Ünye'den, kamyonla Fatsa'ya gidi- Yorduk. Mesafe yirmi sekiz kilometreden iba- Feti. Yol, sahili takiben devam ediyor- du, Bazı yerlerde denizden azami otuz metre kadar uzaklaşılıyordu. On beş Yirmi metreden ziyade bir rakıma Yükseldiğimiz de vaki olmuyordu. Ha- Titaya bakıp da diğer dağ yollarile, da- hili şoselerle kıyas edilirse, nazariye itibarile, bu «şose» geçilmesi pek kolay bir şeymiş intibaını verir. İşte, biz de myona, binmiştik. imize de, bineceği- mize de pişmandık. Şoför bir tank süvarisi kadar mahir bir Anadolu çocuğuydu. Arızalı zemin Üzerinde birkaç yüz metre kadar ara- hi bayı koşturduktan ve bi: li hop- Jatıp zıplattıktan sonra, birdenbire du- Tüyor ve sesleniyordu: — Lütfen ininiz efendim. Önümüzde su dolu bir hendek pey- dalanmış olduğunu görüyorduk. Jan- darmalar, küreklerile, kazmalarile öte- den beriden iri iri taşlar çıkarıyordu. Umumi müdür başta olmak üzere, biz- ler de, bu taşları, otomobilin tekerlek- lerinin geçeceği yerlere yerleştiriyor- duk, Bu faaliyetler esnasında dizleri- mizden yukarı bir karış çamura bat- Miştık. Umumi müdüre: — Gene Allah razı olsun ki, sizinle birlikte seyahat ediyoruz da yanımıza Jandarmaları verdiler. Yoksa, bu ten- ha yerlerde insana raslanmıyor, sap- larıp kalırdık!- dedim. Yerlilerden Kunduz Sami atıldı: — Bazan büyük bir devlet adamı- hın bu yolda gecelemesine jandarma- lar da mâni olamıyorlar! - dedi, - Zira, geçen kış, Ziraat Vekili, işte tam şu- Tada, şu kireç ocağının yanında saba- Yu etmek mecburiyetini duydu. Maiye- İindeki adamlarla birlikte ne ileri gi- debildi, ne geri geldi. Başka bir yerli münevver olan Sun- turluzade: — Köylüler bu yola «Paşayolu» is- mini koymuşlar! -dedi- Zira, kendile- TI, atlarile, kağnılarile kestirmelerden, kıyılardan geçerler. Bu yoldan İse, âle- Yâde insanlar, arabalar işlemeyip an- cak böyle kırk yılda bir ekâbir otomo- billeri, zar zor, hayamola ile geçebildi- Ğİ için, bu mizahi ismi takmışlar. Hakikaten de, arabaya halatlar bağ- Jamış, umumi müdür başta olmak üze- Te, onu, saplandığı çamurdan kurtar- mağa uğraşıyorduk. Bu teşebbüsümüz- de de muvaffak olduk, Biraz daha iler- ledikten sonra, yol bir dereye geldi. Şoförümüz, radyotörü çuvallara sardı; eksos borusuna bir yedek boru ilâve etti; daha bir takım tertibatlan son- ra paçaları sıvadı. Derenin ne tarafı batak, ne tarafı çakıllar olduğuna dair, ayaklarile bir keşifte bulunduktan son- ra: — Su, ancak 60 santim yüksekliğir dedir. Geçeriz!- diye makinesini işlet- ti ve şüphesiz otomobilin mucidini bi- le hayrete düşürecek ve ona; «Ben bu arabayı bu iş için yapmmaıştım!» de- dirtecek olan bu tertibatı sayesinde karşı yakayı buldu. Birkaç yüz metre daha hizla ilerle- dikten sonra, tâ ilerde, iki jandarma- nın ortasında, bir kadının, bizim iler- lediğimiz istikamette yürüdüğünü gör- dük, — Bu da kim?