BÜYÜK DENİZ ROMANI Şahin Yavrusu “ — Uğursuzluğun sebebi anla- şıldı. Gemide Bu niçin böyle olmuştu? Bun- da bir uğursuzluk vardı!... Keşke Avlonyaya uğramasay- dı!... Fakat iş işten geçmişti artık!... Kolu ve şakağı fena halde sız- hyordu. Fakat onun bunlardan daha çok, daha derinden ve ya- man bir surette ağrıyan başka bir yeri daha vardı: Kalbi... Arkadaşlarının zorile kuman - da köşkünde, bir sedire — uzandı. Ayı Mustafa onun yarasını ve ko- hunu sarıyordu. Ağrıları biraz ha- ffleyince istemeksizin gözleri ka pandı ve daldı. Ali Reis sedire uzanırken Ka - ra Yusufa: — Gemiye sen kumanda et!... 'Doğruca İnebahtıya gidiyoruz. E- ğer dalarsam ve düşman görünür- se beni uyandırın!... Leventlerin rahatlarına iyi bak!., demişti, Halbuki gemideki leventlerin çoğu Kara Yusufu bir türlü çeke- miyorlardı. O gün Glorya ile çar- pışmaktan çekindiğini — gösteren sözleri, Tosun, Yavuz, Ayı Musta- fa gibi gözü pek babayiğitler'n de hoşlarına gitmemişti. Ona karşı duydukları kıskançlık duyguları - nın düşmanlık derecesine çıkması için küçük bir bahane yetecek gi- biydi. ... GEMİDE BİR KADIN VAR?... »» Kara Yusuf şimdi Gloryaya ilk rastladıkları zamana göre daha rahat ve üzüntüsüz görünüyordu. Sanki büyük bir korkuyu — atlat- mıştı. Ali Reisin hemen İnebahtı- ya dönmek lâzım geleceğine dair olan fikrini çabucak kabul etmiş- ti, Zaten en büyük ve biricik ku - suru da böyle hislerini gizlemenin yolunu bilmemesi idi; yiğitliği ka dar da saf bir kalbi vardı, Böyle harap bir halde bile ol - »salar, arkadaşları hâlâ döğüşmek, Gloryayı kürekle kovalamak, ya- kalamak, öç almak — istiyorlardı. Bu şüphesiz pek akıllıca bir hare- ket olmazdı, fakat onlar kafala- rından ziyade içlerinde kayınıyan korsanlık duygularına uyan kim « selerdi. Kara Yusuf Ali Reisin yanm- dan ayrıldı. Gemide, lâzım gelen — emirleri verdi, nöbetçileri koydu, feneri söndürttü. Dümeni dosdoğru ce - nuba çevirdi. Forsaların yanma i- nerek Vardiyana çıkıştı: — Çabuk, daha çabuk!.. Fakat kürekçiler çok — yorgun idiler. Hattâ içlerinden bir kısmı kendilerini daha yorgun gösteri - yorlar, belki de gem'nin böyle sa- kat bir halde açıklarda uzun za- man dolaşmasmı, bu sırada — bir Venedik gemisine rastlıyarak zap tedilmesini, kendilerinin de kur - tarılmalarını umuyorlardı. Lâk'n kamçılar şaklıyor, bu fe- na niyetin önüne geçilebiliyordu. Bununla beraber, kürekler ne kadar hızlı çekilse gene güzel bir rüzgârla şişen yelkenlerin kuvve - tini gösteremiyor, ve gem'yi ileri #üremiyorlardı. Kara Yusuf güverteye çıktı. Orada herkes ümitsiz ve bitkin bir halde, yer yer uzanmışlardı. Ötede beride ağır yaralıların sa - bir kadın var!,, yıklamaları, inelemeleri duyulu- yordu, Kara Yusuf vaz'fesini tam ve eksiksiz olarak yapmağa çalışı- yordu. O srada genç bir levent koşa - rak onun yanına geldi: — Su deposu delinmiş!... — Ne diyorsun ... — Vallahi delinmiş!.. Gittikçe boşalıyor... Deli Mehmet biraz ötede, uzun kılıcına dayanmış, dalgm düşü- nüyordu. Bu sözleri duyunca he - men doğruldu. Haberi getiren le- vende sokuldu: — Yavaş