadığı için h:ı:ekzün! tehir mecburiyetinde kaldı. Öğle- den sonra yine köşke gittim. Genç kız yalnızdı. Pek mültefit davra- nıyordu. Gözlerinden ateşler sa - çılıyordu. Az sonra kollarını boöy-| numa sardı, dudaklarını uzattı. «gece yine köşke gittim. Ka - pıda bekliyordu. Vücudü baştan ayağa titriyordu. Ancak sabaha | karşı gemiye dönebildim. Saat se-| kize doğru limandan çıktık. Çok | yorulmuştum. Kamarama gidip biraz istirahat etmek istedim. 4#Fakat, kapıyi açınca ne gör - sem beğenirsiniz?.. Genç kız, ya- tağıma uzanmış, yatmıyor mu?.. Şaşırdım, kaldım. — Sonu yarın — Küfaiarz’ın Sathı Üzerinde yaşadığımız kürenin mesahaj sathiyesi 610,000,000 kilo- metre murabbaldır. Fakat meş- hur Kutub kâşiflerinden Sör Her- ber Wilkin'e göre bunun 5,000,000 kilometre murabbar henüz meç - huldür. Bu meçhul, yani henüz keşfo - lunmamış arazi nerelerdedir?., Ce- nubi Amerikada, büyük bir kıs- mı Patagonyada; Asyada, Tibette ve cenub ve şimal kutublarında- dır. Yeni Radyomuz Yeni Ankara radyosu 29 ilk - teşrin sabahından itibaren faali- yete geçecektir. Bu münasebetle yeni radyonun | tecrübe neşriyatı her gün devamlı bir şekilde yapılmağa başlanmış- tır. Bu neşriyat her gün öğle üzer- leri yapılmakta şehrimizde rad- yosu olanlar dinliyebilmektedir - ler... Bu vaziyet teşrinlevvelin 15 ine kadar devam ederek hergün öğle wakitleri tecrübe neşriyatı yapıla-| cak, 15 teşrinlevvelden sonra da sık sik günün diğer saatlerinde icra edilecektir. 29 teşrinievvel günü sabah saat 8 den itibaren de İstiklâl marşı - mızla ve onu takiben Başvekil ve- ya Nafıa Vekilimizin hitabesile Tesmen neşriyata başlanacaktır. Ayrıca bu münasebetle yeni radyo merkezinde bir de tören yapılacaktır. Neşriyat o günden ertesi sabaha| kadar bilâfasıla devam - edeceği Bibi, istasyon Cumhuriyet bayra- mamızın 3 gününde de 22 saat neş- riyatta bulunacaktır. YARI ŞAKA ——— M — AA ? AAAT —SON TELGRAF —30 EYLÜL 1938 ——— —— — -YARI CİDDİ Vallahi Holivuda gittim, diyo- rumdahalâinanmıyorsunuz! Yapmacık bahçelerdeki kokulu ağaçlar, rengâ- renk, çeşid çeşid güzel kadınlaa insanın içi açılıyor.., Baktıkça (Dünkü sayıdan devam) — Eğer vaktin varsa gel de be- raber birer kahve içelim!. de - dim. İtizar edeceğini umuyor - dum. O ısrara meydan birakma- di bile: — Hay hây... € Dedi, bir sıçrayışta pencere « | 10 dakika bile geçmeden masa - | mızın etrafına — sıralanan dı;uxl erkekli yıldızların sayısı 15 i bul- du. Aralarında kimler yok! Bir kaçını sayayım bari: Sa - ğımda Rober Taylor, onun yanın- da sırasile, Hanri Gara, Çarles Boyer, Katerin Hepburn, - Mari den içeri atladı, geldi masanın başma oturdu. Keşke oturmaz olaydı... Sokak tan her geçen yıldız pencereden bir ona, bir bana bakıyor: — A... Siz burada mısınız' Ne iyi, ne iyit... Diyor, haydi içeri dalıyor, ma- sanın başına yerleşiyor. Tanrı sizi inandırsın, Rober Taylorün yanıma oturuşundan | Sığınacak yer bulamıyan adam Yılbaşı sabahı ne beğenirsiniz İsveç gazetelerinde ismile resmile kendisinden bahsedilerek sütün sütün yazılar yazılmış! İngiliz gazetelerinin uzun uza- dıya bahsettikleri adamın mace - ralarını bu gazetelerden — hulisa ederek «Son Telgraf» da yaz - maktadır. Uydurma bir. takım şirketlerin hisse senedlerini sü - rerek birçok zenginlerin p alan £ hanededir. Başından geçen lgri oradan y gazetede naş kadar an- kları 4 Danitısis ka bandıralı bir vapura ateşçi di- ye girerek kendini nasıl Döni markaya attığını ve orada çiftliğe girerek aylanca merkezinde idi. Spiro birç ler gezmiş, görmüş, fak markada iasladığı insanlar kadar iyi