13 Haziran 1936 CUMHURtYET TERBİYE BAHİSLERİ Polonyalıların büyük millî sairi Adam Mickiewicz 1 Yeni Leh ve Buh gar elçileri İtimadnamelerini Reisicumhura takdim ettiler Ankara 12 (A. A.) Polonya bü yük elçisi M. Mi chel Sokolnicki sa at 16 da, Bulgaris tan elçisi M. Teo ' dor Hristof ta saat 17 de Çankayaya giderek Cumhurreisi Atatürke itimadna melerini takdim et M mişlerdir. Michel Sokolnicki Atatürk saat 18 de de Iran büyük elçisi Halil Fahimiyi hususî olarak kabul etmiştir. İran büyük elçisi Cumhurreisine S. M. îran Şehinşahının el yazısile bir mektubunu vermiştir. Harb Şarkta kopacak gibi «Çin delidir ve onu kurtarmak lâzımdır!» Bu feryadı koparan Çinli muharrir «Onu kurtarmalı, ona yeni bir ruh vermelidir, fakat bunu kim yapacak?) diyor 8 [*] Misafir Mihrace agampur Mıhracesi Sir Şimandal Setalvald şehrimize on gün için konuk geliyor. Dagampur, 1845 te sayıları 220 olmak üzere tesbit olunan Hind yerli devletlerinden biridir ve en tanılmışlanndandır. Dört milyon kilometro murabbaı genişlik taşıyan Hindistanda Dagampur, Bulgar Krallığı kadar büyük bir yerin adıdır ve misafir Mihrace, o toprağın hükümdarıdır. Hindistan denilince hatıra arpadan, buğdaydan, pirincden ziyade altın, elmas, zümrüd, yakut ve inci yetiştiren bir memleket gelir. Yazılı tarih, Hindistandan daha zengin bir ülke tanımadı ve hiç bir kıt'anın hazineleri bu ülkeninki kadar çene yormadı. Fakat Hindistanın bizim tarihimizîe alâkası her milletinkinden fazladır. Pencabın beş suyu, Ganjın ruhu, Delhinin her taşı bu alâkayı tanır, Istanbul da kendi tarihçesinde birçok Hind hatıraları yaşatır. Bunların en eskisi (1538) yılına bağlıdır. O yıl hem Delhiden, hem Gücerattan birer elçi gelmişti. Delhiden gelen Prens Bürhandı. Babası Sultan îskenderi; Göcerat sefiri de Bahadir Şahı temsil ediyordu. Bu suretle başlıyan münasebet asırlarca sürdü, (1632) de Bay Sungur Mirza Istanbula gelip yerleşti. (1638) de Mir Zarif adlı bir Hind elçisi gelerek yüz elli bin kuruş (bugüne göre beş milyon) kıymetinde bir kemer ve fil kulağından yapılıp üstüne gergedan postu sarılmış bir kalkan getirdi. (1652) de Seyid Hacı Mehmedin elçi olarak geldiğini görüyoruz. Bu adam dönerken Hind Padişahı Sah Cihana Topkapı sarayı namına zümrüd kabzalı bir hiiçer, mükemmel eğerlenmiş bir at ve yirmi güzel halayık Etötürmüstü. (1777) yılında îstanbul, Mılibar hükumetinin elçisi Hacı Aliyi misafir etmekle sevinc duydu. Hacı Ali, güzel bir fil getirmiş ve bu dev cüsseli hayvan merasimle seyrolunduktan sonra Fazlı Paşa sarayma konulmu«tu. Fakat elcinin getirdiği mektub, filden de çok dikkat uyandırdı. Çünkü on sekiz sahifelik bir risale büyüklüğünde olup yarısı mensur, yarısı manzum olarak kaleme alınmıştı. Istanbulun iyi arbaca bilen şairleri bu mektub yüzünden uzun münakaşalar açmışlar ve bilhassa şiir tarafını kusurlu bulmuşlardı. 