A m ir İ U i : : Sahife 6 PAZARTESİ KONUŞMALARI: ET ME Bizin olduğu gibi başka memleket- Terin de pek <ok halk ve devlet adam- larını yormuş olan bu mesele, Saü: bir belediye ve hükümet davası olmak-| bütün bu hayâ v& varlık yaratmıya mecbur olduğumuzu | Ja kalmamıştır. Birçok fikir ve beden adamları, hattâ filozoflar bununla ya- kından ilgilenmişler; hayatlarını etin lehinde ve aleyhindeki inanışlarına gö- re düzenliyecek kadar ileriye gitmiş- lerdir. Meselâ meşhur İngiliz filozofu Herbert Spenser et tarhftarlarınn ba- şında gelir, ona bakarsanız bir millet ve cemiyetin mücadele kabiliyeti, sar- fettiği etin miktarile ölçülür. Bir arkadaşımla beraber gittiğim Londranın ikinci derecedek! büyük bir otelinde sabah kahvaltısı eden İngi- Hzleri üm zaman bu davanm ne kadar yerinde olduğunu anladım. Türlü türlü balıklar, yanında bizim pastırma piliç eti gibi kalan kuru sa- lamura etler, kahvaltı sofralarının esaslı” gida unsurlarını teşkil ediyor- du. Zeytinle peyniri doğru dürüst mi- delerimize sabah sabah kabul ettire- miyen bizler, bu yaman karniyorları hayretle ve iştihamızı kesen bir tak- dirle seyretmiştik. Anladık Ki, Anglo Saksön ırkı, aslan, kaplan, tilki, kürd gibi inad ve israrla mücadele kabiliye- tini etle tazelemektedirler, Diyeceksiniz ki: Ayı, fil gibi” ete ehemmiyet vermiyen hayvanlar bu saydıklarından daha mi az zeki? Hem onlar berikilerden daha çok yaşamı- yorlar mı? Hem de bu ot yiyiciler yır- tacı değil; mizaçlarında asil bir sükü- net hâkim, Kendilerine büyük bir za- rar verildiği zaman, yahud büyük bir tehlike karşısında (bulunduklarına inandıkları vakit coşuyorlar ve başka- Jarı için tehlikeli oluyorlar, Et yemek; hayvanlar için yegâne kudret membal olsaydı bu cinsten olanlar, çok miskin ve çok zebun olmalıydılar. Böyle düşünüp de felsefe kuran bü- yük fikir adamlarıda var. Meselâ Tolstoi bunlardan biridir. Fakat dik- kat edilirse «Dilencileri ve miskinleri kesmelidir» diyen İngiliz filozofile «Her insan, güneş gibi olan Allahın bir ışı- fıdır. Nasıl işik güneşten ve ışık çizgi- leri de biribirinden ayri değillerse Möem oğulları da Allahtan gayri ve her biri diğerinden başka varlıklar sa- yılmamaldır.» davasında bulunan bü- yük Rus hakimini sadece bu sözlerile hangi cemiyetin adamıdırlar kolayca tefrik edilebilirler. Birinde kudretli ol- ma cehdi, öbüründe acımak iradesi güze çarpar. Filozoflar ne söylerlerse söylesinler, hilkatın insana tabiatten istifade yo- lunda verdiği imkânlar daima bize, doğru yolu buldurmaktadır. Değli mi ki, biz et yersek midemiz memnun olu- yor; değil mi ki biz ot yersek vücudü- müz onu kendine seve seve maledebi- iyor; hattâ madenleri bile vzviyeti- mizle hal ve hamur edebiliyoruz, o hal- de nefsimizi hiç birinden mahrum et- meksizin tabiatın her zerresini emörek gelişmeğe, kudretlenmeğe ve yaşamı- Tatlı, munis, cana yakın bir sesle, kulaklarda müsiki tesiri yapan bir sesle konuşuyordu. Metresinin - gözlerinde iki damla yaş gördü, bu yaşlar yanaklarından süzülürken, gözlerinde iki tane daha peyda oldu. Mırıldandı: — Ağlama, kuzum Clo ağlama. Kalbim parçalanıyor. Kadın büyük bir gayretle vekarını topladı, bütün