6 Ağtıstos 1936 CUMHURİYET Ingiliz Kralına yapılan suikasdin muhakemesi Suçlu Mc. Mahon, Kralı vurmak istemediğini söylüyor. Muhakeme ağustosun sekizine bırakıldı RUYA BU YA Tramvayda bir seyahat Tramvay Sirketinin arabalannı yapan fabrikator geçenlerdeki §işhane faciasını bir türlü havsalasma sığdıramadığı için nihayet bir fırsat bularak Istanbula gelmiş ve derhal beni bulmuş.. Bir tramvay durağında koluma girmiş, bu facianın tafsilâtmı bir de benim ağzımdan dinlemek istiyordu. O sırada gelen tramvaya fabrikatorun kolundan sıyrılarak atladım. Alık alık bana bakan fabrikatora elimle işaret ederek: « Sen de arkadan atla, durma» dedim. Ben önden, o arkadan tramvayda ancak birer el, ve birer ayaklık asılma yeri bulabilmiştik. Böylece dışarıdan biribirimizle işaretleşerek öteki durağa kadar gittik, orada aşağı inen iki kişinin yerine içeriye daldık.. Uzun boyumla şapkaların üstünden bir aralık arkaya doğru baktım, bizim fabrikatoru yanıma çağırdım. Adamcağız, hayli müşkülâttan sonra iki istasyon ötede yanıma gelebildi. Gelebildi amma tek gözlüğü düşmüş, ve parçalanmış, ceketinin bir tarafı üzülmüş, sol ayağının nasırını adamakıllı pe3tile çevirmişler. Surat mosmor ve kanter içinde. Durakta hemen kendisini ajağı attı, ben de atladım. Zavallı adam o halile bir matem haberi da almış gibi soka kortasında dövünüp çırpınmağa başladı, ve bir aralık çerçevesi uçmuş gözünün yaşlannı silerek bana şunları söyledi: « Eyvahlar olsun, eğer on sekiz kişi için hesablıyarak yaptığım bu arabaların böyle bir koyun ağılı gibi elli sekiz kişiye konserve kutusu olacağını bilseydim, Istanbul Tramvay Şirketine bir tek araba satmazdım. Arabalarımın takla atması birşey mi? Bu izdiham ve tazyik altında günün birinde infilak bile eder.» dedi ve ağlamağa başladı. Uyandım, bu tuhaf sahneyi düşünürken aklıma Kayserili pastırma tüccannın hikâyesi geldi: Bir tüccar günün birinde bir çuval pastırma çaldırmış. Kederinden dövüne dö vüne ağladığını gören birisi «Yahu ayıb değil mi, sen yüz bin liralık bir tüccarsın, birkaç papellik pastırmaya ağlaman doğru mu..? demiş ve şu cevabı almış: Ben pastırmanın parasına acımı yorum, hususî yapılmış kuşgömü idi. doğramasını bilmez bir çırağın eline geçer de pastırmayı rezil eder, diye ağlıyorum.. demiş. Bu tüccarla bizim fabrikator arasında gerçi benzerlikler varsa da asıl benim aklıma söyle bir mukayese geliyor: Tahta, demir, bronz ve cam halitası olan bu arabalann şeref ve ıstırabmı du • yacak kimse yok mu, diye düşünüyorum. Halâskâr Ali Çetinkayanm kulaklan bir cınlasa heD kurtulduk demektir. çıyoruz. Neticede Mc Mahon üç suçla itham olunarak mevkufen muhakemesine ka rar verilmiştir: Bunlardan birincisi: tzni olmadan tabanca taşımak ve bu hareketile hayat ve emvali teklikeye koymak. İkincisi: Kralın huzurunda tabancasını asayişi ihlâl maksadile teşhir etmek. Uçüncüsü: Kralın huzurunda taban casını, Kralı korkutmak kasdile teşhir etmek. Birinci suç 1920 tarihli silâh kanunu çerçevesine girmektedir. Ikinci ve üçüncü suçlar 1842 tarihinde mevkii mer'iyete girmis olan hiyaneti vataniye kanunu