1 780 de de Bibi Beygümün bir elçisi Istanbula ayak bastı, dört sandık kâse ve bir kaç denk tülbend getirdi. Onun vazifesi Hindistana el uzatan yabancılara karşı Osmanlı împaratorluğundan yar dım temin etmekti. Babıâli, îngiltere hükumetine bir tavsiye mektubu yazdı, Hind iline el atılmamasını iltimas etti!.. Tarihciler bu hâdiseyi «Koyunun kurddan emanet edılmesi» ne benzetirler. Fakat şimdi şehrimize konuk gelen Mihrace Sir Simandal Setalvald gibi seyyah sıfatile îstanbulu ilk ziyaret eden Hind Hükümdarı hafızam beni aldatmıvorsa Baruç hâkimi Muazzez Hanın oğlu Prens Ahmeddir. Bu zat (1795) te Londraya yaptığı seyahatten dönerken Parise uğramış, oradan Istanbula gelerek Fransa sefirine misafir olmuş ve Türkler tarafından sevgi gördüğü için saraydan da kendisine beş bin lira konak masrafı verilmifti. îşte Perapalas otelinin Krallara mahsus olan katını bitevi kiralıyan misafir Mihracenin bize hatırlattısı tarih satırla Yazan: Selim Sırrı Tarcan (George Sand) m (Goethe) ve (Byron) la ayni seviyede bulduğu Po lonyanın bu büyük millî şairinin pek şerefli olan edebî hayatı hakkında Avrupa dillerinin hemen hepsinde eserler yazıl mış ve kritikler yapılmıştır. Polonya tarihinde lâyemutlar sırasına geçen ve dehadan nasibi olan hürriyet mücahidi millî şair (Adam Mickievvicz) hakkmda be nim ilâve edeceğim birkaç satırlık medhiyenin büyük bir yer tutmıyacağını bilirim. (Louvre) sarayının salonlarını şereflendiren tabloların karşısında hayranlık duymak nasıl san'ata karşı bir hürmet vazifesi ise, bir milletin istiklâl yolunda can verenlerini takdir de zannederim bir insanlık şiarıdır. îşte (Mickiewicz) ateşli yazıları, canlı şiirlerile vatandaşlarını hürriyet ve is tiklâl mücadelesine hazırhyan bir ihtilâl şairidir. O manzum, mensur bütün yazr larında esaret boyunduruğunun elemle ıini, acılarını, ıstırablannı terennüm et miştir. Şairin çocukluk hayatı memleketinin kara günlerini görmekle geçmiş, Rusya, Almanya ve Avusturya arasında par çalanan Polonya bu hassas çocuğun da kalbini parçalamıştır. 1815 te Mickiewicz (Wilno) Üniversitesine girdi. Orada filoloji, tarih ve edebiyat derslerine büyük bir aşkla kendini verdi ve çok geçmeden iki mühim talebe cemiyetinin en faal elebaşıları sırasına geçti. Tahsilini bitirdikten sonra ılk işi cehaletle mücadele etmek ve halkın en aşağı tabakalarına kadar talim ve terbiyeyi yaymak için bir teşkilât vücude getirmek oldu. Gencliği harekete getiren heyecanlı fikirleri (Ode a la jeunesse) adlı eserinde yazılıdır. Halkın itikad ve an'anelerile (Le gende) larından mülhem olarak vücude getirdiği iki manzum eser ki bunlardan biri (Les aıeux) diğeri (Grazyna) dır bütün memleket gençliğini heyecana ge tirmiş, onlan istiklâl mücadelesine hazırlamıştır. (Les aîeux) cesedler ölülerle diriler, ınarj ile hal arasında bir rabıta zinciri dir. Grazyna ise on yedinci asırda Litu vanyalı bir Prensesin vatanını düşman istüâsından kurtarmak için yaptığı kahramanca fedakârlıklan terennüm eder. Ne yazık ki çok sevilen ve kendisin den çok şey