- diye sordum. — Bıllık Emine!. — Hırsız mı? Katil mi?, — Hayır! Fahişedir... Sözüm meclis- ten dışarı dağ orospusu... Geçen gün yakalandı... Şimdi vilâyet merkezi olan Ordu'ya, geneleve sevkediliyor. — Geneleve mi? — Evet... Yeni tabir... Eski lisana tercüme edince mânasını anlıyacaksı- Tiz... Bu sefer, önümüze başka bir dere çıkmıştı. Bu, daha azgın bir şeydi. Üze- rine muazzam bir çetele halinde çen- tilmiş bir kütük,köprü halinde otur- tulmuştu. Bu köprü, üç dört yerinden çatalvari ayaklara basıyor, uzaktan bakılınca, kabiettarihi bir hayvanın iskeletine benziyordu. Jandarmalarla kadın, daha biz kendilerine yaklaşma- dan, elele tutuştular. Köprünün iğri büğrü dallardan yapılmış parmaklığı- nın da yardımile muvazenelerini kay- betmemeğe çalışarak, öte tarafı bul- dular. Yürüyüp gittiler. miştim. nr ve şüphesiz için- de yiyecek olan kirli çıkınını koltuğu altına almıştı. Eteklerini, Nasreddin hocanın cübbesi gibi arkasına topla- mıştı. Tombul bacakları çamurlu, fa- kat vüdüdü zindeydi. Başı örtülü ve namazbezi çenesinin altından iğneliy- di. Biran bize baktı. Fıldır fıldır gözlerini gördüm. Yanakları da kırmı zı kırmızı, elma gibiydi. Biran, onunla meşgul olamadık. Zi- Ta, bu derenin içinden geçmek imkânı olmadığı için, onun deniz kenarında yarattığı deltadan arabamızı yürüte- cektik. Sahil, baştan başa, yumurta büyüklüğünde beyaz ve muntazam ça- kıllarla doluydu. Derenin suyu bunların arasından akıyordu. Lâkin kamyonu yürütelim derken bu taş bataklığına saplattık. Deniz fırtınalıydı. Bir iki muazzam dalga,az daha varımızı yoğumuzu alıp götürüyordu, Allahın bu yaman tabiati ortasında, elimiz böğrümüzde, arabasız ve eşyasız kalacaktık. Bir iki heyamola daha... Kurtardık kamyonu... Fakat bu ameliyede bir çeyrek, yarım saat kadar sürdü. Kendimizi selâmete çıkardığımız için, gene Emine hikâyesine karşı alâ- kam uyandı: — Neymiş, ne olmuş bu Billık Emi- ne?- diye sordum. j — Ne olacak?.. Bütün dağ fahişele- | ri gibi başlıyan bir hayat: Köyde hâ- misiz bir kadın.. Her nasılsa bir hata işliyor. Bu hali hovarda delikanlılar ârasında şayi olunca kendisini dağa kaldırıyorlar... Artık bıçak, tabanca, baskın tehlikeleri arasında bir hayat... Elden ele dolaştıktan sonra, bir gün mecruh düşüyor. Yarasına bakan bir askeri doktor ona acımış. Emineyi tövbekâr etmiş. Yanına hizmetçi olarak alıp İstanbula getirmiş; sonra da, has- en birine hizmetçi olarak Yer | m de Adalardan birindeki bir birkaç kal vapur ra atlayıp, gene buraya, bu dağlara gelmiş... Eski ho- vardalarını bulmuş... Onun sebebinden | gene kanlar dökülüyor. Bu sebeple Emineyi yakalayıp Ordu'daki geneleve gönderdiler. Fakat bir fırsatını bulup gene kaçıyor... Bu sefer, ceza olsun di- ye, dört günlük yolu yürütmeğe kalk- tılar... İşte, görüyorsunuz, gidiyor... Otomobil, gene rahat yolu bulmuş- | tu. Usta şoförümüz bütün hizile ma- | kineyi sürüyordu. Sekiz on erkek dö- nüp, jandarmalar arasında götürülen bu kadına hayret merakla, alâkayla baktık. Onun da gözleri parladı. Elile bize bir selâın verdi. Tam İstanbul şivesile ve sicak bir kadın sesile: — Uğurlar olsun baylar!