31 Ağustos 1932 Tefrika No. 20 DE çi a 31 Ağustos 1932 AŞK DİLENCİLERİ Nakleden: ISKENDER FAHRETTİN “-.. Şu ikinci kaptan pek de ihmal edilir bir erkek değil. Cim gibi civaya benziyen bir adamı nasıl da kolayca mağlüp ediverdi ?,, DAM — Ben bu geminin ikinci hâki- miyim.. Masal dinlemeğe taham- mülüm yok.. Haydi, kollarını aç, boynuma sarıl! Seni, tanıdığın bü- tün erkeklerden fazla seviyorum! Çabuk ol.. Biribirimizi kucakla- yalım. Biribirimizi, çarçabuk tanı- şan ve sevişen âşıklar gibi sevelim. | * | .. Mühendis Kayt, ertesi sabah kamarasına kahve altı getiren garsondan Cim hakkında epice malümat almıştı, Kayt hâlâ kendisinin zabıtaca | takip edildiğini tahmin ve teveh- hüm ederek kamarasından dışarı çıkıyordu. Garsona: | — Polis hafiyesi hanği iskeleye çıkacak? Diye sordu. Garson hayretle yüzüne baktı: — Polis hafiyesi mi dediniz?! — Öyleya.. Gemide bir polis hafiyesirin mevcudiyetinden! ha- berdar değil misin? — Hayır.. Ve buna imkân yok- tur. Eğer Gemide zabıtaya men- sup bir kimse olsaydı, şu zavallı adamı kömürlüğe atmazlardı. — Kömürlüğe (atılan adam kimdir? — İçki kaçakçılarından biri. Karısını elinden almak için adam- cağızı öyle müthiş bir tuzağa dü- şürdüler ki.. — Bu adam nereye çıkacak ? — Nev Yorka.. — Hangi kamarada yatıyordu? — Sekiz numaralı kamarada.. Kayt kaşlarını çattı : mühendisin | — Fakat, onun yanındaki kadın karısı değil ki.. — Alnında damgası olacak değil ya. Mademki onunla bera- ber gelmiştir. Ona ait bir kadın demektir. Ikinci kaptan bu alcak- lığı yapmamalıydı. Mühendis Kayt, kendisinden yardım beklediği ikinci kaptanın ismini işidince yatağından fırladı: — Fakat, suvari bu rezalete nasıl meydan verdi? — Tuzak okadar mükemmel tertip edilmişki. Suvari bile inandı. Cin göya gemideki tayfaları isya- na teşvik ediyormuş. — Ikinci kaptan böyle bir tu- zak tertibine neden lüzum gör- müş acada? Garson güldü. gülmezdi ya..?! — Canım, dedi, siz de hiçbirşey anlamamış gibi görünüyorsunuz! Bu suale kim Ikinci kaptanın eline düşen güzel bir kadın, ondan yakasını kolay kolay kurtarabilir mi? O kadınla münasebatta bulun- duğunu mu söylemek istiyorsun? — Münasebet mi? Acanım, buda /» laf mı? Tomas bu gece saatlerce | o kadının kamarasında kaldı. Bir kadehten viski içtiler. Hizmetle- rine ben baktım. Ikinci kaptan bu kadına o kadar tutulmuş ki.. Fakat, görmedim, mister! ben bu kadar namuslu bir kadın Kayt, garsonun kolundan şid- detle çekti: — Gözlerine inanıyorsun, de- | gil mi? | — Şimdiye kadar aldanmadım, mister | Kaptan Tomas Nev Yorka gidinceye kadar, gemide kendisine güzel bir eğlence buldu. Fakat, siz bu kadınla neden bu kadar alâkadar oluyorsunuz ? Kayt hiddetinden ne söyliye- ceğini şaşırmıştı. — Artık kimseye itimadım kalmadı... Diyerek kamarasından dışarıya çıktı. Bir müddet kapının önünde dolaştı. Evvelâ Tomas'ın kamarasına gidip ağzını açacak ve hamiyetine güvendiği bu çocukluk arkadaşile adamakıllı kavga (o edecekti. Fakat, bir dakika içinde bu kara- rını değiştirdi. Kaptan Tomas mademki Barney'i sevmişti. Bu iş kavga ile hallzdilemiyecekti. Garson, (o mühendis (OKayt'ın tereddüdünü izale etti: — Kaptan Tomas yarım saat evvel nöbete çıktı. Kendisini ancak dört saat sonra görebilir- siniz | * ”” Mis Barney o sabah hatıra defterine şu satırları yazmağa başlamıştı : Nev