azametini takınarak, hiçkırığı andıran titrek bir sösle sordu: — Kiminle evleniyorsun? Duroy biraz tereddüd etti, ve söy- lemesi lâzım geldiğini anladı: — Madeleine Forestier ile, dedi. Bayan Marelle iliklerine kadar ür- perdi, sustu, önünde diz çöken ada- mı unutmuş gibi derin bir düşünce ye daldı. Mütemadiyen gözlerinde yaş top- Yanıyor, akıyor, yerine yenileri top- Tanıyordu. Kalktı. Duroy, kadının bir şey söy- Jemeden, affetmeden gideceğini an- ladı; bu izzeti nefsine dokundu Alakoymak istedi, eteklerinden fut- tü. Yalvardı: SELESİ ya bakalım. İçimizde atılgan bir as- lan, ihtiyatlı bir fil, çok yaşar bir kuş, Sebat ve istikrara gönüllü bir ağacın larını emen bir unutmıyalım. Bazı doktorlarımızın et hususunda- ki ifrat tavsiyelerini görürüm de şaşa- rım. Mühim hastalıklar müstesna, şöy- le böyle rahatsızlıklarda «ti azaltı. miz!» veya «Hiç yemeyiniz!» diyen he- 'kimlerimizin bu tavsiyelerini yazan ecnebi kitapları ve müelliflerinin mem; leketlerini düşünürüm. Öğle ve akşam yemeklerinde deve pençesi gibi biftekleri, şato briyan- ları, Togbitleri yiyenlere (oyapılan bu: tavsiyelerin © kuş başı et yiyen- lere tekrarı ne kadar yersizdir. İkti- sadi hayatın son yarım asır içerisin- de yoksul ettiği bizde o eski kuzu dol- malarını, takkeci kalibı gibi enseli de- delerimizin şapur şupur yedikleri de- virler çoktan o geçmiştir. Harbiumu- mide beş altı kişilik bir aileye vesika İle tahsis edilmiş olan yüz dirhem eti almak için kasap dükkânının önüne toplanmış yüzlerce kişilik kalâbalığı o'zamanı yaşamış hangi Türk, haya- Tinden silebilir? Aylarca, hattâ senelerce et yüzüne hasret çekenleri hesaba katmıyorum. İhtiyat zabit talimgüâhında soğanlı yahni adile verilen yemek karavanası içinde et değil, soğan ararken kendi- mizi Akdenizde tahtelbahir yakala- mıya çıkmış torpidolara benzetirdik. Camekânını renk renk balıklar, muh- telif şekil ve hacimde kesilip konmuş et parçaları, üstü pırıl pırıl yanan mid- ye 'dolmalarile süslemiş lokantalar, o devrin bizleri için Müzel Hümayundan daha mühim bir ziyaretgâh idi. Mad- di, manevi kıymeti, hattâ flati ne ka- dar yüksek olursa olsun ikinci Ram- ses mumyasının kurumuş etini aç kar: nıma seyretmek, ancak bütün beşer ta- rihine tiksinti ile baktırabilir. Zaten hali vakti iyi olmıyanın nazarında ma- zi, hiç bir zaman zevk verici ve sevini- li olamamıştır. Et alışverişile uğraşanları Ankara- ya toplayıp onlarla tatlı, sert konuşan sayın hükümet başkanımızın sözleri, bence halkın gıdasını temin, hayatını arttırma bakımından tarihe geçecek bir hâdisenin vesikasıdır. Mahalli be- lediye ve hükümet otoritelerinin hal- line muktedir olamadıkları bu mevzu, ancak Başvekilimizin ciddi müdahale- sile halkın lehine halledilebiliyor, Cüm- huriyet hükümetinin aslu bir teferru- at gibi telâkki etmedeği bu davayı, ma- halli otoritelerin, bunlar» tabil şe- kilde halledebilecek vaziyete gelmele- ri için hayırlı bir başlangıç saymalıyız. Mart yaklaştıkça ve gazeteler et me- selesine dair şifa verici yazılar yaz- dıkça halkın hükümete karşı duyduğu şükran hissine ben de işaret ve iştirak ettikten sonra sözlerimi et üzerine söylenmiş eski bir