Si N Türkiye Tiyatro konservesi Geçen sayılardan Ma yıllık film nasıl yağmaladıklarını belirtmiştik. Bu yağmanın en çok rastlananı, piyeslerin beyazperdeye (aktarılmasıdır. e Geçen hafta başkent o sinemalarında bunun iki örneği vardı: "Ağaçlar Ayakta Ö- lür" ile "Şahane Züğürtler". Oysa bugün yurdumuzda aklı ba- şında bütün sinemacıların, gerçek amaç ları ne olursa olsun, tiyatro eserlerin- den vebadan kaçar gibi kaçmaları ge- : Sinema- daha kolay kolay odoğrultamamasına yol açmıştır. Hiçbir ülkenin sinema- sı, bizim sinemamızın bu "tiyatrocu- lar"dan çektiğini çekmemiştir. Zaten çok vakit hiçbir ülkede olumlu sonuç vermemiş olan tiyatro - sinema alış- verişi, sinemamız için işte bu yüzden kaçınılması gereken bir tehlike olarak ortaya çıkmaktadır. Kaldı ki, yeril ti- yatro eserleri için yine bir dereceye kadar denenmesi göze alınabilecek o- lan bu alışveriş, yabancı tiyatro eser- leri bakımından daha da büyük mah- tiyatro aktarırken çinde düşünmek çabasını göstermiye- cek, bir de bu yabancı tiyatro eserini kendi yaşayışımıza uydurabilmek ça- basını gösterecektir. Nitekim, yukarı- da adı geçen iki film, herşeyden ön- ce, bu yabancı piyeslerin bizim yaşa- yışımıza ouydurulamayışından dolayı başarısızlığa uğramıştır. Gangsterler, "yoldaş"lar Genç ispanyol yazarı Alejandro Ca- sona'nın "Los arboles mueren de ple - Ağaçlar Ayakta Ölür" piyesi, yaşamaktan bezmiş, umutlarını yitir- miş insanlara yaşamayı yeniden sev- dirmeğe uğraşan "Yaşama Sevincini Arttırma Enstitüsü"nde geçen buruk bir güldürüdür. Bu haliyle bu eser an- ak sahnede var olabilir, ancak sah- nenin kayıtlarını benimseyebilen ti- yatro seyircisine hitabedebilir. Bunu perdeye olduğu gibi aktarmak, sinema AKİS, 3 NİSAN 19653 E M A seyircisinin her görüntüsünü yadır- gayacağı bir film meydana getirmek- ten başka bir anlam taşımaz. Bunu Ağaçlar Ayakta Ölür'ü çevirenler de anlamışlar, onun için piyesi (perdeye aktarırken büyük değişiklikler yapmış- lardır. Ne var ki bu değişiklikler, ya- dırganmasından çekinerek değiştiri- lenler yerine, yadırganacak yeni un- surlar (o getirmekten öteye geçeme- miştir. Filmde de yaşamaktan bezen, umuduna yitiren bir insan (Büyükan- ne) var. Sonra o da yeniden yaşama umudunu, gücünü kazanmaktadır. A- ma nasıl? Dokuz-on yaşındaki torunu nun büyükbaba tarafından evden ko- vulup gitmesinden sonra, yine büyük- baba tarafından torun ağzından Ame- rikadan gönderilen sahte mektuplar- la.. Yıllarca süren bu sahte mektup- lardan sonra, bir günde bulunan, ki- ralanan sahte torun ve sahte gelinle... Filmin başkahramanı olan büyükan- nenin duygululuğunda bir insanın bu kadar sahteliğe kanabilmesi akıl alır şey değildir! Bu mümkün olsa da, bü- tün bunları sinema seyircisine kabul ettirmek imkânsızdır. Hele bunlara, feleğin çemberinden geçmiş, azılı bir soyguncunun obüyük bir vurgun için girdiği yalıdan aşırı duygulu, aşırı na muslu bir insan olarak çıkması, Ame- rikaya giden torunun yıllardan sonra ünlü ve azılı bir gangster olarak yeni- den yalıda boygösterip birtakım nu- maralara girişmesi gibi (ounsurlar da eklenince... Memduh Ün, daha önce Edmund. Morris'in "The Wooden Dis- hes - Tahta Çanaklar'ını taşıdığı ö- zellikler sayesinde o "Kırık Çanaklar" adıyla bizim yaşayışımıza nekadar us- talıkla aktarmışsa, "Ağaçlar (Ayakta Ölür'de yaşayışımıza da, sinemanın gereklerine de o kadar aykırı davran- maktadır. Fakat "Ağaçlar Ayakta Ölür"de hiç olmazsa temiz bir işçilik, sinema dili- ne uyarlık var. Süreyya Durunun "Şa- hane Züğürtler"i ise "tiyatrocu" yö- netmenlerimizin en başarısızlarına taş çıkartabilecek acemilikle, baştan so- na tiyatro düzeninde gitmektedir. Kal di ki, Jacgües Deval'in beyaz rus sı- gıntıları çevresinde geçen güldürüsü- nün serüvenleri de, kişileri de en azın- dan 'Ağaçlar Ayakta Ölür'deki ka- dar bize yabancıdır. Bu on milyonluk "dokunulmaz" miras, bu "asil" duy- gular, bu uşak - efendi ilişkileri, bu "şahane" davranıştan Adananın "pa- muk kralı" yoluyla sürmeve çalışmak seyirciye karşı en azından saygısızlık- tır. Hem, allahaşkına, mutlaka bir pi- yesi aktarmak gerekiyorsa, başkaları- nın suyu mu çıkmıştır ki, artık köh- neleşmiş, bir (moda olarak çıkıp az sonra unutulup gitmiş "Şahane Zü- gürtler"e el atılmaktadır? Kaldı ki piyesler, sinemada, olsa olsa tiyatro- nun konservesi yapılmağa yarar: Şu veya bu bakımdan önemli piyesi, tem- sili, sahneye konuşu daha geniş se- yirci kütlesine, gelecek kuşaklara u- 1 aştırmak için hazırlanan bir konser- ve... Bunu da yine en iyi, o piyesle, temsille, sahneye okoyuş veya oyunla yakından ilgisi olan biri yapar. Nite- kim Jacgues Deval yıllarca önce, 1935 te yönetmenliğini Oo yaptığı bu filmle de yetinmeyip iki yıl sonra oAnatöle Litvak aynı piyesi Charies Boyer ve Claudette Colbert ile çevirmek iste- yince, ona senaryosunu hazırlamıştır. Bizim sinemacı, iki kere hazırlanmış konserveye otuz yıl sonra katılmakla hangi akla hizmet etmektedir, tanrı bilir!.. Fransa Bedava sinema Haftanın başlarında Salı günü Fran- sada bütün stüdyolarda, lâboratu- varlarda çalışmalara 24 saat ara veril- di. Buna karşılık, yine. bütün Fransa- daki sinemalar seyirciyle odolup taştı Hem de ilk defa olarak bu seyircileri- istedikleri sinemalara, hiçbir ücret öde- meksizin giriyorlardı. Zaten haftalarca önceden Fransa, bir baştan bir başa seyirciyi bu 30 Mart gününe hazırlı- yan afişlerle donatılmıştı. şunlar yazılıydı: "Bugün bütün fran- sızlar fransız sinemasının Oo davetlisi- dir" Bu 24 saatlik grev, bu bedava sinema, basın toplantıları, sinemacı- larla halkın katıldığı (o mitingler hep (AKİS: 213) 33