York yolunda.. Sabah : 17 temmuz 930 “Hayatta benden daha çok kadın arkadaşı olan bir kimseye rastlamadım. Bunların hiç birinin de kalpleri erkeklerin bu derece oyuncağı olmamıştır. Cim beni seviyor.. Kayt beni seviyor.. Geminin süvarisi beni seviyor. Ikinci kaptan beni seviyor.. Işin tuhaf tarafı şudur: Bu dört aşıkda ayni geminin içinde, Hangisini (tercih (o edeceğimi ben de bilmiyorum. Cim bir serseri. Kayt saf ve tecrübesiz bir genç. Süvari ve adali bir adam. Ikinci kaptana gelince.. Bu da tıpkı bukalemun gibi, renkten renge, kıyafetten kıyafete giren kararsız, küstah bir âşık. Bu erkekleden hiç birinin kal- bime girmesine imkân yok. Kendi evinin sokak kapısını, evin üst katlarında arıyan bir erkek, kadın kalbine gidecek yolu kolay kolay bulabilir mi? Fakat, şu ikinci kaptan, her kadın tarafından ihmal edilir bir erkek değil. Şen, şakrak, kahka- hası bol bir adam. Hele şu mahut mektubu Cimin cebinden nasıl aşırdığına halâ şaşıyorum! Çapkın.. Aynı zamanda da öyle bir oyun oynadı ki.. En maruf şerirler tarafından tuzağa düşü- rülmesi kabil olmayan Cim gibi civaya benziyen bir adamı nasıl da kolayca mağlüp ediverdi? şan va Mirim Kiralık boş daire varsa.. mağrur Gazetemize bir küçük ilân koydurunuz ve ikametgâh de- giştirmek istiyenleri haberdar ediniz! ! aslancığım... On beş sene | demek Her akşam bir hikâye Hah hah hahl... Şu beyi gördünüz mü?.. Hah hah hah... Ben Sultan efendimizin saraylı- larındanım, aslâncığıml.. Aman şu beye bakın... Elinde altın başlı bastonu, yakasında koskocaman çiçeği, nasıl afırlı tafırlı gidiyor, hah hah hah... Zavallıcık şimdi yelkenleri suya indirmiş, başından aşağı bir üş- küre (1) su dökülmüş, — aman affedersiniz — fareye benzermiş, evvel köyün, şehirlilerin (2) en kibar, en Oo yakışıklı (o beyiydi. Ne zaman o, iskeleye gelse, bütün kızlar, musandıra (3) pencerele- rinde birikir, onu gözetlerdik. Sultan efendile beraber, biz saray- lılar arada sırada sokağa çıkardık. Şah babasının hürriyet patırdı- sında hükmü geçmemeğe başla- yıuca en sevinen bizim Sultan efendi olmuştu, aslancığım... Çün- kü Sultan Hamit efendimizin dev- rinde, bir sultan, dünya bir ara- ya gelse, sokağa serbest çıka- mazdı. Bütün şehirli (Okadınlar çarşafla dolaştıkları halde, saray- lılar, hattâ saraya gelenler vaş- İ mak ferace giymek mecburiye- tindeydiler... Gezmeye ayda yılda bir kerre gidilirdi. O da, kayalı arabayla... Baş ağa, baş kaplan (4), ak ağalar beraber... Hattâ, maiyette oyaverler de gelirdi, aslancığım... Hürriyet çıktıktan sonra, en büyük “hürriyet bizim sultanlara verildi. Artık, onlar da, şah baba- larından izin almadan, başağasız, baş kaplan ağasız, sade kızlarla, ve sırtlarına sade bir çarşaf giye- rek şehre çıkmağa başladılar. Ah, görseydiniz, meleğim, he- pimizde, bir yürek patırdısı, bir yürek patırdısı.. Düğünün: Sultan efendimiz, insanların arasına karı- şıp yolda yürüyecek.. Beyoğlu caddesinde.. Kalabalığın içinde. Arabayı Galatasarayın köşesinde bıraktık, kaldırımda, iki saraylı bir de efendimiz, yürüdük. Amma, Sultan efendimiz, yolda yürümesini de bilmezdi. Eh, tabii... Sarayda sade yumuşak halılar üzerinde adım atmağa alışmış... Yüksek topuk- kaldırımların arasına girer, ayakları biribirine dolanır, iki adımda bir sendeler, düşecek olurdu. Sarayda (okuduğumuz