kimselere tesadül etm söylüyordu. Yeni gelen gazetelerinde - Spironun macera- sının alt tarafı da çıkmıştır. Bu- nuda şöylece hulâşa etmek kabil olacak: Spironun Danimarkadaki çift- likte geçirdiği ve kendisinin mem bir kaldığı YA miyetle bahsettiği hayatı uzun sürmemiştir. Fakat gitgide ora - nin polisi ” Spiro hakkında bazı | şeyler beslemeğe başlamıştır. Bu- nun üzerine Danimarkada artık | rahat edemiyeceğini anlıyan Spi- To bir an evvel oradan da kaça - rak başka bir yere gitmeği mu- vafık görmüştür. Düşünerek en iyi bir, yer olarak kendine İsveçi bulmuş vö vakil geçirmeden he- men İsveçin pavıtah* *tok- holme gitmiş ge len bir bangı safatile onun evine gitmiş, orada gün ge çirmeğe başlomıştır Fakat yılba- şı yortusunda Idi ki Spironun içi- ne yeniden bir takım üzüntüler, kuruntular dolmuş, yortu gece - sini sabahâ kadar uykusuz geçir. HIRSIZ Senenla ca orijinal romanını Sor Telgral'da okuyacaksısız Herhalde başına yeniden - bir takım fena şeyler gelecek diye düşünüyordu. Kendisi bunu şöy- le anlatıyor: *O geceyi uykusuz geçir - dim. Sabahleyin erkenden yata- ğımdan çıktım. Giyinerek sok: ğa gittim. Biraz gerinmeğe lü - zum görüyordum. Sokaktan bir de gazete aldım. Elime gazeteyi alır almaz birdenbire neye uğra- dığımı şaşırdım. Gazetenin birin- ci sahifesinde hep benden bah - sediliyordu. Meraklı bir macera şeklinde beni yazıyorlardı. Gaze- tede bir takım ehemmiyetsiz ha- vadislere yer vermektense beni anlatarak okuyucuların merakını celbetmek daha muvafık görül - müştü. Bunu yazanlar kapalı bir çok şeyler de uydurarak büyüt- “tükçe büyütmüşlerdi. Kendi hak kımda ne yazıldığını okudum. Ban den pek tehlikeli bir adam diye bahsediliyordu. Bu asırda ben - den daha tehlikeli adam bulun - mazmış. Benim İsveçte olduğum Zabıtaca hemen öğrenildiği için (Devamı 6 incı sahifede) Glori, Şarli Şaplin, Sonya Hen Klark Kabi, Ramon Nuvaro, Gre- ta Garbo, Villi Friç, Danyel Dar- yö ilh... Hepsi sahte garsonun elinden birer yalancı kahve içtiler... Soh- beti koyulttuk. Düşündüm.. Böyle fırsat nadir ele-geçer... Şimdi şu yıldızları böyle topluca etrafıma sıralan « miş bulunca: - Eh.. dedim, gazeteciliğin sı- rası, böyle bir röportaj fırsatı değme meslektâşın eline geçme- miştir... Hikmet Feridun Esin ku- lakları çınlasın. Sualleri fikrimde sıraladım. Kalemi kâğıtı çikardım. Yıldızlar, birbirlerile şakalaşma- yı bıraktılar, gözlerini bana dik- tiler, merakla süzmeğe başladı - lar. İlk suali Robert Taylora sor- düm: —Bay Yıldız... Size bir şey sö- Tacağım! Rober Taylor, — düdaklarının yyan taraflarında iki derin fakat Sevimli çirgi meydana getiren bit gülüşle sırıttı; cevap verdi: — Buyurun sorun! — Sinemaya nasıl geldiniz? Nasıl muvaffak oldunuz? Yıldız olmak - iştiyakile — kavrulanlara tavsiyeleriniz nedir? Bütün yıldızlar ellerini çırptı - lar, hep bir ağızdan eski mahalle mekteplerinde ebced okur gibi söylendiler. $ — Aman bu, ne güzel sua Rober Taylor önce bana: — Hoppala... Der gibi bir baktı. Sonra ça - tındı, yıldız arkadaşlarına yalan- cıktanmış gibi bir hiddet tavrile baktı. Anlattı: — Nasıl mı yıldız oldum. Din- let Sonra kulağıma eğildi fısıl - dadı — Bunu sade sana söylüyorum hat.. Sakm yazmağa filân kalkış- Müteakiben yüksek sesle an - latmağa koyuldu: — Ben aslen Hotantoluyum!... Hani ekseri kabileleri yamyam 0- lan şu meşhur Hotanto var yat., | İşte oralı.. | Çocukluğumu — hatırlıyorum... | Şipşirin bir zenci yavrusu idim.. Kıvır kavır saçlı, tokmak biçimli bir kafam, yumurta gibi dışarı fırlamış, akı karasının 8 misli simsiyah gözlerim, her