hikâye ve yeni bir temenni ile bitireyim: — Kuzum böyle gitme, | Kadın yaşlı gözlerle, ümüdsiz, ha- | sin, güzel gözlerle tepesinden tırma» ğına kadar baktı, bakışlarından ka- dın kalbinin bütün acısı okunuyor- du; kekeledi: — Söyliyecek... Bir şeyim yok... Bu- rada... İşim yok artık..: Hak... Hak. Hakkın var... Kendine... Lâzm. Olan kadını... İyi intihab etmişsin... Geriye bir adım atarak elinden kurtuldu, gitti. Duroy daha fazla ala- koymak istemedi... Yalnız kalınca, beyninden kurşun- Ja vurulmuş gibi sersemliyerek kalk- fı, sonra kararını verdi, mırıldandı? — Adam sen de..; Kavgasız gürül- tüsüz olup bitti. Bu daha iyi. Omuzlarından ağır bir yük kalk- mıştı, serbestti, yeni hayatına atıl- mak için'hür kalmıştı. Duvarla boks yapmağa başladı, kaderile dövüşüyor- muşcasına mevkiinin ve kuvvetin ser- bestisile duvarları yumrukladı, Bayan Porestier, -— Bayan Marelle'e söylediniz mi? deyince, soğukkanlılıkla: — Tabii, dedi İçinden geçenleri anlamak ister gi- bi duru gözlerle baktı; sing Diplomat hoca!.. Mektebin müdürü Ahmed Cengizi talebeye takdim #dip gittikten sonra sınıfa korku ile karışık derin bir hayret sessizliği çökmüştü. Çocuklar o güne kadar hiç böyle muallim görmemişlerdi!. Bacaklarındaki siyah, meşin ketr- | leri ve haki renk külot panta- Tonile o, hocadan çok bir takım zâ- bitine benziyordu!!. Sırtında yarım bir gocuk vardı. Harman yerleri gi- bi kavruk, sarı yüzünde fıldır fıldır dönen çakır gözleri, baktığı yeri de- lecek kadar sert ve keskindi. Kumral saçları tersine çevrilmiş bir çalı sü- pürgesi gibi idi. Bumunun dibin- den sarkan küçücük bıyıkları, mek- tebe dalma mendilsiz gelen çocukla- rı hatırlatıyordu!.. Bu nüsii muallimdi böyle?. Bir eli göğsünde, bir eli arkasında sınıfı enine boyuns o bir-kere dolaş- tıktan sonr& Mine çıktı. Ellerini Bir kaç daki- kadanberi Matkhalz dat havasile bunalan çocuklar: geniş bir nefes alır gibi hep bir ağızdan; diye çığ- —Malümatı vataniyel., Muallimin kolları iki yay gibi ha- vada gerildi, gözleri biraz daha bon- cuklaştı: — Susunuz!.. diye haykırdı, olma» dıl. Böyle cevap istemem!. Bütün başlar yarı korku, yarı piş- manlıkla önlerine eğildi. Kabil ol sa hepsi sıraların altına saklana- Caktı.. #Bu saat malümatı vafaniye dersi yok mu acaba?» suali herkesin dudaklarında düğümlendi kaldı, kim- se kimseye bir şey soramadı. Muallimin sesi tekrâr çınladı: e Devrin büyüklerinden ve zenginle- rinden biri maiyetinden bir zata nere- de oturduğunu sormuş. (Etyemez)de cevabını alınca o ana kadar tanıma- dığı bu semte kendisini götürmesini emretmiş. Gitmişler, Büyük ve zengin zat, öbürüne demiş ki: — Anladık, burasi Etyemez, bundan sonraki mahallenin adı nedir? — Bundan ötesi hep (etyemez) dir efendim!.. Çok temenni edelim ki, İstanbul be- lediyesi, bu semtin hâlâ olan adını mecszi olduğu kadar haki- ki mânasile de ortadan kaldırmaya mu- vaffak olsun. Hasan - Âli Yücel — Müteessir olmadi mı? — Hayır, bilâkis çok muvafık buldu. Herkes haber aldı. Kimi şaştı, kimi evvelden tahmin ettiğini söyledi, ki- mi de hiç şaşmadıklarını anlatmak istiyerek bıyıkaltı güldü. Genç adam kroniklere D. de Cantel, haberlere Duroy, arada sırada yazma- ğa başladığı siyasi makalelere de du Roy imzasını atıyordu. Günün yarısını nişanlısının yanın- da geçiriyordu. Kadın düğün yapma- ğa karar verdi; nikâhta da yalnız şa- hid bulunacaktı, nikâh kıyıldıktan sonra Rouen'a gidecekler, gazetecinin anasile babasının elini öpecekler, bir kaç gün orada kalacaklardı. 