3Mayıs 1931 CUMHURİYET SAĞLİK BAHİSLERİ Sartata dair Resim Federasyonu Nesil, fikir ve mizaç farklanndan doğmuş üç resim teşekkülümüz vardır. Tesis tarihleri sırasile, Güzel San'atlar Birliği, Müstakil Ressam ve Heykeltraşlar Birliği ve «D» grupu. Birbirlerinin kanaatlerine hürmet ederek kavgasız, gürültüsüz ayrı ayrı açtıkları sergilerle san'atın bir türlü anlaşılamıyan betbaht bir şubesi olduğu için resmimizin renksiz çehresinde küçücük değişikliklere vesile olurlar da sonra tekrar itikâf köşelerinde yeni bir enerjiye gebe kalıncıya kadar sükut içinde bekleşirler, dururlar. Üçü de senelerdenberi böyle kardeş kardeşçik geçinmekte ve yabancı memleketlerden esen taltifkâr rüzgârlann tesellilerile avunmaktadırlar. Çocuk hastalıklarına ve ölümlerine karşı savaş! Yazan : Selim Sırrı Tarcan Geçen gün bir Fransız mecmuasmda (Lausanne) iiniversitesi profesörlerinden çocuk klinıki şefi doktor (J. Taillens) in çok kıymetli bir makalesini okudum. Yazılarıma göz gezdirmek zahmetine katlananlar için de faydalı olacağını zannet tiğim bu makaleyi olduğu gibi dilimize çevirdim. «Ötedenberi her memlekette çocuk ö'lümleri oldukça mühim yekunlar teşkil ettiği halde efkân umumiye bu âfete lâzımgelen ehemmiyeti vermemişti dene bilir. Yalnız arasıra bazı uzak gören fikir adamlannın sesi yiikselıyor, ne yazık ki onlara da kulak asan olmuyor. Geçen asnn sonlarına doğru beşeriyetin küçük yaşta hayatına kasdeden has talıklara karşı ciddî bir savaş açılmıştır. Alınan neticeler ise çok ümid verici şekilde görülmüş, dikkat ve ihtimam sayesinde çocuk ölümlerinin önüne geçilebileceği anlaşılmıştır. Aşağıdaki rakamlar îsviçrede sarfe dilen emeklere mukabıl elde edılen za feri pek açık bir şekılde ifade ediyor. Yarım asır zarfında îsviçrede doğumdan on dört yaşma kadar ölen çocukların miktannı gösterir istatistik: 1876 da İsviçre nüfusu 2,700,000, ölen çocukların adedı 25,628. 1890 da isviçre nüfusu 3,000,000, ölen çocukların adedi 19,327. 1900 da îsviçre nüfusu 3,300,000 ölen çocukların adedi 20,498. 1910 da İsviçre nüfusu 3,750,000, ölen çocukların adedi 14,920. 1934 te isviçre nüfusu 4,100,000, öleh çocukların adedi 5,044. Bu büyük azalma çok dıkkati cahb değil midir? Nüfusun artması nisbetinde ölen ço cuklarm miktarı göze çarpacak kadar eksilmiştir. 1876 dan 1934 e kadar beşte bir nisbetine inmiştir. Bu yalnız îsviçrede değil, Almanyada, Italyada da gözden kaçmıyacak kadar bir azalma vardır. Bunun tabıî birçok sebebleri vardır. Fakat başhcalan şunlardır: Umumî hıfzı sıhhatin terakkisi, çocuk bâkımı ilminin ilerlemesi açık hava obaları, çocuk hastaneleri, prevantoriumlar, kinderheimler ve saire. (Vand) kantonu dahilinde normal ve anormal çocukîara tahsis edılen müesseseler akıllara hayret verecek kadar ço ğalmıştır. 