romanlarda seyyahlar, Afrikanın ormanlarına gider de yürekleri hoplardı; bizim de bu Beyoğlu caddesinden geçmemiz, yürekle- rimize o derece heyecan verirdi, güzelim. Günün birinde, sokakta yürü- mektende daha büyük bir işe giriştik, aslancığım... Sultan efendi, kadınların (o kaldırım kenarında sıram sıram duran boyacılara ayakkabı boyattıklarını gördü: — Şehirliler boyatıyor. Bende ları | boyatacağım? - dedi. — Aman, nasıl olur, Aslan- cığım ? Utanırız!.. - filân dedikse de dinletemedik. Sultan efendimiz, bir cesaret gösterdi. Boyacıya ayağını uzattı. Bizde yürekler güm güm... Ne ise efendiciğim, sendeliye mende- liye, iskarpinlerini boyattı. Parayı da, sarfetmek üzere yanına kendi almıştı. Boyattıktan sonra, boya- cıya bir beşi bir yerde attı. (1) Üşküre, saraylı lisanında dimektir (gl G kâse saray lisanında, hi < şehirli » gn haricindeki insan demektir. (3) Tavan arası demektir. (41 Bunlar, sultan saraylarında, ha: l remağalarımu büyükleridir. | uğramaktan Her ülEE e Bal cevaba korktu, aslancığım, hızlı hızlı yürümeğe başladı... Boyacı ömründe, bir ayakka- bının beş altına boyatıldığını gör- memiş. Arkasından “hanım! ha- nım!,, diye seslendi, elini etegini mi öpecekti, ne olacaktı, bilme- yorum. Sultan efendi: — Aman, az oldu galiba... -diye bir beşi bir yerde daha .- kuzum gelme, kuzum gelme!... - diyerek boyacıdan uzaklaştı. Eb, artık bu vakayı sarayda aylarca anlattık, durduk.. Lâkin, Sultan efendinin yollar- daki acemiliği çok geçmeden, kalmadı, Aslancığım... Maşallah şehirli kesildi. Sahici şehirli... Hattâ, dükkânlarda çekişe çeki pazarlığa bile başladı. Pişkinleşti!.. Amma, Genede, kim olduğunu belli etmezdi. Günün birinde iskeleye inmiş, vapur bekleyorduk. Birde ne ba- kalım şu deminki bey geliyor... Ismini kendi aramızda Hüsnü Yu- suf gibi koymuştuk... Aramızda: — Hüsnü Yusuf! Hüsnü Yusuf diye fısıldaştık. Biz, kadınlar bekleme salonuna girdik; o ise, erkekler tarafına girdi. Orada rastladığı bir arka- daşile konuşmağa başladı. Tabii, kulak misafiri olduk, aslancığım. Iki salon, biribirinden tahta perde gibi bir divarla ayrılmış. Duvarın üst tarafı ile tavanın arası açık olduğu için, lâf mükemmel işidi- liyor. Hüsnü Yusuf, arkadaşına diyor ki: — Karıya soyuldun ha?.. Tuh Allah müstehakını versi... Vay bal kabağı vay...! Vay bal kabağı vayl İnsan, karı kısmına para verir mi be?... İşte bu, dünyada benim başıma gelmemiştir... Bir kadına bile metelik koklatmam... Zaten, dünyada ne kadar kadın varsa benim arkamdan koşar... Billâbi sen, bal kabağısın ki, kadına soyuldun... Bu şözler, Sultan efendiyi fena halde sinirlendirdi, (o meleğim... Zaten, sarayda da “ erkeğin fendi oOkadını yendi, okadınm fendi erkeği yendi!, diye hikâye- ler, masallâr anlatılır durulur... Bunlardan birini Hüsnü Yusuf'a oynamağa karar verdi... Oynadı da... Bakın anlatayım... Fakat, A... A.. A... Benim tramvay geldi... Ben gidiyorum, allahasmarladık... Deli saraylı! Sözünü yarıda bıraktı. Tramvaya bindi, gitti... Hay Allah müstahakını versin... Bir daha bu Dilâhter kalfayı nerede bulup da hikâyenin arkasını din- liyeceğim ?.. İçimde merak da aval ayık... Karşı taraftaki durak yerinde, Hüsnü Yusuf diye bana göster- diği Firuz bey duruyor. Oda tramvay bekliyor. Ona inat olsun gibilerden, - ender tesadüf ! - iki tane ikinci mevki sırayle geçtiği için binmedi ille birinciyi bekli- yor. Firuz bey, eh, şöyle böyle ahba- bım olduğu için, selamlaştım, Ya- nına yaklaştım, elini sıktım. Gelen birinci mevki tramvaya birlikte bindik. Demin, Saraylının bana anlattıklarını ona yolda anlattım. Vakanın (o mabadını (o öğrenmek istedim. — Sorma bey efendim! - dedi.