maddelerine uymaktadır. Maamafih müddeiumuminin beyanatına nazaran Mc Mahon bu kanunun yüksek hiyaneti vataniye kısmının maddelerine göre değil; bazı suihareket maddelerine tevfikan muhakeme edilecektir. Muhakeme ağustosun 8 ine bırakıl mıstır. Ercümend, belki de Cemileye git demek ister gibi bir harekette bulundu. Kadın işveli bir eda ile sürmeli gözlerini süzerek başmı titretti, sonra teklifsizce E r cümendin koluna girerek onu karşıdaki kanepeye doğru çekip götürdü. Ayakta duran delikanlıyı iterek adeta zorla kanapeye oturttu, kendi de yanma oturdu. Vücudünü ileriye eğdi, omuzlarını kıvırarak başmı Ercümendin başına doğru uzattı, sıkılmasa gene zabiti ftracıkta, her kesin yanında öpecekti. Söyle, niye gelmiyorsun nonoşum, dedi. Darıldın mı yoksa? Erkekler, Sanihanın yanından uzak laştılar, hatta Osmanlı Bankası şubesınin dırektörü Ihsan Azamet Bey bile kolu nu gene kadınm arkasından çekti. Oturduğu yerden kalkıp gitti; udî Cemilenin yanına oturdu; kendisine has teklifsizlik ve küstahlıkla tıpkı Sanihaya yaptığı gibi elini kadının sırtından dolıyarak kana penın arkalığına kcydu; daha ileri giderek öteki elile de Cemilenin bir elini tuttu. Biraz evvel Sanihaya o kadar şairane ve romanesk bir lisanla yanıp yakılmış olan maden mühendisi de, onların yanına giderek Şamlı udinin hâlâ Ercümendin kolunda duran öteki elini tutup çekti Çin sularına dehşet salan güzel dansöz! Dilber May, yıllarca korsanlıktan sonra gene tiyatroya dönmek istedi, fakat birdenbire esrarlı şekilde ortadan kayboldu Hollywood di rektörleri ve zabıta, dört aydanberi May Scott ismin de eski bir dan sözü harıl harıl aramakla meşgul dür. Amerikadan Çin denizlerine ka dar şöhret salan bu sabık dansözün son derece garib bir macerası var dır. May Scott, Hol lywood tiyatrola rından birinde ikinci derecede bir dansözdü. İki sene evvel, diğer dan sözlerle beraber prova yaptığı es nada, direktörle aralarında çıkan bir münakaşa üzerine birdenbire tiyatroyu terketti ve o gün tesadüfen karşısma çıkan Hu Yen Fu isminde Grigoryos Kirilos 1821 de Osmanlı İmparatorluğu aleyhine büyük bir ayaklanma tertib olunmuştu. Tarihlerde Mora isyanı diye yazılı olup beş altı sene süren ve on binlerce Türkün ölümüne sebebiyet veren bu ayaklanmayı tertib edenlerin, yürütenlerin, büyültenlerin başında papazlar vardı. Allah namına konuşan, insanlan iyiliğe sevketmek vazifesile mükellef olduklarım söyliyen papazlar, Türk kanını heder sayıyorlardı, mihrablardan o kanm mümkün olduğu kadar bol dökülmesini telkin ediyorlardı ve üstelik, Zünnar yerine kılıc kuşanıp asilerin önünde öldürülecek Türk aramağa koşuyorlardı. Bütün Mora, bütün Makedonya ve bütün adalar kan içindeydi, bu kanlar hep o papazların emrile, telkinile, zorile akıtılıyordu. Facianın ehemmiyeti şu bir iki örnekle anlaşıhr: Navarin gibi Mora kasabalarmda oturan müslümanlar memedeki çocuklara kadar öldürülmüştü. Girid Türklerinin hemen yansı kılıcdan geçirilmişti. Bir yıl içinde denizde yakalanıp yolcusile, tayfasıle birlikte yakılan Türk gemilerinin sayısı iki yüzü geçmişti. Babıali işte bu