332,000 nüfusu olan bu kanton dahilinde hususî yardımlarla vücude gelen müesseselere senede 2 milyon beş yüz bin isviçre frangı tahsisat verilmektedir. Her Isviçreli kendi arzusu ile memleket çocuklannm sıhhat ve selâmeti için senede 37 isviçre frangı yani 187 frank vergi vermektedir. Umumî Harbdenberi hemen bütün milletler çoğalmayı bir gaye edinmişler dir ve birçoklan fazla çocuk doğuran kadınlara mükâfatlar veriyorlar. Yal nız iş bu kadarla kalmıyor, çünkü do ğurmakla onu yaşatmak arasında hayli mesafe var. Işte bu yaşatmak kaygusu iledir ki îsviçrede çocuk hastanelerinin adedi hayli artmıştır. Bu hastanelerde hâkim olan iki fikir vardır: 1 Çocuğun sıhhatinin idamesi veya Ingilterede heyecan uyandıran bir vak'a FiraVunun ruhu (!) kemiğinin Mısırdan uzaklaştırılması yüzünden ortalığı birbirine kattı îngilizler hurafa ta fazla inanırlar. Arasıra, îngiltere den, Ingilızlerin âlemşümul bir şöhret kazanmış olan cid • diyetlerile telif edi Iemiyecek bir takım cin ve peri masallan işitilir; perili evlerden, tayflardan, heyulâlardan bahsedi Iir. Bugünlerde de Edimburg'da buna benzer bir rivayet ortalığı heyecanz vermiştir. Bundan birkaç a> evvel, Lord A!exan der ve Ledi Setor. isminde îskoçyalı iki zengin seyyah, Mısırdan avdetlerinde zengin koleksiyonlarını bir kat daha zenginleştirecek bir antika parç a getirmişlerdi. Bu antika hakikî bir Fir'avun kemiği idi. Kemiği, Fir'avunlar vadisinde kocasile birlikte tetkik seyahati yaptığı esnada keşfeden Ledi Seton olduğu için bu şeref tamamile ona aiddi. Kemiği hiç birşey mukabilinde hiç kimseye emanet etmek istemiyen Ledi Seton, seyahat devam ettiği müddetçe, onu kilidli bir çanta içinde muhafaza etmişti. Edimburg'daki malikânelerine geldikleri zaman, zengin antika meraklılan, bu binlerce yıllrk Fir'avun kemiğini kadife bir yastık üzerinde bir vitrine yerleştirdiler. Kemik, orada, kılıclann, zırhlann, aslan kafalannm ve daha bir yığın antika eşyanın ortasmda, kendine tahsis edilen vitrinde tekbaşma kunılup oturdu. Gazetelerin monden sosyete havadisleri arasında, bu kibar seyyahların avdeti haberi de yazıldı ve Fir'avunun kemiği hakkındaki fennî makaleler, kâşiflerin gazete muharrirlerine verdikleri mülâkatlar sütunlar doldurdu. Seyyahların, avdetleri münasebetile yaptıkları resmikabullerde bütün Iskoçya sosyetesi, kadife yastık üzerinde pürazamet yerleşip oturan kemiği takdirlerle seyrettiler. Koleksiyoncula rın koltukları kabanyordu. Musahibzade Celâl ndördüncü asırda frenklerin Decameron'la başlıyarak yavaş yavaş özünü ıslah, cinsini de teksir ettikleri roman bize ancak Ondokuzuncu asırda gelebildiği gibi Corneille ve Racine gibi trajedi üstadlarının tarihe temas eden piyesleri bir yana bırakılırsa Walter Scott'un edebiyat âlemine getirdiği tarihî roman ve ondan doğan tarihî piyes çeşidi de diyanmıza gene Ondokuzuncu asırda girebildi. Bu çeşidi beğenip bizde de örneklerini yaratanların başmda Namık Kemal vardır. Fakat Walter Scott'un Fransada yetişen Dumas per tilmizi gibi Namık Kemal de bütün piyeslerinde tarihî, tablo asmağa yarar bir çivi olarak kullanmışlardı. Göğsünde bin türlü esrar ve bin türlü hakikat taşıyan tarihi, tablo haline koyup piyeslerine geçiren ilk Türk muharriri Musahibzade Celâldir. Bu çok değerli ve ayni zamanda ne yazık, ne yazık çok kederli piyes muharriri için Şehremini Halkevinde geçen gece bir müsamere tertib olundu. Ben de davetli bulunduğum ve hatta muharriıin hayatı hakkında bir müsahabe yâpmağa söz vermiş olduğum halde mühim bir mâni yüzünden davete icabet edemedim. Bu mahrumiyetin acısını şu sütunda üstadı anmakla telâfi