- Ertesi gün, iki saraylı geldi. Sa- Amerika - Rusya Amerika sovyet Rusyayı tanıyacak mı? Londra 29 (A. A.) — Wasington- dan Taymis gazeterine bildirldi- gine göre, Amerika Sovyet hü“ kümetini tanımak imkânını derpiş etmek için nim resmi surette Rusyaya bir komisyon göndermek teklifini tetkik etmektedir. Bu teklifin Cenevrede M. Radek tarafından Amerikalı askeri ve bahri müşavirlerle görüşmüş ol duğu esnada serdedilmiş olduğu söylenmektedir. Bu projenin müsait bir surette karşılanmış olduğu fakat tahak- kuku keyfiyetinin bir çok müşkü- lâta tesadüf edeceği söylenmek- tedir. Filhakika kongreye bu iş için icap eden kredileri kabul ettirmek ve âyanın bunları tasvip etmesini temin eylemek lâzim | gelecektir. Reisicumhur M. Hoovere bu hususa dair bir proje takdim edilmiş ve fakat müşarünileyhin bu bapta tereddüt ve kararsızlık göstermiş, yalnız M. Borahile diğer âyan âzasının bu husustaki mütalâalarını (oOöğrenmeği arzu etmekte bulunduğunu söylemiş olduğu rivayet olunmaktadır. ' Taymis gazetesi uzak Şarkın vaziyeti, Rusyaya yapılan ihracatın tedennisi ve mühim bir Amerika bankasının mecburi bir istikraza tevessül edilmesi suretinde ileri sürmüş olduğu teklifler gibi bir takım ahval ve şaraitin Sovyetleri tanımak meselesini ön safta koy- muş olduğunu yazmaktadır. a 1932 senesi Bulgar tütünleri hakkında tahminat | Zeriyat sahası bu sene geçen seneden yüzde otuz noksan olma- sı itibarile bu sene rekoltesi 31 milyon kilo tutan geçen sene rekoltesinden ayni nisbette dun. ği olacağı tahmin edilmekte ve tak- riben 23 milyon kilo mal beklemektedirler. YENİ NEŞRİYAT Bel soğukluğu Guraba hastansi bevliye serir- yatı şefi doktor Ali Eşref bey erkekte bel soğukluğu isimli bir kitap neşretmiştir. Kitapta bu mütbiş hastalık hakkında malümat verilmekte korunma çareleri gös- terilmektedir. Eser her genç için istifadelidir. Bilhassa tedavi üsuk- leri hakkındaki notlar her pratisyez doktorun bu eserden bir dane edinmesini elzem kılacak kadar geniş faydalı ve amelidir. Satış Se El kütüphanesidir. > ayi yl bağlar bostanlar arasında metrük bir köşk vardı. Bir paşanın köşkü.. Sultan efen- dinin, orada benimle konuşmak istediğini söylediler. O zaman da Don Juan'lığım müthiş... Kadınlar arasında fevkalâde geçiyorum. Bu neviden randevular aldığım, neva- dirden değil... Süslendim, püslen- dim, taktım, takıştırdım, gittim... Tam sultan efendinin halvetine dahil olacağım diye memnunum, üzerime altı yedi saraylı birden üşüştü. Beni bir temiz döğdüler, elimi ayağımı, şöyle bir çey- rek çabalamadan çözülmeyecek cibi i bağladılar. Don gömlek beni, bir ( balkabağı tarlasının ortasına attılar. Paralarımı, san- timi, hattâ elbiselerimi aldılar... Kendileri de saraylarına çekildiler. On beş seneden beri bunun manasını anlamamıştım. “ Acaba bu nedir? ,, düşünüp dururdum. Meğerse, iskelede söylediğim o lâflarmış.. Allah Allah... Allah Allah... Deli saraylılar... Allah Allah... Allah Allah... (Hatice Süreyya)