beklenen bu millî şair Çarlık Rusyasında siyasî endişeler uyandırmış ve günün birinde bir vesile ile yakalanıp hapse tıkılmıştır. Altı aylık bir zindan hayatından sonra, Siberyaya sürülmüş tür. Artık bir daha memleketine dönmek ona nasib olmamıştır. Beş yıl süren bir menfa hayatından sonra 1829 da Bohemya yolile Almanyaya, îsviçreye nihayet Romaya gidip orada yerleşmiştir. Mickievvicz Romada iken Polonyada 1830 isyanı oluyor. Memleketine dönmek üzere yola çıkıyor. Fakat hududları geçmek mümkün olmuyor. 1831 de Ruslar Varşovayı işgal ediyorlar. Bu hâdiseden sonra Polonya nın (Diete) meclisi azaları ve Polonya ordusunun ileri gelen zabitleri Fransaya hicret ediyorlar. Mickievvicz muhacirlerle temas ediyor. Onlardan memleketine aid bütün derd ve elemleri gb'z yaşları dökerek dinliyor. Vatandaşlarının uğra dığı bu büyük musibeti «Ecdad» adlı eserinin üçüncü cildinde tasvir ediyor. Bu kitabda büyük şair Allahtan hesab so ruyor ve yalnız Polonya için değil bütün beşeriyete musallat belâların, âfetlerin hesabını soruyor. Bu eser Avrupada romantizm âleminde o kadar büyük bir alâka uyandırıyor ki en büyük edibler onu (Goethe) ve (Byron) la ayni ayarda görmeğe başlıyorlar. (Mickievvicz) in siyasî ve ahlâkî sa hada olduğu gibi içtimaî ve terbiyevî muhitlerde de yeri vardır. Beynelmilel bir kıymeti olan ve onun dehasını ortaya koyan bir şaheser daha çıkarıyor. Derhal ingilizce, almanca, italyancaya tercüme ediliyor: (Monsieur Thadee)! Bu eserde şair Polonya asılzadelerinin hayatını bütün teferruatile anlatıyor. On dokuzuncu asnn başlangıcında Polonyanın geçirdiği inkılâblan gösteren bu tarih kitabı edebiyat noktasından tam manasile bir şahe serdır. 1839 da Lozan Universitesinde bir yıl Lâtin edebiyatı tedris ediyor. Ondan sonra Fransa kendisine (Collige de France) da İslâv edebiyaiı kürsüsünü teklif edi yor. Orada tam dokuz yıl bu vazifeyi büyük bir liyakatle yapıyor. 1854 te Ruslann Türklere karşı açtığı büyük muharebe (Mickievvicz) de istiklâl ümidleri uyandırıyor. Fransızlann Türklerle beraber oluşu bu ümidlerini bir kat daha takviye ediyor. 1855 te Türk ordusunda bir Polonya taburu teşkil etmek üzere eski Polonya zabitlerini beraber alıp Istanbula geli yor. 1855 te îstanbulda çıkan kolera zavallı şairi bütün ümidlerile beraber alıp götürüyor. Polonya bu dâhi şairin ateşli ve heyecanlı şiirlerile yeniden dirilmek mucize sini gösteriyor. Fakat ne yazık ki, bunu (Mickievvicz) göremiyor. Bütün Polonya (Mickievvicz) in kıymetli hatıralarını sinesinde sakhyor ve her sene onun öldüğü günü kutluluyor. M. Sokolnickinin tercümei hali M. M. Sokolnicki 1880 de doğmuş yüksek tahsilini Paris, Berlin ve Heidelberg Universitelerinde yapmış ve filozofi doktoru payesini kazanmıştır. Tarih ve edebiyat üzerinde muhtelif eserler neşrettikten sonra 1917 de Varşova Serbest Üniversitesinp ve Siyasî İlimler mektebine profesör tayin olunmuştur. Büyük Harb esnasında müteveffa Mareşal Pilsudski ile beraber ve onun müşaviri olarak çalışmıştır. Polonya millî komitesi umumî kâtibliğile Mareşalın hususî kâtibliğini yapmıştır. Mütarekeden sonra Polonyanın Paris sulh konferansına gönderdıği heyette a za olarak bulunmuştur. 