durumda sert tedbirler almak zorunda kaldı, bir taraftan isyanı yatıştıracak askerî teşebbüslerde bulunuyordu, bir yandan da gizli teşekkülleri meydana çıkarmağa savaşıyordu. Bu ikinci iş, birincisinden daha müşküldü. Çünkü her kilise bir silâh deposu halindeydi, İstanbul patrikhanesi de ayni vaziyetteydi. Nihayet iş büyüdü, Patrik Grigoryosun isyanla bizzat alâkadar olduğu meydana çıktı ve birçok ta vesikalar bulundu. Artık Babıali için yapılacak bir muamele vardı: Patriği cezalandırmak!... Sadrazam Benderli Ali Paşa bu muameleyi yaptı ve Grigoryosu astırdı. Vay efendim vay, siz misiniz patrik asan?.. Bütün Avrupa yerinden oynamıştı. Fransada Viktor Hügo, İngilterede Lord Bayron kelime yerine gözyaşı kullanarak şiirler yazıyorlardı, yetmiş iki milleti Osmanlılar aleyhine ayaklanmaya davet ediyorlardı. O arada cerrarın biri de İstanbul mezarlıklarından çıkarıp Rusyaya götürdüğü bir ölüyü patriğin cesedi diye Petersburg sokaklarında dolaştmyordu ve Çarlık Rusyasını Mora isyanına yardım için kışkırtıyordu. Bunlar, bu yaygaralar ve bu propagandalar verimsiz kalmadı. Osmanlı donanması Avrupalılar tarafından Navarinde yakıldı. Rus orduları Balkanlan aşıp Edirneye ulaştı ve Mora isyanı meşru bir ihtilâl sayılarak asilerin istedikleri Babıaliye zorla kabul ettirildi. * * * Dünkü gazetelerde Habeşistan kilisesinin reisi ve bütün o diyar hıristiyanlarının mukaddes patriği Kirilosun İtalyanlar tarafından kurşuna dizildığı yazıh idi. Adamcağızın suçu, vatanlarını istilâdan kurtarmak için silâha sarılan Habeşlilere yardım etmekmiş!.. Ben, tebaasından bulunduğu devlete karşı isyan tertib eden Grigoryosun asılması üzerine şahlanan Avrupanın, öz yurdunu müdafaa ettığinden dolayı kurşuna dizilen Habeş patriği icjn nasıl bir heyecan göstereceğini merak ettim, bütün ajans telgraflarını gözden geçirdim. Bulabildiğim şey, umumî bir kayıdsızlıktan ibaret kaldı. Bunu, bu kayıdsızlığı medeniyet hesabına bir terakki mi saymalı, yoksa yüz yıl önceki hareketleri bugün tekrar edecek babayiğit mi kalmadı demeli?.. İşte kestiremediğim nokta!.. Hâdiseden sonra suikasd müteşebbisi polisler tarahndan götürülürken Son İngiliz gazetelerinde bundan bır iki hafta evvel İngiltere Kralına karşı suikasde teşebbüs cürmü meshudile yakalanan Mc Mahon adlı İngilizin istintakına aid tafsilât vardır. Başka memleketler gibi Krala ve büyüklere karşı suikasdlerin ender denecek kadar az olduğu îngilterede, böyle bir dava tabiatile çok enteresandır. Bu tafsilâtı karilerimize veriyoruz: Mc Mahon yedi senedenberi Londra'da ikamet eden bir İngilizdir. cvlidır. Bundan evvel gene cinayetle itham ve tevkif edilerek muhakeme edilmeden evvel Londranın bellibaşlı bir spor kulübünün kâtibliğini ifa etmekte bulunuyordu. Bu itham altında kaldıktan ve nahak yere üç buçuk ay hapis yattıktan sonra, temyizde beraet etmişse de kendisine bu suretle leke sürülmüş olduğundan tekrar işine alınmamıştır. Bunun üzerine Mc Mahon gaezteciliğe başlamıştır. Şimdıki halde pek sevdiği kansını miireffeh geçindirebilmek şöyle dursun, bazan yiyecek tedarikinde bile güçlük