e eee İ AA BK «Son Posta sın Tarihi Tetrikams : 115 SÜMER YILDIZI TÜNÇCANY Yazan : Celâl Cengiz Tanzer yıldırımla vurulmuş gibi müthiş bir sarsıntı içinde bağırdı: 'Son Posta ,, nın tefrikasıt 72 151 numaralı şehit (Ertuğrul faciasına karışan aşk macerası) Yazan : A.R. Fener gardiyanı fener müdürünün odasına nefes nefese girdi: - Bir takım korkunç adamlar geliyorlar. Hepsi de yarı çıplak.. Her tarafları kan içinde.. Diye bağırdı Pek çoklarının, ayakta duracak halleri| ve vücudu yaralı olan Türk bahriyeli- kâlmamıştı. İçlerinde, denizin ve mü-|sini derhal harekete getirmişti. O bit temadi yağmurun iliklerine geçen rü-|kin halinde bile başını dimdik kaldıra" tubetinden, yaralarının ıztırabından i-|rak, elini göğsünün üstüne koymuş: nim inim inliyenler vardı. — Ben.. Türk.. Türk.., Adım.. Re- Manzâra, son derecede feci ve ha -/ceb onbaşı.. Sürmeneli, Receb onba - zindi. Aklı başında olan, ve düşüne- cek kadar dimağ kudretine malik bu- lunanlar; o kadar sevdikleri arkadaş - larının ve bir mâbed gibi bağlı ölduk- ları (Ertuğrul) un parçalanmış, tâ Tücür olmüş vücudları katşısında, Vd göz yaşları döküyorlar: TL Koşbi'biz.de, boğolup zizeydik de, bu hali görmeseydik. Dü söklüilredürin. Fakat; bütün bu tesirler, beyhude idi. Artık olan olmuş; iş işden geçmiş- ti. Tabiidir ki, burada daha fazla duru- lamazdı. Açlık ve susuzluk artık son hadde gelmişti. Yaralıları da bir an ev- wel bir yere yerleştirerek bunların te- davi çarelerini düşünmek elzemdi. yi amma, nereye gideceklerdi?.. Haydar beyin aklına, yalçın kayala- rın üzerinde dimdik duran fener ku- Tesi gelmşiti. — Hadi arkadaşlar!.. İstikamet, fe- ner kulesi... Yavaş yavaş, kayalara tırmanalım. Emrini vermişti. Yürüyemiyecek derecede yaralı o- lanlar, sağlam arkadaşlarının sırtına yükletilmişti. Sekizer onar kişilik mubtelif guruplar halinde hareket e - dilmişti. Bu dik ve yalçın kayalar arasında yol yoktu. Bin müşkülât ile ayak ba- sılabilecek yerler bulunuyor; büyük Zahmet ve meşakkatle tepeye doğru tırmanılıyordu. Kazazedelere ilk tesadüf eden, (Tomakichi Takano) isminde, (Kasi- nozaki) li bir köylü idi. Oldukca mü - nevver ve hâdisâta meraklı olan bu Zzat, gece, deniz tarafından müthiş bir taraka işitmiş.. bunun sebebini merak ettiği için o gece uyumıyarak — sabâhi beklemişti. Ortalık- ağarmıya başlar başlamaz, derhal dar patikalardan in - miş; fenere giderek oradaki mühen - disten meseleyi tahkik etmek istemiş- ti. Fakat, yarı yolda; bir çok yerleri ya- ralı bereli olan, ve ayakta sarhoş gibi n!l.ınar. uzün boylu bir adama rastgel- mişti. İyi kabbli Japon köylüsü, bu:kor » kunç halli uzun boylu adamdan az çok bir ürküntü hissetmekle beraber, der- bal yanına gitmiş; onu isticvab etmek İstemişti. Fakat bu zavallı adam, uzun uzadı- ya cevab verecek halde değildi. Söyle« diği bir kaç kelime ise, Japon köylü - sünün ömründe işitmediği bir lisanla söylenmişti. Bu zeki adam; karşısındakinin, bir Felâket kurbanı olduğunu anlamakta gecikmemişti. Bâhusus bir gün evvel Tokyo gazetelerinde okuduğu bir yazı aklına gelmişti. Bu yazıda, üç aydan- beri Japonyanın misafiri olan Türk bahriyelilerinin, bütün — Japon milleti Üüzerinde bıraktıkları şerefli ve dostâne hatıralardan — bahsedildikten — sonra, Türk gemisinin İstanbula avdet etmek üzere Yokohamadan hareketi bildiril - mekte idi. Bu Japon köylüsü, vâkıa Japonya - 'nın misafiri olan Türkleri görmemiş - ti. Fakat, Japon gazetelerinin Türk mi- safirleri hakkındaki sık sik neşriyatım dikkatle takib her Japon gibi, onun kalbinde de Türklere karşı bir muhabbet husule gelmişti... Buna bi- naen, Kasinozaki'li Japon köylüsü, parmağının ucunu, o kazazedenin göğ süne dayıyarak: g.. Türk.. Türk,., Diye cevab vermişti. Japon köylüsü, bu sözlerden yalnız bir şey anlamıştı. Evet, tıpkı düşündü- gü gibi, karşısında bir (Türk) vardı. Japon Takanoa, derhal Türk Receb onbaşının koluna girmiş.. onu köyü - ne doğru sürüklemiye başlamıştı. Sürmeneli Receb onbaşı, gemi bat- tığı zaman, ilk denize dökülenlerden biri idi. Bir hayli kayalara ve ankaz parçalarına çarparak- vücudunun bir çok yerlerinden — yaralanmış olmakla beraber; mes'ud bir talih onu en evvel |karaya sevketmişti. Bu Türk bahriyelisi; karaya ayak basar basmaz, vazifesini hazırlamış - tı. — Her halde, bu civarda bir köy | vardır. Gideyim, bu felâketi haber ve- reyim. Köylüleri, arkadaşlara yardıma davet edeyim, Diye mırıldanmıştı... Gecenin o derin zülmetlerine rağmen, o yalçın kayaları tırmanmıştı. Açlık, uykusuzluk, yorgunluk, ve kazanın âsâbı üzerinde husule getirdi- ği sarsıntı dolayısile, bir kaç defa bay- gınlıklar geçirerek; ortalık ağarırken, ancak, kayaların üstündeki düzlüğe wv:ııx'ıılmiş“ işte orada, Kasinozaki - den, fenere giden patikanın üstünde, Japon köylüsü (M. Tomokichi Taka- İno) ya, rastlamıştı. (Arkası var) — TadiTak e l Demişti... Bu bir tek kelime, kalbi Kızınız ve oğlunuz yaşıyorlar Mellâ! Bu, Sumerlilerin eski âdetlerinden biri idi. Baskınlarda da böyle halkı boru- larla haberdar ederlerdi. Şimdi herkes övlerinin damlarına ÇK o lPtak sülkmdlelen aha rıyordu: « — Ey sulara hâkim olan ulu mâ- but! Sen bizi boğarsan, her yılın ilk baharında sana kim kızarmış giyik ve Balık eti getirecek? çoluk çocuğumuzla bizi boğacak olursan, Fıratta yapayal- nız kalacaksın! Bak, şimdi bütün eller sana uzanmış.. seni çağrıyor.. ve sen: den imdat bekliyorlar. Sen Bizi bu felâketten kurtarırsan, her yıl sana ver- diğimiz hediyelerin on misli fazlasını vereceğizln Suların ve dalgaların kulağı olur mu hiç?1.. Fırat bütün dehşet ve şiddetile gür- leyerek akıyor ve şehre sür'atle yayı - lıyordu. Tanzer şaşırmıştı. Felâket gündüz başlamış olsaydı, |belki Ur dağına çıkmak mümkün ola- caktı. Fakat, gece karanlığında, bu müthiş baskından nasıl kurtulup ka - çacaklardı?. Ortalığı sular kapladıktan sonra Damların üstünde sabaha kadar bek- lediler. Soğuk çıktı.. Üşüdüler.. Titrediler. Fırat taştıkça taşıyor, coştukça cor şuyor ve ortalığı baştan başa sular kaplıyordu. Artiık Ur şehtinde birer katlı bina- lar ve küçük kulübeler görünmüyor - du.. Hepsi su altında kalmıştı. Sumerliler yurda bir felâket geldiği zaman mabetlere koşarlardı. Halbuki mabetleri de sular basmıştı. Yerliler evlerinin damlarından yere gidemiyorlardı. Sabah olmuştu. Ortalık aydınlandıkça felâket bü - tün dehşetile gözönünde büyüyordu. Yağmtır dinmişti. Fakat, yağmurun dinmesi, orta- lığın aydınlanması niye yarardı artık?. Halk bu dehşetli manzarayı gördük- ge: i — Keşki