- diye hay. | kırdı. O zâman, bu gözlerin parıltısından, bu sesin canlılığından ve bu ruhun sevinçle titremesinden muanmayı keşfettim: İstanbulda silik, mânasız kalmağa razı olamamıştı. Tanrının bu vahşi ta- biati ortasında bile olsa, erkeklerin o- na, onun şöhretine, merakla, ihtirasla, hayranlıkla bakmalarını istemişti. Ve biz şehirli bayların bile alâkasını gö- Tüyordu işte... Şimdi, memnundu, balh- tiyardı, dünyalar onundu... Yürümesi büsbütün zindeleşmişti... Çamurların Üzerinde taştan taşa ceylân gibi seki- yordu... Veli Nuri Bu akşam, Nöbetçi eczaneler Şişli: Pangaltıda Nargileciyan, Tak- sim: Limonelyan, Beyoğlu: İstiklâl caddesinde Dellâsıda, Tepebaşında Kinyoli, Galata: Hüseyin Hüsnü, Ka- sımpaşa: Vasıf, Hasköy; Hahcioğlun- da Barbut, Eminönü: Beşir Kemal, Heybeliada: Tomadiz, Büyükada: Mer- kez, Fatih: Saraçhanede İbrahim Ha- Yi, Karagümrük: Ali Kemal, Bakır. köy: Hilâl, Sarıyer: Osman, Tarabya, Yeniköy, Emirgân, Rumelihisarındaki eczaneler, Aksaray: Cerrahpaşada Şe- ref, Beşiktaş; Süleyman Recep, Kadı- köy: Söğütlüçeşmede Hulüsi Osman, İskele caddesinde Saadet, Üsküdar; İmrahor, Fener: Balata Hüsameddin, Beyazıd: Asadoryan, Küçükpazar: Ne- cati, Samatya: e Kocamustafapaşada Rıdvan, Alemdar: Cağaloğlunda Ab- dülkadir, Şehremini: Topkapıda Nâ- m. İstanbul — Öğle neşriyatı: Ja Türk musikisi, 1250: Hav Muhtelif pilik neşriyatı, 14: BON, Akşam neşriyatı: Saat 18,50 Plâkla dans musikisi, 19,30 Konferans: Doktor İbrahim Zati tarafından (Müerim ve serseri ço- Cuklar ve ıslahaneler). 20 Cemal Kâmil ve arkadaşları tarafından Türk mu ün di peni. 2230 Plükla sololar, opera ve operet par- çalari. 23 SON. Ecnebi istasyonlarm en müntehap programı Marsilya (400) saat 20: (Don Giovanni) «Mozart» ın operast, Sottens (443) 2045: (Madame Butterfiy) opera, Breslav (316) 2230: Konser, Viyana (507) 2320: Senlo- nik orkestre, dLüksenbarg) A) 2230 Chopin (piyano), Viyana (507) 2240: Konser. Dans musikisi Bükreş (364) saat 21,15, Varşova (1339) 23, Lüksemburg (1203) 24, Monako (405) 22,10, Londra (Kısa dalga) 1835 - 20-2 29 Ağustos 937 Pazar İstanbul — Öğle neşriyatı: 1230: PJAK- la Türk musikisi, 12.50: Havadis, 13: Bey- Oğlu (Halkevi gösterit kolu tarafından bir temsil, 14: SON. Akşam neşriyatı: 17: naklen Taksim stadından Güneş muhteliti > Plükla , Selim Tarcan (Çor * Hik- met ve arkadaşları tarafından Türk mu- gikisi ve halk şarkıları, 2030: Bay Ömer Rıza tarafından arabca #öylev, 2045: Ba- yan Muzaffer ve arkadaşları tarafından Türk musikisi ve balk şarkıları (Saat aya- rı), 21,15: ORKESTRA, 22,15: Ajans we borsa haberleri ve ertesi günün programı, 220: Madam Stanjel: Piyano solo, 23: 801 RADYOLIN ile Sabah ve akşam her yemekten sonra mutlaka dişlerinizi Yemeklerin kırıntıları, salyanın ifraz elliği mikroplar, dışarıdan alman muzır mevad. karşısında dişler ve diş etleri eğer mütema- diyen temizlenmezse bozulmağa ve çürümeğe mahkümdur. Çü- rük dişler, mide ve barsak ihtilâ- larından zatürreeye kadar her nevi hastalığa yol açabilir. RADYOLIN ile muhakkak sabah, akşam ve her yemekten sonra, yahut hiç değilse günde 3 defa fırçalamak şartile