1919da Londra sefareti müşavirliğine, 1920 de elçi ve fevkalâde mümessil o larak Finlandiyaya gönderilmiştir. 1927 de Polonya Hariciye Nezareti merkez umumî müdürlüğüne getirilmiş, 1931 de de Kopenhag elçiliğine tayin edilmiştir. M. M. Sokolnicki memleketinde ve ecnebi memleketlerde daima hürmet ve muhabbet kazanmış kıymetli bir diplo mattır. Çin kıtaatı hareketlerinden... Çinli kendi sekinetini kaybetmiş ve garb sekinetini de almamıştır. Çinli, hiç bir zaman, ne siyasî, ne mistik sevkita büye sahib olmuş, ne de ilim ve fenden zevkalmıştır. Onun en büyük san'atı yaşamak san'atı idı; Çinlılerin en büyük adamlan ve en fazla hürmet edilen şah siyetleri, şarab, kadın ve eğlenceye daima gizli gızli hasrı nefsetmişlerdir. Halk, ötedenberi, köy hayatını ve kırları tercih edegelmıştir. Asırlarca müddet, Çin, sosyal ve siyasî durum olarak anarşinin en incelmiş şeklile, kendi ihtiyaclarına yetişen ve aile reislerinin idaresile yürüyen bir kasaba sosyalizmile iktifa etmiş; merkezi hükumet, vergi cibayet ederek, adalet tevzi ederek uzaktan uzağa idarei umur eylemiştir. Bugün, Çinlinin, rey vermesi, ve parlımantarizmin, Anglo Saksonların icad ettikleri tarzdaki çap raşık kaidelerine uyması istenilmek sure tile, gülünc bir oyun oynamağa, ve kendi şahsına karşı hile yapmağa icbar edıldiği meydandadır. Çinli nekadar gayret etse, nazarında komediden ibaret olan, hiçbir şey anlamadığı bir usule riayet edememektedir. 1936 senesine gelinciye kadar, hıristiyan misyonerlerin güzide bir sınıf teşkil ettikten sonra, halk kütlesine, hıristiyan dininin esrarını öğretmek hususundaki gayretlerinde akamete uğradıkları nasıl hakıkatse, demoltrasi taraftar larınm ne güzide bir sınıf ne de bir kütle vücude getirdikleri, sadece ortaya, coşkun mücahidler ve etrafını göremiyen kalabalıklar çıkaran bir taassubu ayak landırdıkları ondan daha büyük bir hakikattir. Yeni fikirlerin yayıldığı her yerde irtıkâb hüküm sürmekte ve bu fıkir lerin Avrupa milletlerine tahmil' ettiği kaba fakat şiddetle müessir nizam As yada tahakkuk edememiş bulunmakta dır. Hâlâ Onbeşinci asır hayatı yaşıyan Çin kasabasile, Japon ordularının silâhlı bir sulh idame ettikleri Mançu şehirleri arasında, intizamsızlıktan, yeisten ve galeyandan başka birşey bulamazsınız. LinYutang diyor ki: «Pekin millî müzesi yüksek memurlarının, kendi muhafazalarına mevdu millî san'at hazine lerini peşin para ile yahud kendi namlarına yazılmış çekler mukabilinde satmalarına tahammül edebilmek için, bir milletin deli ohpası lâzımdır. Sonra, bu memurların sayfiyelerde yan gelip oturmalarına göz yummak ve bunları, haklarında takibat yapan mahkemelerin tebligatına cevab vermeğe bile mecebur etme mek için bir