söyle!... Arkadaşlar duymasınlar!... Çabuk, — beraber gidelim... Delik acaba nerede?... Üçü beraber gittiler. Depo, dümeni kıran gülle ile delinmişti Fakat bu delik ufak ve bir çatlak halinde idi. O zamana kadar da suyun yüzde doksan be- şi boşalmıştı. Fakat artık azalmı- yordu. İyice baktılar ve deliğin depo- nun dibinde olmadığını anladılar. Demek ki su, güllenin açtığı yara- ya kadar inmiş ve orada kalmıştı. Eğer gemi fazla sallanmazsa bu miktarı muhafaza edecekti. Kara Yusuf; — Bu su bize ancak iki gün ye- ter!... Halbuki İnebahtıya bir haf tadan evvel varamayız!.. Dedi. Deli Mehmet tasdik - etti sonra şunları ilâve etti: — Eğer fırtına olursa hem bu sular biraz daha dökülür, hem de deniz suyu içeriye girer ve bu su - lar da işe yaramaz bir hale ge - lir!... Avlonyaya uğramak lâzım gelecek, Halbuki bu halle oraya uğramak bizim için ne ağır ola- cak!... —Evet, Avlonyaya uğramaktan başka çare yok. Orada depoyu ta- mir ettiririz. — Uğramaya sıkılmadıktan son ra yalnız depoyu değil, gemiyi de eski haline koyabiliriz. Hep'miz kemerlerimizi boşaltırız, geminin parasını da ekleyince bol bol ye- teri... KaraYusuf bu fikre bir — türlü yanaşmak istemiyordu: — Olur ama, orada uzun zaman kalabilir miyiz? Tamirleri İne- bahtıda olduğu gibi yapamayız... Bana kalırsa herhalde oraya dön- meliy'z. Avlonyda su depomuzu düzeltir ve doldurursak yeter -sa- nırım... Deli Mehmet tuhaf tuhaf Kara Yusufun yüzüne baktı: Az daha: — Senin gözün hep geride... Diyecekti, Fakat kendini tuttu. Kara Yusuf ta onun bakışlarında- ki mânayı anlamıştı: — Bununla beraber, gene ne yapılacağını reis bil'r.. Ona haber verelim... Leventlere sonra söyle- riz!... Diye ilâve etti. Geriye döndükleri zaman üç dört adım ötelerinden bir gölge - nin yavaş vavaş uzaklaştğını, mer d'venden çıkarak leventlerin ara- sına karıştırığını gördüler. Acaba onlarım konuştuklarını duydu mu? (Devamı yar) HABER — Alşam Postast ——— Saylâv seçimi (Baş tarafı 1 incide) lüğü memurlarından), Ali Rıza (İstanbul sıhhiye müdürü), Ali Rıza (18 inci mekteb müdürü), Ali Rıza (Mili saraylar idaresi), Ali Rıza Vidin (Vidin eczanesi sahibi), Aziz (Emniyet müdür- |lüğünde), Asaf Nuri Bozok (Li- man şirketi muhasibi), Bahaddin | (Bahriye mütekaidi), Baha Kâ. mil (Belediye iktısat Ş. mürakibi) Bedia (Kız orta mekteb müdürü), Bedri (Avukat), Bedriye (Orta mekteb muallimlerinden), Canib (Sigorta memuru), Cavid Uras (Mütekaid binbaşı), Cavide (Teş- vikiye No, 21), Cemal (Piyanko memurlarından), Cevdet Kerim (Fırka umumi idare heyeti aza- sı), Emin Şükrü (Doktor), Enis Osman, — Esad (Bursa saylavı), Eşref (Belediye hukuk iş. müdür muayini), Ethem Akif (Doktor mütekaid), Fahire (Üniversite - de doçent), Faik Sayar (İş Ban- kası memurlarından), Fehmi (Ka pıcılar cemiyeti kâtibi), Ferid (Müderris), Fikri Oran (Tayyare piyanko müdürü), Suad Sarp (Gümrük memuru), Fuad (Be- şiktaş spor klübü reisi), Hatice Güney (Muallim), Halil Kara- mızırak (Mütekaid Dr. maarif sıhhiye müfettişi), Halid Naci (Dr. Tabibi adli), Halim (Müs- kirat idaresi —memurlarmdan), Halit (Sulh