Kendine beyhude yere eziyet ediyor NEVROZİN varken ıstırab çekilir mi? Baş, Diş ağrıları ve üşütmeklen mütevellid > ağrı, sızı, sancılarla eye, Yomatizmaya karşı NEVROZİ N kaşelerini alınız icabında günde 3 kaşe alınabilir. İ iyor, hakanım! diyordu İ Hikerine ik Kübilây, amiralin köşkünde bir kaç Kantondaki Japo Mabutla konuşuyordu. Özkan ona: “Hakan tarafından geldim seni götüreceğim!, d — Hakikatı ve bildiklerimi yorum, Hakanım! (Ti-Vong) evlenme lâfını duyunca sevinmişti. Çünkü amiral Şütso karı- sının matemini tutmak için en aşağı iki yıl gülmiyecekti ve bu vaziyet kar- şısında kızını evlendirmek de hatıri- na gelemezdi. (Ti-Vong) ancak iki yıl sonra evlenebileceğini biliyordu. Hakanın gözüne girerek evlenmeyi temin etmek hevesine düşen âmiralın kızı şimdi bülbül gibi şakimağa baş- Jamıştı. — General Hun-Kanı kurtarmak bence çok kolay bir iştir, Hakanım! Babam böyle şeylere kulak vermez ama, ben çok inanırım. Japon mahal- lesinde Japonların peygamber gibi taptıkları ihtiyar bir sihirbaz vardır. Bu adam ne İsterse, o olurmuş, Eğer siz bu adamı yakalayıp: «Hun-Kanın esaretten kurtulmasını istiyorum. O kurtuluncaya kadar seni hapsedece- gim. Sana güneş yüzü göstermiyece- gim!; derseniz, umarım ki, esir gene- ral çabuk kurtulup gelecek... Bayan Bahadır başını Sallıyarak ciddi bir tavirla söze karıştı: — Ti-Vongun teklifini hemen ka- bul ediniz, Hakanım! Mademki is yanda Japonların parmağı vardır. Böyle bir deneme yaparak işin iç yü- zünü anlamış oluruz, Bu fikir Kubilâya da mülâyım gel- mişti, Ti-Vonga sordu; — Japonların peygamber gibi tap- tıkları bu adam çok ihtiyar mıdır? — İki büklüm olduğu halı her sabah evinin bahçesine çıkar «Ulu “Tanrı - 2ş» İle konuşurmuş. Or güneş görmiyen bir yerde h seniz, Japonlar buna-dayanamazlar, Ve bu suretle her şey kolayca meyda- na çıkar, General Hun - Kan da çar- çabuk (Yay) adalarından Kantona gelir. Hattâ belkide bu vesile ile (Yay) adası isyanı bastırılmış olur. Kubilây, (Ti - Vong) un fikirlerini makul gördü. Maliyetindeki zabitle- söylü- ! re Japon sihirbazının yakalanıp gü- neş görmiyen bir yerde hapsedilme- sini emretti. - Başkumandan Bayan bahadır: — Ti - Vong çok akıllı bir kıza ben- Eğer söy- ledikleri tahakkuk ederse, onu her halde - babasının matemini bekleme- den - evlendirelim. Bu kadar güzel bir çiçek, bu dikenlik içinde solup gitmesin General Liyo da Bayan bahadırın ik etmişti. saat istirahat ettikten ve şehir mu- hafızlarile yüksek memurların 2i- İ Denizleri bir anda kurutaca- ğını söyliyen bir sihirbaz tevkifine memur etmişti. lerden birine sordu: — Siz Moyadan korkar mısınız? sibet yağdırır. niye KUBİLÂY HAN Yazan: İskender F. Sertelli yaretlerini kabul ettikten sonra, ak- şamüstü gene ayni alayla ve debde- beli bir yürüyüşle şehir dışına çıka- rak ordu merkezine döndü. Kubilây, maiyet zabitlerinden «Ce- İ sur kartal» diye anılan Özkanı, bir mikdar askerle Japon sihirbazının Özkan, Kanton muhafizile birlikte Özkan yolda giderken yerli asker- — Elbette karkarız. O, isterse