15 mayısta belediyeye gittiler, ni- kâhları kıyıldı, eve gelip. eşyalarını hazırladılar, akşam altı trenile Nor- mandiyaya hareket ettiler, Vagonda başbaşa kalıncıya kadar hiç konuşmadılar. Tren hareket ettik- ten sonra bakıştılar, belli etmek iste- medikleri bir mahcubiyeti örtmek için güldüler. Duroy mırıldandı; — Paris civarı çok güzeldir, bura- larda hayatımın en güzel hatıraları vardır, Kadın: — Ya kayıkla! dedi, Güneş batar- ken kayıkla gezmek ne hoştur. Geçmişteki (o hâyatlarından fazla azan ve resimlerini yapan: Cemal Nadir Bütün gözler «ya nasıl cevap ve- relim?..3 der gibi muallimin çakır gözlerine dikildi. — Keskin, bir ağızdan cevap iste- rim efendiler!,, siniz gibil.. miz nedir?.. Çocuklar bu kadar kolay bir işi demin beceremediklerine eseflenir gibi oldular. Başları dik, gözleri ho cada cevap verdiler: — Malümatı vataniye!.. Kırk beş ağızdan çıkan kuvvetli ses, bir borudan çıkan tek ses gibi odanın içinde çalkandı. Muallim öne doğru eğilerek ellerini ileriye uzattı: — Hah, işte, dedi, şimdi oldu!.. Ve yumruğunu güm diye kürsüye vurarak devam etti: .— İttihaddan kuvvet doğar efen- diler! Gocuğunun düğmelerini çözüp i$- 'kemlesine olurdu. Yeni derse baş- Jadığı bu sınıfın bilgi seviyesini an- Tamak için çocukları kaldırıp sual sormakla vakit geçirdi.. # Muallim Ahmed Cengiz Bulgaris- tan muhacirlerindendi. 'Tâ küçük yaştanberi kulağı hep Türk köylerini basan çetelerin < ihkâyelerile dol muştu. Dedesinin yanında kahveye gittiği zamanlar dinlediği bu hikâ- yeler onun küçücük kafasını karm deşilmiş gebe kadınlar, diri diri ate- Sanki bir kişi imiş- Haydi bakayım, dersi- mesini müdafaa eder, öbür taraf sal- dırırdı! Ahmed Cengiz bu oyunların hep elebaşısı olurdu. Elinde “kalın bir meşe sopası, başında ay yıldızlı keçe külâh, çeşmeye saldıran çetele- re karşı koyar, onlara duman atlı- yırdı!., Ahmed Cengizin bu hava ile bes- lenen çocukluğu, onun hayatında, eski İstanbul yangınları gibi bir tür- lü sönmiyen sağa, sola kol atan yangınların başlangıcı oldu, Seneler geçip ateş saçağı sardıkça O biraz daha yıkıcı, biraz daha kırıcı ve kay- gacı oldu., Bulgaristandan göçtüklerinin er- tesi sene Ahmed Cengizi büyük ümit- lerle darulmuallimine verdiler, Us- lansâ uslansa orada uslanır, aklı başına orada gelirdi. bahsetmek istemiyerek sustular. Ka- rısının karşısında oturan Duroy ka“ dının elini tuttu, öptü: — Parise dönünce arada sırada Chatonda yemek yeriz. Kadın, «Elzemi hoşa tercih etmek lâzım gelecek» demek ister gibi mi- rıldandı: — Yapacak daha nelerimiz var! Duroy kadının elini okşar gibi si- kıyordu, kadın da mukabele edince: — Karım oluşunuz tuhafıma gidi- yor, dedi, Kadın hayret etti; — Neden? — Bilmem. Tuhafıma gidiyor. Sizi öpmek istiyorum, büna hakkım olu- şuna şaşıyorum. Kadın yanağını uzattı, Duroy kar- deşini öper gibi yanağını