etmek istiyorum. Musahibzade ne edibdir, ne şair. Fakat bu memlekete her edibden ve her şairden fazla hizmet etmiştir. Çünkü halkçıdır, halk için eserler yazmıştır ve halkı aydınlatmak, halkm zihnini açmak ülküsile çalışmıştır. Yalnız halka hitab eden ve o büyük kütleye herhangi cephede olursa olsun müfid olmak istiyenler ekseriyetle güldürüp düşündürmeği, faydalan fikirleri tebessüme veya kahkahaya sarıp sunmayı tercih edeHer. En ağır hakikatleri böyle tatlı bir şurub halinde hazmettirmek gerçekten hünerverliktir. Hakikatlerin çoğu zaten acıdır. Onlan hab yapıp sunmaktan böyle kahkaha haline koyarak şuura geçirmek elbette daha iyidir. Musahibzade işte bu yolda bilhassa temeyyüz etti. 1908 inkılâbmdan sonra eserlerini vermeğe başlayınca mevzu olarak hep istibdad kepazeliklerini seçti, saray denilen müteaffin müessesenin birçok çirkinliklerini sahneye attı, canlı tablolar halinde halka seyrettirdi. Fakat milletin idrakini köstekliyen, cibillî haslet ve meziyetlerini uyuşturan yalnız saray değildi. Ona bağlı ve onunla hemahenk daha birçok müesseseler vardı ve millet mesrutiyet devrinde de bu müesseselerin zehrinden ıstırab duyuyordu. Yobazlık, ham dervişlik, dinî hokkabazlık, hurafeseverlık ve saire gibi butîan ve hüsran kaynaklannı da teşrih, tahîil ve terzil etmek için çırpınıp durmakîa beraber devrin idarî zaruretlerine boyun iğip istibdad usullerine hücumla iktifa ediyordu. Cumhuriyet rejimi kurulur kurulmaz o, yıllardanberi ruhunda kımıldayıp duran emelleri açığa vurdu ve medreseleri, kadılı mahkemeleri, büyücülükleri, ham sofulukları ve bütün bunlara benzer muzır müesseseleri, âdetleri, haletleri mevzu ittihaz ederek kuvvetli piyesler yazdı, sahneye verdi. Görülüyor ki îsviçre çocuk vefiyatı na karşı mücadelede birinci sınıfta bu lunari devletlerden biridir. Ve bunu çocuk hastanelerine bakım evlerine prevantoriomlarına, açık hava kamplarına borcludur.» Evet çocukları düşünmeli. Dünyaya gülmek, oynamak, koşmak, haykırmak, etrafa neş'e saçmak için gelen bir zavallı yavTunun yatakta yatışı kadar hazin ve elem verici bir tablo tasavvur edilebilir mi? Çocuk ölmek için değil, yaşamak üzere dünyaya gelir. Onun hayatına karşı lâkayd kalmak onu hakkından mahrum etmek demek değil midir? «Cumhuriyet» okuyucularım için bu yazımı tam bitirdiğim sırada postacı Avrupadan gelen gazetelerimi getirdi (İllustration) nun 9/1/937 nüshasında Fransa nüfusu hakkında şu mühim satırlar gözüme ilişti: 1936 nüfus tahriri başka milletlere nisbetle Fransada doğumun azaldığmı gösteriyor. 1860 tan 1870 yılına kadar Fransada nüfus bir milyon artmıştı. 1870 ten 1935 senesıne kadar ise ancak üç milyonluk bir tezayüd var. Ayni müddet zarfmda Ingilterenin nüfusu 26 milyondan 46 milyona, îtalya 25 milyondan 48 milyona, Almanya kaybettiği bunca ülkelere rağmen 39 milyondan 67 milyona, Brezilya 10 milyondan 47 milyona çıkmıştır. Halbuki 1865 te Fransanın nüfusu bu devletlerin hepsininkinden çoktu. Bugün ise hepsinden geri kalmıştır. Almanyada her yıl bir milyon iki yüz bin çocuk doğuyor. îtalyada bir milyon, Japonyada iki milyon, Polonyada dokuz yüz bin, Fransada ise yalnız altı yüz elli bin çocuk dünyaya geliyor. Bir de dünv,a çocuk vefiyatına bakacak olursak tehlıke bütün çıplaklığile ortaya çıkar. Büyük bir acı duyarak itiraf edelim ki bugün Fransada küçük yaşta çocuk ve fiyatı yüzde yedidir ve 1932 denberi doğan çocukların miktan elli bin kadar azalmıştır. Bb'yle devam ederse 1980 yılında 42 milyon nüfusumuz 30 milyona inecektir. îşte ırkımız için büyük tehlike! şifa bulması için en müsaid şartlar danilinde yaşatmak. 