gecenin karanlıklarında boğulup gitseydik.. Yurdumuzu bu halda görmeseydik.. Diyordu. Felâket çok büyüktü. Bütün erzak ambarları, çarşılar, pazarlar, dükkânlar.. her şey su altın- da kalmıştı. Kral Gudea bile sarayının üst ka - tında çoluk çocuğile bir odaya kapa - nıp kalmıştı. Ne bahçeye, ne de saray önündeki meydana inmek kabil değil- di. Sarayın muhafızlar dairesi bir kat - lıydı.. Ve bütün hayvanlarile birlikte su altında kalmıştı. Ölenler, dam altından — çıkamayıp boğulanlar sayısızdı. Tanzer gibi odunlardan sallar yapıp bir TÜRK TICARET BANKASI —— aa canını kurtaranlar az değildi. Fakat, belliydi ki Ur şehrinin yarı halkından fazlası su altında kalmıştı. Şimdi bütün Sumerliler bir tanmı.* dan yardım istiyorlar, bir tanrıya yak varıyorlardı, Fırat mabudu.. Uzun yıllar vardı ki, Sumerliler böyle bir felâketle karşılaşmamışlar * di. Herkes salların ve damların üstün” det bağrışıyordu: «Ulu mabut! Fıratı coşturan, bizi su altında bırakan Ur hâmisil Bizi s#en neden perişan ettin? Yurdumuz su altında kaldı.. Çocuklarımız, ihti « yarlarımız. boğuldu. Maheullerimiz, yuvalarımız perişan oldu. Sen bize yardım et! Bu müthiş felâket dinsinle Sular coşkundu.: Ve Fırat kulaklarını tıkamıştı. Suların sesi, her sesin üstünde gür lüyordu. Fırata, halkın iniltisini duyurmak imkânsızdı. Ağlıyanlar, kendini suya atanlar, yıkık çatılar ve çökmüş duvarlar al « tında kalanlar hesapsızdı, Ur şehri mahvolmuştu. O artık tarihe göçüyordu. * Tarihin malı oluyordu. Salların üstünde dolaşan bir mena» di, sağ kalanlara Gudeanın şu buy - ruğunu ilân ediyordu: «Felâketten canını kurtaranlar, su- ların üstünden yüzerek, şebrin batı kapısında toplansınlar. Kapıyı kırıp, orada biriken suları çöle dökeceğiz ve (Nipur) şehrine gideceğiz.» Bu sesi duyanlar odunlara sarıla « rak, su üstünde bocalıya bocalıya şebs rin batı kapısına doğru ilerliyorlardı. O gün öğlene doğru elbirliğile ka * pıyı kırdılar.. Sular öte tarafa geçince, çöle doğru akmağa başladı. Ve kapının önünde toplananlar ya- rı bellerine kadar sü içinde oldukları halde Nibur yolunu tuttular. Şehri basan sular batı kapısından çöle doğru yayıldıkça, istilâ sahası ge' nişliyor ve - derinlik azalıyordu. Ne yazık ki şehir baştan başa su ak tında kalmıştı.. Artık Urda uzun müd- det oturulamazdı. Duvarlar yıkılıyor, bahçeler ve sokaklar bataklık halini a hyordu. Tanzer, karısı Tunçay — ve Nâraşın gözdesi Mârayı bir sala bindirmişti.. Kendisi de salı yederek batı kapısın * dan dışarıya çıkarmağa muvaffak ok a muştu, Şimdi arkadan bir büyük sal daha geliyordu.. Kral Gudeanın salı. Bu sahn üstünde beş kişi vardı: (Arkası var) Nöbetçi Eczaneler Bu gece nöbetçi olan eczateler şımlardır: İstanbul cihetindekiler: Aksarayda; (Sürim). Beyazıtta: (Asa « dor), Fenerde: (Emilyadi). Şehreminin « de: (Hamdi). Karagümrükte: (Kemal), Samatyada: (Rıd (Asaf). Eyüpte: ( de; (Aminasya). Kü si), Alemdarda: (Sırrı Asım), Bakırkö- yünde: (İstipan). Beyoğlu cihetindekiler: İstiklâl caddesinde: (Galatasaray) — ve (Garih). Galatada: (Hidayet). Kurtu - luşta: (Kurtuluş). — Maçkada; — (Peyzi). Beşiktaşta: (AlI Rıza). Boğaziçi ve Adalarda: Üsküdarda: (İzkelebaşı). Sarıyerde: (04- matı). Büyükadada: (Şinasi Rıza). Hey- belide: (Halk),