milletin deli olması lâzımdır. Tekmil Jehol arazisini, yalancıktan harbetmeğe bile lüzum görmeden kaybeden, fakat müstefrişelerile hazinelerini naklettirmek için iki yüz tane askerî kamyon çalıştıran generali cezasız bırakmak için bir milletin deli olması lâzımdır. Nice nice generalin, silâhlarını ve cepanelerini harb meydanında terkedip, buna mukabil, bütün afyon stoklarını kemali itina ile be raberlerinde götürmelerine göz yummak için bir milletin deli olması lâzımdır. Bu generaller afyonlarını beraber taşımış lardır, çünkü bu afyon mukabilinde al tın tedarik edecekler ve bu altın saye sinde de iktidar mevkiine tekrar geleceklerdir. Paçavralar içinde sürünen sefil bir ordunun masrafını karşılamak için çift çilerini, pirinç yerine afyon ekmeğe mecbur eden; ziraî haşmetine rağmen her sene, yabancı memleketlerden milyon larca «tael» pirinç ve buğday ithali zaruretinde kalan; ve bütün bu deliliğin ortasında, menfaatleri bu suretle halel dar olanlann, kandilerine zulmedenlere söz söylemesine ve «olamaz» demesine müsaade etmiyen bu memleket deli de ğil midir? Bu milletin siyasî bünyesini mutlaka pek vahim bir hastalık kemiriyor ve bu millet, mutlaka, hertürlü manevî değer ve her türlü fena ve iyi mefhum larını kaybetmiş bulunuyor.» Işte, 1936 senesinde bir Çinli bu sözleri söylüyor ve bu adam, kendi vatanını, bütün diğer memeleketlere tercih ettiği için, kendi memleketinin felsefesine, e debiyatına, yemeklerine, yazısına, zarafetiner herşeyine meftun olduğu için yüksek sesle feryad ediyor. Fakat, bu Çinli, bütün bunların artık bir işe yaramadığını, çünkü yeni mabudlar doğduğunu, bu yeni mabudların bu hazinelere artık hürmet göstermediklerini, Çinde, artık, ne Çin dehasına hürmet ettirecek bir şef ne onu uyandıracak bir mücahid, ne teceddüde sevkedecek bir peygamber kalma dığını tasdik etmek zaruretindedir. LinYutang, bütün bu fenalıklara ragmen Çınin hâlâ yaşadığını, yaşaması lâzım geldiğini, fakat beşer ömrünün kısa olduğunu, milletlerin mevcudiyetinin de ebedî olmadığını, tabiatile, bilmiyor değildir. Onun fikrince, bugünkü insanların çektikleri sefaleti hiçbir şey telâfi edemiyecektir ve Çinin, vaktile olduğu gibi, gene dirileceğini temin eden hiçbir şey yok tur. Çinli muharrir şöyle feryad ediyor: «Memleket yaşamalıdır. Onun, günden güne, yabancı nüfuzu altma biraz daha girmesine göz yumulamaz. Millî bir sö nüklük, velev muvakkat olsun, velev bir kalkınma ve istiklâle avdet suretile bit sin, teselli veya cesaret verici birşey de ğildir. Milletin kanı emiliyor, yuvasından kovuluyor, zalim ve sistematik bir şekilde malî ve manevî bir harabiye sürükleni yor, musibet, bir yangın gibi yayılıyor. Buna bir ilâc bulmak lâzımdır... Sada kat göstermiyen memurlar idam edilmeli, gerçekten kanuna müstenid bir rejim ihdas edilmeli, tevekküle, gözbağıcılığa nihayet verilmelidir. Çin milletine adalet bahşedilmelidir!» Fakat LinYutang, isteklerini neka dar havkırırsa