2 Arkadaşlanndan başka bir hastalık bulaşmıyacak surette çocuğu tecrid etmek. (Lausanne) in çocuk kliniğini bu neviden bir tip olarak gösterebilirim. Bundan yirmi yıl evvel kurulmuş olan bu klinik şehrin bir tepesinde 600 metro rakımındadır. Bol güneşi ve ha vası vardır. Miniminiler için bu iki kıy Resme karşı halk gibi lâkayd kalmak metli gıdanın ehemmiyetini takdir etmiistemiyen hükumet, daima ressamlara yen var mıdır? Büyük bahçelerde yük kuvvet vermek, yardım etmek hüsnü niyesek çamların herbirinin gölgesinde çocuktini de göstermiştir. Yalnız her teşekkülar sere serpile otururlar. lü ayn ayrı tatmin ve memnun etmek Tecriibe ile sabit olmuştur ki bilhassa mümkün olamıyacağı için Ankarada sezatürrie jçin açık havanm çok şifalı bir nede bir Kültür Bakanlığının himayesintesiri vardır. Işte bu klinikte çocuklar de açılan tek bir sergide hepsinin topladaimî bir tecrid altında tedavi olunurlar nabilmelerini temin etmişti. ve buna zaruret vardır. Çünkü çocuğun Herhangi bir menfaatten kendi birlioraya ne gibi mikroplarla mücehhez ola ğinin azamî derecede istifadesini temin etrak geldıği önden bilinemez. mek arzusu son zamanlarda ressamlar arasında acaib ihtiraslara yol açmıştı, hatta ressamlarla hükumet arasında mekik dokuyan bir takım tufeylilerin türemesine bile sebeb olmuştu. Geçenlerde Müstakil Ressam ve Heykeltraşlar Birliğinden bir mektub aldım. Müstakiller, bu mektublarında resme aid her türlü meselede anlaşmayı ve birleşmeyi temin etmek için birlikler arasında seçecekleri murahhaslardan mürekkeb ve mevcud birliklerin üstünde müşterek bir heyetin teşkilini teklif ediyorlardı. Yani bir federasyon. Alexander ve Ledi Seton Selim Sırrt TARCAN Bu fikir, gerek Güzel San'atlar Birliğinde, gerekse D grupunda güzel bir hüsnükabul gördü ve derhal murahhaslar gönderildi, işe başlandı. Henüz daha ilk içtimaını yapan (bu federasyonun nasıl bir yoldan yürüyeceği kat'î ve net çizgilerle çerçevelenmiş değildir. Yalnız gerek dahilde ve haricde Türk resmini temsil etmek ve gerekse herhangi bir resim davasmda müşterek rey ve kanaatlerle hareket etmek istediği zaman bu federasyonun vereceği kararlar ve alacağı tedbirler hâkim olacaktır. Artık ressam, kendi işini kendi görüyor ve fırça ressamın beline takılmış birer karagöz değneği Fakat, iş yavaş yavaş kötüleşmeğe olmaktan kurtuluyor demektir. başlamıştı. Kemiğin, holdeki vitrine yerleştirildiğinden takriben on beş gün sonELİF NACI ra sebebi bir türlü anlaşılamıyan esra rengiz bir yangın, ahırlarm bir kısmını Holivuddaki grev yakıp kül etti. Holiwood 2 (A A.) Sinema endüsYangından sonra Ledi Seton'un yeğetrisinde çalışan on bin işçi, eğer sendi kaları tanınmazsa. grev ilân edecekleri ni birdenbire hastalandı ve hiçbir doktor ni kat'î surette bıldırmiştir. Dört sen bu