çekmekte idi. Kral Beşinci Corca sağken ve İngiltere Dahiliye Nezaretine de müteaddid defalar müracaatle bu haksız muameleden gördüğü zararın hiç ol mazsa nakdî bir mükâfatla telâfisini istida etmişse de hiçbir netice alamamıştır. Sekizinci Edvvard tahta çıktıktan sonra ona da müracaat etmiş ve ondan da birşey çıkmayınca talihine büsbütün küsen Mc Mahon gündelik nafakasım çıkar tnaktan âciz bir hale düşmüştür. Mc Mahon hikâyesinin sonunu şöyle anlatmaktadır: « Herkes o kadar memnun ve mesrurdu ki onlan adeta kıskanıyordum. Cebimde bir lokantaya girip te bir övün yemek yiyecek kadar param yoktu. Bu haleti ruhiyede olan bir adam kendisini b'ldürmek istemez de ne yapar? Kalabalığın arasından sıyrılmak için şöyle bir kenara çekilmek üzere iken aklıma birdenbire Kralın nazarı dikkatini celbetmck geldi. Bir kere onun nazan dikkatini celbe muvaffak olursam hiç olmazsa bundan sonra dığer İngiliz tebaalan bana reva görülen fena muamelelere maruz kalmazlardı. Biraz sonra Kralın uzaktan bize doğru geldiğini görünce anî olarak tabancam aklıma geldi. Elimi cebime atarak çıkardım ve tam önümüzden geçmekte iken rövolverimi Kralın önüne doğru fırlat tım.» Mc Mahon her zaman tabanca taşıyıp taşımadığına ve tabancasınm dolu olup olmadıama dair sorulan suallere su cevabı vermistir: « Hükumet nam ve hesabına bazı malumat toplamak işini üzerime almış oldugum icin tabancasız gezmek âdetim değildir. Maamafih tabancam her zaman için dört kurşunla doludur. Fakat her türlü kazaya karşı alınmış bir tedbir ol mak üzere hiçbir zaman namluda kur şun bulundurmam. Ayni zamanda yere düşerek patlaması ihtimalini de diişünerek tabancamı emniyete almış bulunuyordum. Esasen Kralın binmekte olduğu atm epey ilerisine fırlatmış olmakhğım da nazan dikkati celbetmekten başka hiçbir gayeye hizmet etmek emelinde olmadığımı gösteriyor. Esasen Kralı vurmak istemiş olsaydım; polise vermiş olduğum ifadede de bildirdiğim çibi bu o kadar güç birşey değildj. Ben Krah değil; kendimi vurmak istedim. Fakat belki nazan dikkati celbe derim diye diişünerek bu tarzı hareketi ihtiyar ettim. Çünkü gerek Kral hazretleri, gerekse Sir John Simon düçar oldu ğum mağduriyeti bilmiş olsalardı muhakkak surette derdime bir çare bulurlardı. Ben ismimin gazetelere geçmesi için de böyle bir harekete tasaddi etmedim. Yegane arzum her nasıl olursa olsun nazan dikkati celbetmekti. Hiçbir vakit Kralı vurmak aklımdan gecmedi. Ancak kolumu fena halde sıkan polis memuru Dick beni parktan geçirirken diğer memurların yanında bana «Sizi hınzır ecnebiler; buraya Krahmızı vurmağa mı geliyorsunuz?» demesi üzerine ben de kızarak: «Eğer böyle bir niyetim olsaydı onu kolayca vurabilirdim.» de dım. Bunu, beni muhafaza eden bütün polis memurlan duydular. Mc Mahon İngiliz tabiiyetinde olduğunu söyledikten sonra beraetini taleb etmistir. Avukatı, vak'ayı hulâsa etmiş ve Mc Mahonun tabancasını cıkarıp Krala tev cih ettiğini hiçbir şahidin ifade etmediğine nazan dikkati celbetmiş ve şahidlerden hicbirinin Mc Mahona cinayet kasdile teşhiri silâh cürmünü atfetmediklerini söylemiştir. Bu