haykırsın, bunlar hakkınSabahat bir daha: A... dedi, vallahi ben bunadım... Aklım gazeteye gitti, gene unuttum. Sahi... Bakınız... Anlatırım amma gülmiyeceksiniz. Niçin güleyim? Çok mu tuhaf? Tuhaf ya!.. Ben on iki yaşimdanberi seviyorum. Şadi içinden: «Eyvah...» dedi ve mırıldandı: Olabilir ya... Bunun neresi tu haf? Fakat mevcud olmıyan birini se viyorum. Öldü mü? Sabahat güldü: Hayır... Ne sağ, ne de öldü. Çünkü doğmadı ki... Benim kendi kendime icad ettiğim bir hayal... Vallahi sahi söylüyorum... Arkadaşlarım bilir ler. Ben bir hayale âşıkım. Evet, bu tuhaf sahiden amma... E sonra? îşte öyle. On iki yaşımda bir erkek tasavvur etmiştim. O da benden biraz ka Buğday Ofisinin Biran önce Kurulması lâzımdır [Başmakaleden devam] Selim Sırrı Tarcan Beşiktaşta Kızılay Haftası yıl kat'iyetle sağlanabilir. Meselenin ta savvur edebileceğimizden daha büyük ehemmiyeti vardır. Beş altı yıl önce hatır ve hayalimizde bile yokken Türk buğdayının ihracat malı haline getiril mesi memleketimizin ekonomi hayatın da başlıbaşına bir inkılâb sayılmağa değeri olan bir meseledir. Bu hakikati anlamak için şunu bilmek yeter: Biz 1920 yılında Ankaraya gittiğimiz zaman Türkiyenin sahil şehirlerinden başka Eskişehir ve Ankara gibi dahil şehirleri ne kadar yabancı buğday ve unu gelip sarf ve istihlâk olunuyordu. Şimdi ise Cumhuriyet devrinin yorulmaz çalışma ları sonuncu olarak, eğer bir parça dikkatli çalışmasmı bilirsek, her sene Anadolu yaylasına dışandan buğday bedeli olarak on beş milyon Türk lirası girmesi imkânları hâsıl olmuş bulunuyor. Bu imkânı kat'ileştirmek lâzımdır ve bu uğurda nekadar dikkat ve itina gös terilirse yerindedir. Bunun için sarfolu nacak bellibaşlı gayretlerin başında bizce bir buğday ofisinin teşkili geliyor. Evvelâ bunu yapalım hele. rı!... M TfJRHAN TAN YUNUS NADt i. Finlandiya borcunu verecek Vaşington 12 (A.A.) Finlandiya, Kızılay Haftası, yurdumuzun her tarafında sevinçle karşılandı ve neş'e ile Amerika hükumetine 15 haziranda vakutlulandı. Bu resim Beşiktaş Kızılay şubesi tarafından tertib edilen müsa desi hülul eden 164,315 dolar taksiti ö[•] Ilk yazılar 27, 29, 31 mayıs, 3, 5, 8 ve mere esnasında verılen temsilden bir sahneyi göstermektedir. deyeceğini bildirmiştir. 10 haziran tarıhli sayılarımızda çıkmıştır. da ümid beslemediği anlasılıyor, çünkü, sonunda şu yeisli sözleri okuyoruz: «Çinin ruhunu değiştirmek, köhne aile te lâkkilerini, yeni bir ruh, bir sosyal akide haline koymak zaruridir. Fakat bu te ceddüdü kim yapacak?» BERNAD FAY \Arkasi var~\ Cumhuriyetin tefrikası: 32 SERSERI Yazan: Server Bedl Parayı ben size versem de siz onlara verseniz olmaz mı? diye sordu. Hayır! Hatta ben eve girmiyece ğim. Kapıda, otomobilde beklerim. Siz verir, gelirsiniz. Evinize kadar götürü rüm sizi. Fakat ben... Ben sinemaya gide cektim. Beraber gitsek olmaz mı? Beraber mi? Çok isterim, çok rica ederim. Şadinin sesinde kuvvetli bir istek ve yalvanş vardı. Kız