hastahğı teşhis edemedı. Hastalık bir dıka, yani dekoratörler, ressamlar, ber nevi daimî rehavet halinde tezahür edi berler ve desmatörler, grev ilânına şim yordu. Belki faydası olur diye kendisini diden başlamışlar, stüdyolar önüne bek tebdıli hava için deniz kenarında bir yeçiler ve gözculer dikmişlerdir. re gönderdiler. Daha şatodan aynlir ayAktörlerin bu greve iştirak edip et nlmaz hastalıktan eser kalmadı. miyecekleri daha belli değildir. MaamaBundan bir müddet sonra, bir sabah, fih Aktörler birliği. bu ihtimal üzerin şatödaki kadm hizmetçilerden biri, gecede müzakerelerde bulunmuştur. Bu birliğin idare heyetinde, Robert leri, dehlizlerinde anlaşılmaz, garib bir Mongommery, James Cagney, Joan lisanla iniltiler duyulan bu evde oturamıCrawford. Boris Karloff ve Chester yacağını söyliyerek işini bıraktı. Morris vardır. Aradan birkaç gün geçti, bu sefer de Roosevelt bitaraflık kanuhu bahçıvan, şatonun camlı kapısından, kapı kapah olduğu halde beyaz bir gölgenin nu imzaladı Vaşington 2 (A.A.) Reisicumhur çıktığını, bahçeyi dolaştıktan sonra tekrar Roosevelt, dün akşam Moffett muhri şatoya girdiğini söyledi. binde yeni bitaraflık kanununu imza etBir sabah, şatonun ihtiyar oda hizmetmiştir. çısi, yemek salonuna indiği zaman, kıy Bugün akşama kadar mektebde kalabilirim. Fakat gece buralarda bir yere davetliyim. Müsaade ederseniz mekte be geç gelir, yatanm. Müdür durdu: Hayrola? dedi, nereye davetîisin? Ihsan geçen gün seni mektebin önünden kayıkla geçerken görmüş. Kime gidiyordun? Orhan Necatinin yüzüne bir daha baktı. Müdüre hakikati söylemek doğru olur muydu? Necati gene gülümsüyordu. Müdürün tecessüsü arttı: Eskiden buralarda tanıdığın yok tu, yeni mi oldu? Söyle Allahaşkına, kime gidiyorsun? Halim Beylere davetliyim. Cemile haftada bir türkçe ders vereceğim. Şimdi bir ecnebi mektebe gidiyormuş. Türkçesi geri kalmasın diye... Neler söylüyorsun birader? Halim Beylerde senin işin ne? Orhan likör vak'asını ve o yalıya tekrar nasıl gittiğini anlattı. Tahminine rağmen müdür memnun görünmüştü: Âlâ... dedi, o meselede ne olduysa bize oldu desene: Bir talebe, bir de muallim kaybettik. Muallimi tekrar bulduk amma talebeyi kaçırdık. Zaten Cemil gelse de ben istemem. Orhanm yüzüne hayretle bakarak ilâve etti: metli bir sofra takımının parça parça bir halde olduğunu gördü. Halbuki bu takım kilidli bir dolabda muhafaza ediliyordu. Bu mesele son derece hayret edilecek birşey olduğu için zabıtaya haber verildi. Fakat zabıta, ne eşyanm üzerinde, ne de odada hiçbir ize tesadüf edemedi. Sir Alexander hakikaten alim bir adam olduğu için cin peri masallanna inanmadığından, şatodaki vak'aların etrafa işittirilmemesini kat'î surette tenbih etmiş olmasma rağmen, hayalet hikâyesi civara yayılmağa başlamıştı. Ledi Seton'un yıldönümü münasebetile verilen büyük bir ziyafetten sonra, bu rivayetler büsbütün aldı yürüdü. Davetlilerden yansı, Fir'avunun hayaletinden korkarak geceyarısı şatodan kaçmışlardı. Içlerin den biri Fir'avunla görüştüğünü iddiaya kadar varmış, hatta kendisine guya söylediği şu sözleri nakletmiştir: Vücudümden ayrılan bu kemikIer, onu alan tarafradan Mısıra getirilip yerine konmadıkça intikam almağa