şartlar altında Mc Mahonun cürmünün tahaffüf etmesi lâzım geldiğini bildirmistir. Mc Mahonun avukatı Alfred Kerstein, isminden de anlaşılacağı üzere sonradan Inoiliz tebaasına geçme bir şahsiyettir. Mc Mahon da aslen İngiliz değildir. Maamafih bunlarla İngiltere Kralına karşı yapılması tasavvur edilen bir sui kasdde parmağı bulunduğunu ima etmek ıstemıvoruz. Sadece hâdiseyi kayidle ge May, bir kaptanın teklifini kabul ederek c nunla evlendi. Hu Yen Fu, dünyayı dolaşan bir geminin sahibi idi. Çinden aldığı malları, Brezilyaya, Meksikaya, Hindista na, Mısıra götürürdü. May Scott, tiyatro direktörünün abus çehresine, dan sözlüğün tahammül edilmez işkence lerine, Çinli bir kocanın ve durmadan devri âlem seyahati yapmamn müreccah olduğunu düşünmüştü. Amerikalı dansözle Çinli kaptan Şanghayda ev lendiler. May, kocasının, Kuang Çe ismindeki gemisinde hiç bilmediği bir hayatla karşılaşmışh. Bembeyaz, nihayetsiz suların üstünden doğan güneşle bera ber uyamyor, arkasında Çinli bir de nizci esvabile güvertede koşuyor, saç ları rüzgârdan darmadağın, bütün gün gemicilerin manevralarını seyrediyor du. Fakat, gece olup ta gemi zabitanı onun etrafına toplanarak kendisine bin bir korkulu macera, korsan hikâyeleri anlatmağa başladıkları vakit, bunları yarı zevkli, yarı korkulu bir ürperme ile dinliyor, sonra, başkalarımn aşk rüyalarına dalması gibi, o da kanlı maceralardan ibaret rüyalarla dolu bir uykuya gömülüyordu. Bir gece, May Scott, büyük bir gü rültü ile uyandı. Gemi, denizin orta sında durmuştu. Kamaranın kapısı vuruldu. May, kapıyı açtığı zaman karşı sında, rövelverli iki Çinli gemici duruyordu. Kendisini alıp kaptanın kamarasına götürdüler. May Scotta, içeri girdiği zaman bir takım gemicilerin kocasının etrafını çevirmiş ve rövelverlerini ona tevcih etmiş olduklarım gördü. Hu Yen Fu gayet sakin görünüyordu, kansına: Gemiyi korsanlara bıraktım. ben gene kaptan olarak kalıyorum. Fakat şimdi kendilerine sadakat yemini edeceğiz, dedi. Ve ayni gece, geminin bütün efradı. güvertede toplanıp ve bizzat May, korsanlara sadakat yemini ettiler. Artık, Kuang Çe vapuru, Çin limanlarına uğrıyamıyacaktı. May Scott için artık hakikî maceralar devresi, bin bir tehlike ile dolu Çin sularında hakikî bir serseri hayatı başlamıştı. Korsan gemisinin ilk macerasında, hücum edilen vapurdaki hasaratı uzaktan dürbinle seyretmiş, ikinci vak'ada Cemile Hanım, kıskanıyoruz doğrusu, dedi. Daima Ercümend Beye iltifat ediyorsunuz. Mühendis kendisini kolundan çekince Cemilenin yüzü Sanihanın bulunduğu tarafa dönmüştü. Onu gördü. Gene kadm sararmış, sanki baygın gibi duruyor, zözlerini açmış Cemileye bakıyordu. Cemile, Ercümende sordu: Kim bu hanım? Ercümend cevab vermedi. O da Sanihaya bakıyordu. Birdenbire, kimbilir, nasıl, şeytanî bir düşünceye kapılarak haşin bir hareketle kadının elini mühendisin elinden çekip kurtardı ve Sanihaya meydan okur gibi bir hareketle bu eli havaya kaldırdı; sonra, adeta yırtıcı bir öpüsle öptü. Saniha bağırmak istedi; fakat feryadı boğazınm içinde düğümlenip kaldı. E r cümendin bu hareketinden o kadar