biri birer parmak kalınlığında, biri yerde öteki gökte vişne çürüğü dudak- larım vardı... Bir gün oraya filim çevirmeğe gelen bir kurapanyanmı - rejisörü beni görmüş; adaman görüşü kuv- | vetli... Benl değiştirirse ne ya - man bir yıldız. olacağımı da - ilk | Bgörüşte kestirmiş, beni yanına çağırdı. Gittüm. Tıpkı benim o zamanki parmaklarıma benziyen bir çikolâta verdi. Adam eti zan- nettim.. İştiha ile ısırdım. Çiko - lâta ağzıma sıvaşınca fena halde sinirlendim, tepinmeğe, ağlama- ğa, ciyak ciyak feryat etmeğe başladım. Beni güç halle susturdular. Si- nirlerimi yatıştırdılar. Uzatımı - | | | yalım, rejisör anam, babamla pa- zarlığı uydurmuş, derken efen - dim bir kaç gün sonra beni aldık: ları gibi vapura attılar. Ver elini Amerika dediler, buraya getirdi- ler. Her sene rengim biraz açılma- ğa, her yaş değiştirdikçe bendeki zencilik eserleri birer birer kay- bolmağa başladılar. Üç sene evvel işte bugün gi düğün hali aldım. Robert Taylör durdu, soluk al- dı.. Bütün yıldızlar avaz avaz bağırıyorlar... Sarışınları vaktile kömür gibi zenci olduklarını, en yakışıklıları, en güzelleri eskiden çopur, aksak, sarsak, salak filân olduklarmı haykırıyorlar... Rober Taylör onlara tekrar çı- kıştı: Durun yahut... Daha sözlerimi bitirmedim. Bu, birinci — sualin sevabıydı, iki tane daha var. Doli olmak bir şey değil, mari- fet saçma bilmede derler. Ben, Holivuttakilerin deli, zır deli ol- duklarını filimlerde gördüklerim den kestirmiştim ama, Rober Taylörün bu kadar saçma bildi- ğini aklıma bile getirmemiştim. Rober Taylor devam etti: — Nasıl muvaffak olduğuma gelince tıpkı eksi Osmanlı vezir- lerinden Sokullunun yaptığı gi- bi... O nasıl Çarın sefirinin tave siyelerini dinler sonra aksini ya- parak muvatfak oldu ise ben de rejisörün — söylediklerini — kuzu kuzu dinler, sonra keçi keçi ak - sini yapardım... İşte böyle muvaf fak oldum. Dinleyici yıldızlar kahkahalar- la gülüyorlar, meleme, keçi tak - Hdi bağırma sesleri yalancıktan gazinoyu — çın çın öttürüyordu. Rober Taylor sözü yürüttü: — Yıldız olmağa teşnelere tav- siyelerime gelince: Onlar da şun- lar: Beyaz perdeye heves saran gençler evvelâ çıldırmalı, sonra sinirlerini kaybetmeli, daha son- ra abuk sabuk söylemeyi becer- meli, olur olmaz şeylere aldırma- malı, deryadi! olmalı, en mühim- mi'de taklitten sakınmalı, kendi icad edeceği sevimli bir hali per- dede dün; tanıtmağa, sevdir- meğe çalışmalı... İşte hepsi bu ka- dar. Salondaki gürültü ayyukk çı- kıyordu. Bunu — görünce- Rober Taylorun son tavsiyelerinin sa - hiciliğine inatır gibi oldum.., Birdenbire kapıdaki sahte gar « son,haykırdı: — Çocuklar... Kaçın.. Meş'um hayalet geliyor.. Etrafımdaki yıl- dızlar çığlıklar kopara kopara, uvcı görmüş serçe sürüsü gibi he men sir oldular. Yalancı gazino- da benden başka sahici kimse kalmadı. Kapıdan beyaz bir beze bürünmüş, bir hayalet girdi. A- ğır, korkunç adımlarla üstüme gelmeğe başladı.. Biraz yaklüşıme €a tanıdım, bu, Boris Karloftu. Acaba yalancıktan cadı kılığına mı girdi demeğe kalmadı, geldi, ©, kuru kafaya benziyen suratın. da berbat bir sırıtış ile ilerledi. & Bir elini kaldırdı. Bana: — Seni boğacağım! - Adım adım geriliyor « dum.. Ben geriledikçe o, tuhaf bir taarruz - ric'at nümu « nesi meydana getiriyorduk. O ilerledi, ben geriledim, o ilen ledi, ben geriledim... Nihayet ya- lancı gazinonun — duvarına da - yandım. — Hayalet — kılıkli ris Karlof bana sokuldu, ku » ru iskelet elini boğazıma - sardı, beni bir silkeledi, oradaki pens cereden sokağa fırlattı. KDevamı 6 incı lerliyor, * Beli