de vam edeceğim. Sir Alexander, ailesi efradının ve hizmetkârların Fir'avunun arzusunu yerine getirmek hususundaki ricalarını reddet mis, fakat dedikodular da günden güne artmağa başlamıştır. Artık, şatoya her gün yığın yığın mektublar geliyordu. Bu mektublan gönderen alimler Fir'avunun Mısır lisanı konuşup konuşmadığını ve arzularını istifsar imkânı olup olmadığını anlamak için şatoda gecelemelerine müsaade istiyorlardı. Birçok otelcilerden gelen melctublarda da, kemiği mühim bedeller mukabilinde satın almak üzere tekliflerde bulunuluyordu. Sir Alexander artık bu işten bezmişti. Kemiği, onu kendisinden birçok defa ısrarla istemiş olan bir doktor ahbabına hedıye etti. Fakat doktor kemiği alıp giderken şatonun merdiveninden yuvarlandı, ayağı kmldı ve kemiği derhal sahibine iade etti. îngilizler, esrarengiz bir surette ölen Lord Caraavon'un akıbetini unutmadıklan kin, şato halkı bu birbirini takib eden felâketler karşısmda, Sir Alexander'e bir kere daha yalvardılar ve nihayet onu ikna edebıldıler. Cumhuriyetin edebî tefrikası: 65 BİZ İNSANLAR Yazan: Peyami Safa Necati Aksaraydaki derslerini bana bıraktı. Şimdilik geçinip gidıyoruz.. Tekrar bize gelir misin? Celâlin yeri açık. Sana vâsi salâhiyet vereyim! As, kes, biç, ne yaparsan yap. Mektebi biraz düzelt. Hiç memnun değilim. Tam bütçeyi doğrulturken adamsız kaldık. Fakat bak şimdiden söyliyeyim ha: Celâle verdiğim maaşı veremem. Bütçede yirmi beş kâğıd var. Yer, içer, yatarsm da. Mekteb biraz düzelsin, artırırım. Oldu mu? Orhan bazı şartları olduğunu söyledi. Müdür bağırdı: Şart mart fılân hep kabul. Allahaşkma gene nazariyeyi bırak. Şart mart konuşup ta ne olacak? İşe bakalım. Müdür Orhanm son tereddüdünü ezmek için ayağa kalkmıştı: Haydi, dedi, sana şimdi odanı göstereyım, hemen ise başla. Celâlin odası. Orhan Necatinin yüzüne baktı. Arkadaşı gülümsüyordu. îkisi de ayağa kalktılar. Müdürün yolunu kesen Oırhan dedi ki: Oturdu, nargilesinden bir nefes çek tikten sonra, boğazında köpüklenen az net ve yorgun bir sesle: Celâle çoktan yol göründü, dedi, hiç olmazsa bunun müjdesini Orhan Beye vermek isterdim. Necariye bakarak sordu: Sen söylemişindir amma, değil mi? Hayır! Celâlin çıktığmdan benim haberim yoktu; bilâkis, ben bunu Orhandan öğrendim. Haftada bir gün derslerime girip çıkıyorum. îdaredeki değişikliklerden haberim yok. On günden fazla oluyor çıkalı. Bana karşı da bir münasebetsizlik etti, bozuştuk. Yalnız hilekâr olsa başımızm üstönde yeri var, fakat küstahtı da herif.. Orhana baktı: Hakkın varmış birader, dedi, ge çirnsizhk sende değil, onda imiş. înzıbat meselesinde de hakkm varmış. Sen git tikten sonra iptidaî kısmı çorbaya döndü be... Çocuklara da kendini sevdirmişsin. Ağlıyanlar vardı yahu senin arkandan! Şimdi ne iş yapıyorsun? Ne yaman adammışsın be hazret, sen... Çocuklar arasında adeta bir efkârı umumiye vücude getirmişsin: Sen mektebden çıktm, büyük küçük bütün talebelerin dilir.den düşmedin. O Cemil meselesi günlerce sürdü. Bahçede, teneffüshane lerde talebe hep bunu münakaşa ediyordu. Cemile karşı umumî bir nefret peyda oldu. Çocuk buraya gelirse korkarım bir kaşık suda boğarlar. Şimdi nasıl oldu da sen bu oğlana hususî ders