iğrenmiş, o kadar üzülmüştü ki yerinden kalktı, sallanarak kapıya doğru yürüdü. Biraz evvel etrafmda bir hayranlık halesi vücude getirmiş olan erkeklerden hiç biri, onu durdurmak için yerinden bile kımıldamamıştı. Udî Cemıleyi Ercümendin e linden almak hırsına kapılan bu beyler, hatta onun odadan çıktığınm bile farkına varmamışlardı. bir eski zaman kıyafetile emirler vermeğe başlamış, üçüncü de fasında mağlub edilen gemi efradını yakmdan görmek istemişti. Bu hal tam bir sene böylece devam etti ve günün birinde, Çin zabıtası, Amerika zabıta sile müştereken, Kuang Çe vapuruna karşı bir taarruz hazırladı ve bir tem muz sabahı, korsan gemisi, delik deşik, yarı harab bir halde, Çin denizlerinde firara kadem bastı. Mürettebatm yarısı ölmüştü. Ölen lerin içinde May Scottun kocası Hu Yen Fu da bulunuyordu. Amerika ve Çin gazeteleri, tekmil tüccar gemilerine musallat olan bu korsan gemisinin uğradığı mağlubiyeti uzun uzadıya yazdılar. Geminin birkaç mil ötede her halde battığı tahmin ediliyordu. Amerikalı dansöze acıyan kımseler de vardı. Fakat, Kuang Çe batmamış, asıl efsanevî maceralarma o günden sonra başlamıştı. Korsan gemisinin, kırmızı saçlı bir kaptanın idaresinde olduğu halde, el'an Çin denizlerinde dolaştığı, bu garib kaptanın mağlublara karşı son derece gaddar davrandığı, bir ay zarfında üç gemiye taarruz ettiği ve mürettebattan bir tek kişiyi bile sağ bırakmadığı rivayetleri almış yürümüştü. Bu kızıl saçlı kaptanın maceralarını işiten gemiciler, onun May Scotttan başka birisi olma dığını biliyorlardı. Denizciler arasında türlü türlü efsaneler hikâye ediliyordu. Fakat, May Scott, günün birinde, geminin radyo memurunu çağırtarak Amerikaya, eski direktörüne bir telgraf çektirmiş, tekrar dansöz hayatma dönmek istediğini bildirmiş, geminin bu lunduğu mevkii tarif etmişti. İki saat sonra aldığı cevabda, direktör kendi sine muazzam bir ücret ve üç senelik kuntrat teklif ediyordu. May, tiyatroda başrolü oynıyacaktı. May Scott, bu telgrafa derhal bir cevab vererek on gün sonra Nevyorkta bulunacağım bildirdi. İşte o gün bugüııdür, kızıl saçlı kaptanın ve korsan gemisinin ismi bile işitilmez olmuş. ne Çinden, ne Amerikadan, eski dansöze dair en ufak bir haber almamamıştır. Şanghay gemicileri, elbirliğile âşık oldukları May Scottun, tekrar insan arasma karışmak kararını vermesi bir cinayetmiş gibi. onun ismini bile an mıyorlar. May Scott, gemisüe beraber esrarengiz bir şekilde kavbolmuştur. Koridorda yürürken Ercümendin sesi işitiliyordu: Beyhude uğraşmayın, boşuna yorulmayın. Cemile benimdir. Haydi yavrum evine git. Udunu akordet, şimdi ben de gelirim, senin istediğin bütün şarkıları söylerim... Sabaha kadar eğleniriz. Saniha duvara dayanmağa mecbur oldu. Kocasına iltica etmek istiyordu. Fakat onu, nerede bulmalı? Kazinonun büyük salonundan öyle gürültü geliyordu ki bu perişan halile oraya girmek cesaretini göstermeği aklına bile getiremezdi. Avluyu geçerek meb'us beyin salonuna girdi. Oda loş ve boştu. Lâmba tütüyordu. Fıtili indirdi; fakat eli o kadar titriyordu ki fazla çevirdiği için odayı karanlık