öptü. — Sizi ilk gördüğüm gün, Forestler- nin beni davet ettiği ilk gece: «Böyle bir kadın bulabilsem» diye düşündüm- dü, İşte buldum. — Aferin sizel Gülümsiyerek yüzüne bakıyordu. Duroy düşünüyordu: «Çok soğuk davranıyorum. Budalalık ediyorum... Acele etmeliyim. Sordu: — Förestier'yi nasıl tânıdınızdı? İmalı bir tavırla: — Röwen'a ondan bahsetmek için mi gidiyoruz? Kızardı Halbuki iş öyle olmadı. Uslanıp akıllansın diye verdikleri yerden o da ha beter olup çıktı. Hem bu sefer karşısındakilerle lâfa başlayınca e$# kisi gibi yalnız çetelerden, mezalimi4 den bahsetmiyor, daha etraflı ve de- rin bilgi le sözlerini zenginleştireiz rek âlemi mat ediyordu!, Mektepten çıktıktan sonra onu Kap radeniz taraflarında bir kazaya baş« muallim tayin ettiler... İlk aylar bi raz sıkılır gibi oldu, Mektepteki mus ellimler onunla daima derslere, mes- Jeğe dalr bahisler üzerinde konuşur yorlar, o, ahvali âlemden, politika- dan lâf açar açmaz; — Amân efendim, bakirinizin bunlara ekl ermez.. Bunlar mü- hamı umuru devlete müteallik me İtirazlarile yan çiziyorlardı!. Kazaya tayininin beşinci ayıydı. Akşamları devam ettiği Vatan kıraat hanesinde kendisine tanıtılan yer- Mletden biriyle beraber bir haftalık başmakale giz işin parasında, pulunda değildi. O, çocukluk günlerinin, ruhunda yaktığı alevle etrafında soğuyan duy guları tutuşturacak, kendi gibi vol — Aman Cengiz bey, dediler, po” Mtikacılıkla muallimlik nasi telif edilir?.. Esasen bizim meslek te sizin heyecanlarınıza müsalt “bir meslek- tir, diğerine ne lüzum var?. Hem maazallah... Ahmed Cengiz hepsinin Jâfını ağ- zına tıkadı: Göreceksiniz, nasıl olacak! Kâlnata ilâni bârp edeceğimi, Dediği de oldu. Çıkardıkları «Dİ- namit» gazetesi daha ilk sayısında ortalığı allak bullak etti. Kaza halki Karadenizde bile böyle fırtına gör“ memişti!.. Gazete sağa Sola çö tayor, sola sataşıyor, onun kirli ça maşırlarını ortaya saçıyor, bunun ip- iğini pazara çıkarıyordu!. Hele başmakalesi!,. Yenir, yutus Yur şey değildi!.. Açıktan açığa Buk garistana çıkışıyor, hattâ bütün dü veli muazzamaya meydan okuyor dul. (Arkası var) — Manasızlık ediyorum. Sizin kar şınızda nutkum tutuluyor, - Kadın sevindi: — Sahi mi? Neden acaba? Duroy karısının yanına oturmuştüe. Kadın haykırdı: — Bir geyik! Saint - Germain ormanından geç” yorlardı; Duroy da bakmak için uzan# dı ve karısının ensesinden uzun uzu öptü Kadın bir müddet kımıldamağı, sonra doğruldu: » — Gıcıklaniyorum, yeter artık. » Fakat Duroy öpmekte devam edi yordu: — Yeter artık. ii Kadının başını tuttu. Yüzünü kep dine doğru çevirdi. Kadın bi istemiyordu, nihayet kurtuldu: — Yeter artık... Duroy dinlemiyordu. Kadın: sa — Georges dedi, çocuk değiliz, RO 'uen'a kadar sabredemiyor musun? Duroy kendini topladı: — Peki dedi, sabredeyim, faka Rouen'a gelinciye kadar konuşacsli halde değilim, Henüz Poissydeyiz. Kadın: — Ben konuşurum, dedi. Gene kocasının yanına oturdu vi avdette yapacakları şeyleri ef Anlattı. Forestier ile oturduğu manda oturacaklardı, Duroy, Fore tier'nin maaşını da alaraktı a BEBETESMYJEHEFH EYUN EEBSEBE FBENESSOFENS #39 OSEFENEPSEEREEİŞ BEEJESESRİFLER ÜZEERERE BSESEFEK EJRHSPRBEEB