vereceksin? Annesinin fikirleri biraz değişmeğe basladı. Senin tesirindir. Yaparsın birader. Akhm kesti. Sessiz görünüyorsun amma isyankâr bir ruhun var. îsyankâr ve se batkâr. Celâli de ben senin tesirinle mektebden çıkardım. Sen gittikten sonra onun her hareketi gözüne batmağa başladı. Sinirime dokunuyordu herif. Sen gittin, Sabriyi de çıkardık, beyin maaşma zammettik, burnu büyüdü. Muallimlere, ta lebelere biçimsiz muamele yapmağa başladı. Hiç bana gelmez kardeşim. îdadi ikide Trabzonlu Hüseyin diye bir çocuk var. Sen tanırsm. Celâle habre memle ketinden yağ getirtip hediye edermiş. İkide bir mektebden kaçar, Celâl Bey aldırmaz. Bir iki defa da oğlan mektebe sarhoş geldı be yahu... Hem böyle bir, iki değil... Celâl önüne gelen talebeden öteberi sızdınyormuş. Bir gün çağırıp ih Şimdi, Ledi Seton, Fir'avunun kemi Onun bence bilinen piyesleri şunlardır: ğini Mısıra götürüp yerine bırakmak üzeYedekçi, Macun Hokkası, Pazartesi re birkaç güne kadar harekett hazırlanı Perşembe, Atlı Ases, Aynaroz Kadısı, yor. Lâle Devri, Mum Söndü, Gülsüm, Köprülüler, Kafes Arkasında, Kaşıkçılar, tar edecek oldum: Demirbaş Şarl, Fermanlı Deli Hazretle« Birader, dedim, çocuklar arasında ri, Gül ve Gonül, İstanbul Efendisi, Bir dedikodu oluyor, bazılarmdan hediye alı Kavuk Devrildi, Selma. yormuşsunuz, iltimas ediyormuşsun... Bunlann çoğu komedi, birkaçı operet«Vay efendim! Sen misin ihtar eden... tir. Fakat hepsi halkı güldürürken düşünBirdenbire bir parlâdı, sesini birdenbire dürmek, zulme ve cehle karşı uyanık buyükseltti, ayağını yere vurdu: lundurmak, hakikati ve cumhuriyeti sev« Sen beni ne zannettin? dedi, ben dirmek için yazılmışhr. Zannetmem ki ayhırsız değilim, ben rüşvet almam, benim ni ülkü ile kalem oynatan başka muharrirhaysiyetım var! diye bağırdı. lerin bu kadar dolgun bir külliyatı bulun«Ben aşağıdan aldım: sun? « Birader, dedim, sana hırsız diyen Musahibzade Celâl, bu büyük hizmetiyok, rüşvet sözünü de ağzımıza almadık, nin mükâfatını acaba ne şekilde görmüşnazikâne «hediye» dedim. Yalan mı? tür?.. Oh, aziz okuyucular, buna cevab Kiminden yağ, kiminden kumaş, kimin veremiyeceğim. Çünkü gözümün önüne den şeker... yaşı yetmişe yetmiş, gözlerinin nuru sön« Kendilerî getiriyorlar, dedi, bo meğe başlamış alil bir ihtiyar geliyor ve ğazlarına sarılmıyorum ya... Lâkırdıyı ağlamak ihtiyacı, yazmak kudretini kadüşün de söyle! lemimden alrp götürüyor. Müsaadenizle «Elini yüzüme doğru saîladı. Vay susayım ve evi başma yıkılmak üzere buküstah vay! Nesine güveniyor be?.. lunan yegâne piyes muharririmizin felâkeŞeytan tut kolundan kapıdısarı at! diyor. tine doya doya ağlıyayım. Ben çoktan bu işi yapardım ya, bizim M. TURHAN TAN peder onu himaye eder. Herif eve de hulul etmiş. Ev halkında bir kanaat var: Mektebi o çeviriyor diye... Haydi e Kurşun hırsızı fendim... Ben kolları sıvayıp iş başına Habıbullah adında 50 yaşlarında bir bir geçeyim, bu mektebi muma döndü adam, Balatta Fethıye camısinin kubberürüm. Ertesi günden tezi yok, herife sine çıkarak 20 kılo kadar kurşun sökyol verdim. Şimdi işlerin çoğuna ben ba müştür. kıyorum, gene de ben bakacağım. thtiyar hırsız kubbeden inerken ya kalanmıştır. İArkası var)