bastı. Fitili tekrar çevirecek kudreti yoktu. Şimdi lâmba, bir gece kandili gibi odaya sönük bir ışık veriyordu: «Böyle karanlık olması daha iyi» dedi. Kendi kendimi, kendi mahcubiyetimi göremem.» Her zaman oturup iş işlediği koltuğa yığıldı. Bütün vücudü titriyordu. Aman Allahım, kendisine ne büyük hakaret etmişti. Gözlerinin önünde bu zevk kadınının koluna girmiş, ona iltifatlar etmij, hatta elini bile öpmüştü. Bütün bun Af. TURHAN TAN ları, kendisine inad yaptığım göstermek için Sanihaya bakarak, ona meydan okuyarak yapmıştı. Kendi huzurunda böyle bir kadının sadece ismini anan adamın dişlerini dökeceğini söyliyen Ercümend, bunu yapsın ha!.., Vay gidi namus ve iffete hürmetkâr beyim vay! Bu aşiftenin, halkın huzurunda boynuna sarılmasma ve kendisini bir anne, bir abla şefkatile seven muhterem arkadaşı Sanihanın gözleri önünde onun tarafından sevilip ok şanmıya müsaade ve tahammül etmişti. İyi amma kabahatli olan yalnız Er cümend miydi? Bu akşam, kendisi de neler yapmıştı? Sanki o sokak kadınından daha başka türlü mü hareket etmişti? O kadın, kendi hayatını yaşıyor, kendi rolünü yapıyordu. Kendini satıyor, aldığı para mukabilinde, hile filân yapmadan namuskârane kendini veriyordu. Bu akşam da gelip dostunu bulmuş, onu safi yetle herkesin önünde okşamıştı. Halbuki Saniha, kendisini, afif ve namuslu zevce, kibar âlemine mensub mürai ve riyakâr hanımefendi, etrafındaki erkeklerle alay etmiş, onları tahrik etmiş, zavallıların hiç birini tatmin etmiyeceğini bile bile onları boşuna ateşlendinnişti. lArkast vari "Cumhuriyet,, in tefrikası: 29 Alldin Daver DAV'ER Kazinoda kıyamet kopuyordu. Amatör caz takımı çahyor, çiftler dönüyor, düdükler ötüyordu. Coşkun bir neş'enin garib uğultusu, tufandan evvel yaşamış bir hayvan gibi uluyordu. Beyni garib bir uyuşukluk içinde, etrafındaki erkeklerin kendisine söyledik Jerini birbinnden ayıramıyor, söyliyenler gibi sesleri de sözleri de birbirine karışıyordu. Yalnız ensesini dayadığı kolun yavaş yavaş aşağıya doğru kaydığını, her an biraz daha beline doğru yaklaştığını hissediyordu. Deliren başının içinde, şimdi, bir tek Üüşünce vardı: «Ah, ne olur, Süha geliverse şimdi... Beni meydanda göremeyince, ne de olsa biraz endişeye düşer. Ne olur, biraz merak edip gelse... Beni, bu halde, etrafımı •aran erkeklerin arasında görünce belki biraz kıskançlık daman kabarır da o ar kadaşça kayıdsızlığından artık vaz ge çer, ve belki de şu belime sarılmak isti yen herifin suratına bir tokat yapıştırır. Ah bir gelse, bir gelse...» Etrafındaki gruptan bazı sesler işitildi: Cemıle, Cemile, udî Cemıle!.. Sanıha, geleni görmek içm arkalarma dönen erkeklerin arasından sarışm, zayıf uzun boylu bir genç kadının içeri girdi ğini gördü. Siyah satenden bir tuvalet giymişti, onun da boynunda kırmızı bir mercan gerdanlık vardı. Ayni zamanda Ercümend de iskemlesinden fırladı. Kadın onu görünce yanına atıldı: Ercümend, demindenberi seni anyorum. Neredesin ayol? Ve harfini Arablar gibi kuvvetle te lâffuz ederek ilâve etti: Vallahi, senin için geldim. Artık, neden hiç bana gelmiyorsun?