Sanatçı ve Dünyası Kemal Tahir, Nâzım Hikmet ve Eylül 1940 ortalarında Çankırı hapishanesine yollanan Nâzım Hikmet, Dr. Hikmet Kıvılcımlı üçlüsünün ilk işi, önce, Kemal Tahir ve kalacakları odaya çekidüzen vermek, sonra da Semiha Berksoya ortak bir mektup yazmak olmuştur. Aldıkları karara göre, her» biri birbuçuk sayfa yazacaktır. Fakat ilkin kalemi eline alan Kemal Tahir bir roman havasıyla sayfaları doldurunca, diğer ikisine, söyliyecek pek bir söz kalmamıştır. Aşağıda okuyacağınız bu ortak mektuptan, her üçünün de o günki ruh hallerini ve o andaki arzularını öğreneceksiniz. Daha önce de belirtildiği gibi, Kemal Tahirle Dr. Hükmet Kıvılcımlı mektuplarını arap harfleriyle, Nâzım Hikmetse lâtin harfleriyle yaz- mıştır. 16-9-940 Güzel, merd ve sanatkâr dostumuz, Size bu mektubu Çankırıdan yazıyorum. Burası gazete- lerde sık sık okuduğumuz tâbirle: “Şirin bir vilâyet merke- zimiz"dir. Buraya yağmurlu bir gece yarısı vasıl olduk. Manzara kapalı ve romantikti. Peronda çamur ve uykulu insanlar vardı. Biz üç arkadaş, Nazım, Doktor Hikmet ve ben, beklenmeyen bir seyir olduk, İki şişman zat bizi jandarmaların arasında daha yakından görmek için ko- caman seslerle, büyük birer fedakârlık yapar gibi gaze- -e aldılar. Sivil bir polis neferi dünyadaki bütün bele- diye reislerine yetecek kadar ciddi, etrafımıza toplanan köylü çocuklarını ve hamalları dağıttı. Ayaklarımızı sa- bırsız beygirler gibi çamura vurarak bagajları bekliyo- ruz. Şehirde tek tek elektrikler yanıyor. Sabahleyin bir- denbire karşılaşmak pek meraklı olacak, Çankırı galiba çukurda kurulmuş. Elektrik "pavlukasının" kalın ve hamarat Me tepelerde akis yapıyor. Ampuller ya pek küçük, ya pek yukarı asılmış, ışıkları karanlığı aralaya- rak toprağa kadar inemiyor, ayak yordamıyla yürüdük. Jandarma karakolunda bir müddet istirahat. oOnbaşıyı uyandıracaklar. Ortada üstü muşamba örtülü bir masa var. Masanın üzerinde iki sürahi, iki bardak, iki dane de boş çiçeklik duruyor. Yer toprak Jandarmaların yatak- hanesinden iç çekmeye daha benzeyen derin, yorgun ne- fesler işitiliyor. Duvarda zorlu parlatılmış yedi dane es- ki mavzer tüfenği dayalı. Şehrin elektriği tanı 12 de sö- nermiş. Henüz yarım saatimiz aydınlık geçecek. Karakol . eşya dersleri kitaplarında görülen madencilere mahsus grizo lâmbalarına benzer iki fener yaktı. Biz bu gece nerede yatacağını bilmeyen üç kişiyiz. Çok şükür jandarma onbaşısı uyanmış, fakat bulun- duğumuz yere gelmek külfetine katlanamadı. Bizi huzu- runa çağırttı. Hamalları savdığımıza iyi etmemişiz. Ya- takları bizzat yüklendik. Lâf arası "insan çok sıkışsa, hamallık eder geçinir." diye bir söz savururlar. Sakın inanmayın, epey müşkil bir zenaat. Kapısının üstünde "Emniyet Odası" diye yazılı bir ara- lıkta yatacakmışız. Emniyet Odasında neler o bulunur? Tahmin edemezsiniz. Duvar dibine sıralanmış dört dane beş numaralı gaz lâmbası. Dolu ve boş gaz tenekeleri. Eski paçavralar. Elektrik söndüğü için bir lâmba yaktılar. Denkleri acele acele açtık. İki gün iki gecedenberi ilk defa yata- ğa yatacağız. Odanın dışarıya penceresi yok. -Malüm ya 30 "Emniyet Odası"- İki penceresi de bir başka odaya açı- lıyor. Bu pencereler de camsız. Baktıkları oda jandar- maların yemekhanesi. İki masa ve bir sürü yaramaz ço- cuğun şimendüfercilik oynamak için dizdiklerini zannet- tirecek şekilde arka arkaya sıralanmış iskemleler. Derhal yattık. Kapıyı kilitlediler. Dışarıda nöbetçi- nin öksürüğü, nalçalı Ve sert ayak sesleri, çamurlu bir kasaba şehri. Odanın ismi (Emniyet ) ama tavanı yok. Gök yüzünü görüyoruz. Bulutların arasında unutulmuş bir yıldızı seyrederek uyuduk. Sabahleyin daha yorgun uyanmışız. Camsız pencerelerden yemekhaneye o baktık. Duvarlarında resimler var: Galiba Budapeştenin Tuna üzerinden alınıp taş basmasiyle basılmış yeşili ve mavisi bol bir resmi. İnhisarlar İdaresinin sofra tuzu ilânı. Yerli Mallar ve İktisad Cemiyetinin "aman durup dinlenmeden süt içiniz''diye haykıran büyük bir propaganda afişi, iki dane karpuz resmi, bir küçük çerçevede kollarını göğsü- ne kavuşturmuş sivil rubasıyle merhum Atatürk. Ata- türkün fonunda ay yıldızlı türk sancağı. Soluna doğru kavanozdaki balıklara hayran hayran bakan kedi yav- rul Köşede bir diğer kapı. Üstünde (Dershane) lev- hası. Yan köşede alçıdan yapılmış ve yaldızla boyanmış Atatürk büstü. Yânında gene yaldızla yazılıp basılmış büyük sözü: ("Ey Türk genci Türkiye Cumhuriyetini gençliğe teslim ediyorum. Onu müdafaa etmek kudreti damarlarındaki asil kanda mevcuddur" vecizesi. -Çok şükür buralarda cumhuriyetten bahsetmek serbest ve ce- zayı müstelzim değil. Ayah üzeri kahvealtı ettik. (Jandarma Kumandanı ile Müddeiumumi Bey sizi istiyor) dediler. Tekrar vahşi hayvan seyri başladı. Küçük bir sorgu. Derhal derdimi- zi anlattık, hataya kurban gittiğimizi yanık yanık hikâ- ye ettik. (Vah, vah!) dediler. Propaganda yapıp yacağımızı sordular. (Pek âlâ yapmayız.) dedik. Rahat nefes aldılar ve derakab cigara takdim ettiler. Bizim için mahbushanenin Sergardiyanilk dairesini tahsis et- mişler. Yıkanıp (o temizleniyormuş. Bekledik. Jandarma umandanı eşyalarımızı jandarmalara taşıttı. Odaya geldik. Dört metre genişliği ve dört metre uzunluğu olan ve tavanı on metre yüksek, tıpatıp kuyuya benzeyen bir ikametgâh. İki penceresi var. Biri dışarıya diğeri avlu- ya bakıyor, avlu odamızdan daha küçük, duvarları o ka- dar yüksek ki, başımızı güneşe arz etmek için bir kaç dane kuvvetli iskemleyi üst üste yerleştirip yükselmek lâzımgelecek. Dışarıda bir meydan, iki üç taş bina ve AKİS. 5 HAZİRAN 1965