mahkemesi başkâti- bi), Hamdi Rasim Metin (Tüc- car), Haydar (İstanbul maarif müdürü), Hayri (Gazhane me - murlarından), Hasan Cemil (Say- lav), Hükmü (İtiraz komisyonu azasından), Hüsnü (Belediye in- şaat şubesi müdürü), İbrahim Fehmi (Hakimiyeti Milliye mek- tebi müdürü), İclâl (Anadolu a- jansı memuru'), İhsan Namık (U- mumfi meclis azasından), İhsan (Akay işletme muavini), İsmail Hakkı (Baro başkâtibliğinden mütekaid), İsmet Gönen (Zür- radan), General Kâzım Özalp (Büyük Millet Meclisi Başkanı), Kıymet (Muallim), Lâmia Refik (Kadınlar birliği — azasımdan), Mahmud Alçıtepe (Piyanko me- murlarından), Makbule (20 inci ilk mekteb başmuallimi), Maz- har (Muallim), Ahmed Azmi Günay (Komisyoncu), Mehmed Emin (Fırmcı), Mehmed Emin (Sünnetçi), Meliha Esad (Nüz- hetiye caddesi), Mustafa Kara - kadı (Milli saraylar idaresinde), Muvaffak (Anadolu ajansı müdü- rü), Münir (İstanbul icra dairesi memuru), Naciye (24 üncü ilk mekteb başmuallimi), Nafiz (Bey- | koz kundura fabrikası daire mü- dürü), Nail (22 inci mekteb baş muallimi), Nail Halid (Eczacı), Neş'et (Belediye varidat müdürü) Nuri (23 üncü mekteb müdürü), Nuri (Odun kömür tüccarı), Nu- ri Demirağ (Müteahhid), Osman Baysal (Havagazı şirketi memu - ru), Receb Ferdi Takay (Dok - tor), Receb Nuri (Maarif me - muru), Refik (Dr. Saylav), Rem- ziye (Orta mekteb mualimlerin - den), Rüştü (Ziraatçi), Salih (Mütekaid askeri memur), Saf- fet (Galatasaray lisesi şube mü- | dürü), Sami İstanbul telgraf mü dürü), Salâhaddin (Tuhafiye tüc- car), Seyfeddin Meral (Maliye den mütekaid), Suad (Erkânı harb miralay müt eaidi), Süley- man Receb (Eczacı), Şakir (O- dun kömür tüccarı), Şaziye (15 inci mekteb müdürü), Şaziye Belediye memuru), Şevket Al- tinalev (Beşiktaş kaymakamı), Şevket (Mütekaid memur), Şev - | | f_TI Proefesör Esoes'in yüzüne bir se- rinlik çarptı. Işıktan kamaşan göz ler'ni uğuşturmak için ellerini oy- natmak istedi, — kımıldatamadı. Kolları, bütün gövdesi derin bir | Fakat ne vakit olduğunu | yorgunluk içindeydi. Tanımadığı | ruz. güzel adamlar biraz — uğuşturdu- lar. Uyuşukluğu, yorgunluğu ya- vaş yavaş geçti ve heryanı kıpır - damağa başladı. İnce sesi duyul - du: — Ben neredeyim? — Mezarda. — Şimdi hangi tarihteyiz? — Ne mezarı?!. — 5.0001! — Basbayağı mezar, Anısını yokladı. Ağır ağır — at- mağa başladı. Güzel Zeus'u göm- | dükten sonra yorgunluk duymuş-- tu. Demek oracıkta uyuya kalmış. Fakat Omega ortada yoktu. — Omega nerede? — Omega kim? — Demin benim yanımda idi. — Demin senin yanında karan- lık ve havasızlık vardı. — Biz Omoforyu gömmüştük. — Hangi Omorfo? — Büyük Zeus'un torunu güzel Zeus! — Bilmiyoruz. Yalnz sol tara - fında bir kaç ölü daha var. Bak, Üçüncü umumi harp... Sen bir şeyler söylemek, ğ istiyorsun. Biliyorum. Uçı'il'd mumi harbin olduğunu bi — Zeus Enstitüsü? — Onu hiç bilmiyoruz. Biz y mız beşinci umum? harpten sını biliyoruz. Sen çok eski tarihten öncelerden — konu! sun. — Ne beş bini??!! — Dünya beşinci umumt yıkılmış, Ortalık karman çu olmuş. O günden sonra yeni dünya ve yeni bir insanlık © miş. İşte