bir anda Kantonun altını üstüne getirir ve başımıza bin türlü felâket ve mu- Bu, Çinlilerin büyük ve tanınmış sihirbazlara peygamberlik ünvanı gi- No. 155 n sihirbazı o sırada eyince şaşırmıştı... bi verdikleri bir addı. Her sihirbaz Moya olamazdı. Moyalar, mabudlar- Ja başbaşa kalır, konuşurlar ve ma- budlara yer yüzünde vekâlet eder- Jerdi, «Kanton Moyasış adım alan bu sihirbaz ise hemen hemen ötekilerin hepsinden daha yüksek ve mucize göstermek hususunda daha zengin ve kuvvetliydi. Kantin Moyası bir gün amiral Şüt- $o ile münakaşa ederken: «— Benimle çok uğraşma... De- nizleri bir anda kuruturum; gemi- lerin ve denizcilerin mahvolurlar!» Demişti. Moyanın bu sözünü duyanlar ami- rale koşarak, şehrin ve yerlilerin bir felâkete maruz kalmamaları için, Moyayı rencide etmemesini rica et- mişlerdi. Özkan batı vilâyetlerinde çok bu- lunduğu için, sihirbazların gösterdi- ği mucizelere inanmaz ve onları kur- naz birer (gözbağcı) diye tanırdı. Yolda Özkan'a «Kanton Moyasi»- nın peygâmberane mucizelerinden bahseden yerli askerler, Moyanın evi önüne geldikleri zaman: — Sakın onunla konuşurken, ba- şınızı kaldırıp Moyanın yüzüne bak- mak gafletini göstermeyin! Gözleri- niz bir anda söner ve vücudünüzü müthiş bir ateş kaplar. derhal tu- tuşup yanarsınız! Demişlerdi. Özkan: — Ben ancak hakanın karşısında eğilirim. Bir sihirbaz önünde bir Mo- gol zabiti eğilemez. Diye cevap vermişti. Çinliler, Özkanın arkasından: — Zavallı delikanlının eceli gel Yerlilerin söylediği yalan değildi. Moya, (güneş) le konuşmak üzere evindeki hücresinden bahçeye yeni iniyordu; «Kanton Moyasi> ufak tefek bir adamdı. O. Japon olduğu halde, yer- lileri bile teshir etmişti. Ona Çinli- lerden de bir çokları (Şi. Ho) ya taptıkları gibi tapıyordu. Özkan atından indi Güvendiği Moğol askerlerinden bir kaçının ku- lağına şu sözleri fısıldamağa lüzum gördü: — Ru sihirbaz; bütün Japonları Moğol donanması aleyhine teşvik eden ve Şehirde müthiş bir kargaşalık çıkarmak istiyen bir adamdır. Ha- kanın emrile onu tevkif edip ordu merkezine götüreceğiz. Tedbirli ve tetik bulununuz! Moğullar zabitlerine söz verdiler. Ve birer birer atlarından inerek bahçenin etrafını sardılar, Özkan yanma iki iri boylu Moğol askeri alarak bahçede ı içeriye gir- di. Bir Japon müverrihinin mübalâ- Zalı anlatışına göre, Moya bu sıradâ ellerini göğe kaldırmış, ulu mabudla konuşuyordu. Başı ucunda bir bu- lut dolaşıyordu ve 'Moyanın gözleri- nin içinde birer yıldız parıldıyor gi- diydi. askerlerini aldı. Akşamüstü Japon Moya ellerini göğsünün üstünde mahallesine gitti. birbirine kavuşturduğu sırada, kar- e yol gösteren yerlilerden | çısında ayakta ve başları yukanda duran üç adam gördü. ya vin Ti e Hayretle başını çevirdi. mak üzere evinin bahçesine inmiştir. İbadet esnasında kendisini rahat- Diyordu. sız eden bu adamlar da kimdi? Ve Sihirbizır tevkif edileceğini Özkan- | ne cesaretle başlarını yukanda tu- dan başka bilen yoktu. tuyorlar. Yerlere neden yatmıyot- lardı? Özkan Japon sihirbazımı selâmladız