mukavemet edemedi. Madam Afronun apartımanına yalnız gitti ve beş dakika sonra geldi. Yüz lira verdim, dedi, üç gün sonra çağınyorlar. Nasıl verdiniz, şaşıyorum. Niçin? Siz bana vermemi söylemediniz mi? Doğru... Fakat... İktidar meselesi. Dün îzmirden mektub aldım. Çiftliğin muamelesi bitmiş. Benim hissemi banka ile gönderiyorlar. Şadi bu sözleri hiç duymamış gibi yaparak: Bakahm, dedi, Hindli çantayı nasıl bulacak! Bir taraftan bana para verdiren de bu merak... Otomobil sokağın içinde durdu. Sinema tenha idi. Sabahat belki hayatında ilk defa bir erkekle sinemaya geliyormuş gibi ürkek adımlarla önden yürü yerek salonun az göreceği bir köşe seçti; böylece daha fazla şüphe uyandıracağını ya bilmiyor, yahud bundan çekinmi yordu. Eline ilânı alınca: A... John Cravvfordun filmi var mış... Ben o kadar severim ki... Fakat unuttum hepsini... Hangi filimlerdi... Douglasın oğlile evlendi değil mi? • Ya... Ya... Tamam... • S.nra da ayrıldılar galiba... Evet, ne üzel hatırlıyorsunuz. Filim çok aşıkane başlıyordu. Şadi dudaklarını kıza yaklaştırarak, titreyişinde sahtelik olmıyan ve rüzgâr halinde bir sesle sordu: Hiç sevdiniz mi? Kız bu suali duymamış gibi durdu; Şadi başını geri çekerken Sabahat mırıldandı: • Perde arasında size anlatınm. Filmi seyrederken ikisi de hayretler icinde idiler. Sabahat vak'anın en basit taraflarına bile hayret ederek ömründe ilk defa sinema seyrediyormuş gibi sık sık «a... a...» diyordu; Şadi de onun bu sa fiyane hayretlerine şaşıyordu. Perde a rasında ışıklar yanınca Şadi sordu: Haydi, şimdi anlatacaksınız değil mi? Ne anlatacağım? Demin vadettiniz, camm... Sabahat gene unutmuştu. Yuvarlak pembe yanaklarile profılden tıpkı bir taş bebeğe benziyen yüzünü Şadiye çevire rek: • Ne vadettim? diye sordu. Hani ben size «hiç sevdiniz mi?» demiştim. • H a . . . sahi... unuttum... Ah be nim aklım.. Burnum biraz açıldı amma zihnim açılmadı... Geçer diyor doktor. Bilmem geçer mi? Tramvay beklerken bir gazete alayım dedim, çantamdan para çıkardığım halde birdenbire bunu da unutuvermişim. Tramvaya binince: «A... hani gazete?» dedim. Baktım para av cumda. Unutmuşum. Sabahat sustu. Şadi bekliyordu. Kız hiçbir şey söylemeyince Şadi: Haydi, dedi, anlatsanız a.«a baca idi: On dört, on beş yaşında. Amma o kadar canlı canlı düşünürdüm ki, saçının rengi, tel tel yumuşaklığı, alnı, gözleri, bakışlarının türlüsü, ağzı, burnu, boyu, posu, giydiği elbiseler, taktığı boyunbağlar, hepsi, hepsi gözümün önüne gelirdi. Yani siz icad ederdiniz! Evet, hayal dedim ya, sırf hayal..T. Gece yatakta hep onunla konuşurdum, bazan birbirimize darılırız, gider; bazan kendisi gelir, bazan da ben çağınnm. • Bu hoş. Nerede oturduğunu, nasıl yaşadığını, herşeyi, herşeyi bilirim. On iki ya şımdanberi bu hayali besliyorum. O da benimle beraber büyüyor. Şimdi kaç yaşında? Yirmi dört vardır. Durun sora yım. Soracak mısmız? Kime? Kendisine. Tuhaf şey.. Nasıl soracaksınız? lArkası var\