o yeni türeyişten beş bin yıl geçmiş. Biz bugü bininci yıl içindeyiz. — Demek beşinci bir — Ne söylüyorsun, olalı beş bin yıl olmuş diyoruz. — Demek ben şimdi dirild — Neye dirilmiyesin? Her ? bir gün dirilir. Profesör Esoes, drim formü onların arasındaysa odur. nü düşündü. Demek bulduğu Esoes soluna baktı, şama şırmgasının dozu tam © Güzel Zeus mermerin üstünde | dı böyle kimbilir kaç tane bof upuzun ve olduğu gibi yatıyordu. | Yilbeklemeden dirilecekti, Kanbur Omikro da bükülmüş kal- | hiç ölmiyecekti. mış, öylece duruyordu. Solunda bir kıpırtı texzdi, Ve sıra ile bir yığın delik de - Omorfo gerinmek ister şik kemik vardı. kıvranıyordu. — Soför gitmiş mi? Oradaki genç, güzel, dinç — Şoför ne demek? K sanlar onu da biraz uğuş! — Canım biz. buraya bir — ölü| zecus gözlerini açtr. Kargr. gömmüştük? lere baktı. Sonra çırçıplak k — Ne vakit? — Belki yarım saat, belki bir saat önce, — Biz bu mezarı yeni bulduk. Ve birbirlerine sordular: — Yeni mi??!! — Giyinmek nedir ki? — Evet. — Üstüme bir şey örteyim. — Nasıl buldunuz?! — Üstünde kendin varsın — Burada bir yeraltı bahçesi yapılıyor. Kazılırken on metre a - şağıda bir çatı bulduk, açtık, on S — Çekiliniz de giyineyim. — Nasıl giyinmek? Kendi derinden başka örtün ne var? Buyılıınu,dinçveıüul altı metrede de siz çıktmız. sanlardan ürken Zeus sağıma Esoes şaşaladı. luna bakımca profesörrü gö — Siz kimsiniz? Sevindi. Yanmda bir koru! — İnsan. a görmüştü. — Ne millettensiniz? — Esces! — Nasıl ne milletten? İnsanız | — Benim Omorfo. işte, Millet ne demek? — Biz neredeyiz? | — Üçüncü umumt harp.... Profesör birdenb're (mı Oradakiler birbirine bakıştılar. demeği uygun bulmadı, Gülü İçlerinden birisi biraz düşün - yerek lâfr uzattı: dükten sonra gülümsedi. — Tarihin ötesindeyiz! —< — ket (Miralay mütekaidi), Veci - he Ziya (Muallim), Zahide (Mu- allim), Ziya (Saylav). Zühtü Çubukçuoğlu (Belediye muame - lât müdürü). ARNAVUTKÖY NAHİYESİ Ahmed Ferid (Avukat), Be - kir Sıdkı Kaleli, Edib Servet (Gümüşhane saylavı), Fitnat (26 mc ilkmekteb müdürü), Ha - san Basri Göker (Nahiye müdü - dürü), Haydar (Afyon saylavı), Nuri Mustafa (Tüccar), İsmail Hakkı (Şarkt Karahisar saylavı), Kâmil (Tüccar), Mahmud (Siird saylavı), Mahmud Göktalay (Li- man şirketi su şube müdü - rü), Mehmed kınacıoğlu (Tüc- car), Mehmed Hulüsi Türkmen- oğlu (Tüccar), Nureddin Berk (Bahriye binbaşılığından müteka- id), Saliha (25 inci mekteb mu- allimi), Yusuf Ziya Usman (A- vukat). (Devamı 5 inci de) — Tarihin ötesi?.. y — Evet, Buraya geldikten — kaç beş on bin yıl sonrasımdı — Ben yaralanmadım mı? — Yaralandın. — Hasta evine kald mı? — Kaldırdılar. — Sonra ne oldu? y — Sonra aradan beş on bi ne beş on bin yıl geçmiş... — Nasıl olur? — Bilmem. Ben de senin yim, — Anlıyamıyorum. — Anlıyacağın şudur: Ser çüncü umumi harpte yırıll’J Öldün. Ben seni buraya göm” Omega ile beraber, Sonra d | k? tane umumi harp olmuş. l cisinde dünya altüst ıe"":( günden sonra da beş bin yd_ miş. Biz şimdi yeni bir tari ni beş bininci yılındayız. — Çok tatsız şaka ediyor#W” ADevamı var)